“Rüzgâr yükseliyor, yaşamayı denemeliyiz”

21 Aralık 2025

Sonunda deniz kararını verir.

Ne konuşmalara bakar ne niyet beyanlarına.

Gemi ya yüzer ya batar.

Kaptanlık, sakin sularda öğrenilen bir beceri değil. 

Evet, kendinizi yeterli gördüğünüzde halatları çözüp dümene geçmek bir kararınıza bakar ama fırtınada yol almak bir sınavdır. 

Denize merak sardığımı gören bir dostum bir sabah telefonla arayıp, adada yaşayan bir ressamın, kulağıma küpe yaptığım bir sözünü aktarmıştı:

Denizler cesurları ve korkakları sevmezmiş.

Açıldığı denizde ‘gemisini kurtaramayan kaptan’, belki dümeni bırakmamıştır.

Lakin sorun, dümenin nereye çevrileceğine karar vermekte.

Deniz için önemli olan bu.

Kimi kaptanlar denizi suçlar.

Dalgalar beklenmediktir, fırtına serttir, tekne eskimiştir…

Sorun orada da değil. Hiç olmazsa dümeni nereye çevirdiğinizi kendinizden gizlememekte. 

Bu kritik unsur inkâr edilebilir.

Biliyoruz ki inkâr, sorumluluktan daha hafif. İnsan belki en çok orada, kendini kandırarak yanılıyor.

Oysa deniz, her zaman deniz.

Joseph Conrad’ın romanlarında denizler sessizdir.

Lord Jim onun, onur, suçluluk, sorumluluk ve kendini kurtarma (kefaret) üzerine kurulmuş bir romanıdır.

Bir insanın kendine ihanet ettiği tek bir an’ın, bütün bir ömrü nasıl gölgelediğini anlatır.

Conrad, roman boyunca Batı’nın ahlâk anlayışını ve bireyin kendini gerçekleştirme çabasını sorgular.

Lord Jim’de deniz konuşmaz; yalnızca hatırlatır: Jim’in kaçtığı (korktuğu) şey fırtına değildir.

Conrad’ın dünyasında bir karar, insanı ömür boyu takip eden bir gölgeye dönüşür.

Koca yazar bunu acımasızca dile de getirir:

Bir insan doğduğunda, denize düşen bir adam gibi bir rüyanın içine düşer.”

(“A man that is born falls into a dream like a man who falls into the sea.”)

Şunu mu demek istiyordur bize:

İnsan denize düşünce yüzmeyi öğrenmez; kim olduğunu öğrenir.

Fırtınaya yakalanmış bir kaptan yolculara sakin olmalarını söylerken, kamarasında can yeleğini çoktan giymişse, gemi aslında çoktan batmıştır.

Çünkü Conrad’ın denizi dışarıda değil, insanın içindedir.

Lord Jim’de hacıları taşıyan Patna batmaz belki, ama onu terk eden idealist ikinci kaptanı Jim’in içindeki gemi geri dönülmez biçimde su alır. 

Bazı kaptanlar gemiyi kendi varlıklarının uzantısı sanırlar. 

Gemi yıpranırsa, su alırsa, eksilirse… bunu doğanın düzeni gibi anlatırlar. 

Böylece çöküş, kader kılığına girer. 

Oysa kader, çoğu zaman bir kararın adı’dır.

Şöyle de diyebiliriz: Gemide değil, sizin içinizde olandır.

Melville’in Pequod adlı balina gemisine katılan, kopmuş bacağının öcü peşindeki Ahab da öyleydi.

Moby-Dick’te gemi, balinayı kovalamaz; kaptanın takıntısını taşır.

Bir adada yaşayan o ressamın bana öğütlediğini hatırlarsak, takıntı denizde ağır bir yüktür.

Gemisini kurtaramayan kaptanlar, sonunda şunu söyler:

Ben elimden geleni yaptım.”

Bu cümle masum görünür ama içi boştur. 

Çünkü çoğu zaman elinden gelen, vicdanından gelmeyendir. 

Conrad’ın dünyasında vicdan, denizden daha derindir; kaçtıkça karanlıklaşır.

Sonunda deniz kararını verir.

Bir gemi, illa görünenden değil, bazan görünmeyenden batar.

Taşıdığı yük, ertelenmiş yüzleşmeler, söylenmemiş doğrular, kendine söylenen yalanlardır.

Deniz bunları ayırt eder; çünkü su, hakikati saklamaz.

Bu yüzden ‘son an’ bir felaket değil, bir ‘yüzeye vuruştur.

Olan, zaten çoktan başlamıştır.

Batma, önce ahlâki bir hadisedir; fiziksel olan sonra gelir

Conrad’ın denizleri sadece şunu fısıldar:

Bir denizci kendinden kaçabilir,

ama denizden asla.

Ve hatırlatır:

Gemi ya yüzer ya batar.

***

Not: Başlık Paul Valery’den.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.