Arap Dünyası ile Karşılıklı Güvensizlik: Mevâlî’den Bugüne

22 Aralık 2025

Türkler ve Araplar arasındaki ilişkileri hâlâ yalnızca “ümmet kardeşliği” veya ortak dinî bağlar çerçevesinde değerlendirmek, günümüz jeopolitiğini anlamaya yetmiyor. Sahada, diplomasi masasında, iş dünyasında ve toplumsal etkileşimlerde görülen gerçek çok daha karmaşık: Arap dünyasında Türkler ve diğer Müslümanlar çoğu zaman eşit ortak olarak görülmez; hatta gerçek Müslümanlıkları sorgulanır.
Araplar, kendilerini seçilmiş ve elit Müslüman olarak konumlandırırken, diğerlerini ikincil veya sonradan gelen Müslümanlar olarak tanımlar. Bu algının kökleri, İslam tarihinin erken dönemlerinden, Emevî ve Abbâsî devletlerine kadar uzanıyor.

***

“Mevâlî” kavramı, İslam öncesi Arap toplumunda azat edilmiş köleler ve kabileye sonradan katılanlar için kullanılırdı. Emevî ve Abbâsî dönemlerinde Arap olmayan Müslümanlar ikinci sınıf statüye tabi tutuldu; cizye ödediler, devlet görevlerinden dışlandılar, kültürel olarak küçümsendiler. Türkler de, İslam’ı kabul ettiklerinde bu kapsama giriyordu. Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Üstünlük ancak takva ile ölçülür” diyerek bu ayrımcılığa karşı durdu ve zindanda vefat etti. Türkler, İslam’ı kurumsallaştırırken Hanefî geleneği ile hem fıkhî hem ahlaki hem de siyasi bir duruş benimsediler.

Türkler İslam’ı Araplardan yaklaşık üç asır sonra kabul etmesine rağmen kısa sürede İslam dünyasının askerî, siyasi ve idari omurgası hâline geldi; “İslam’ın Kılıcı” olarak tarihe geçti. Selçuklular Bağdat’ı korudu, Memlükler Haçlı ve Moğol saldırılarını durdurdu, Osmanlılar dört asır boyunca halifeliği taşıdı. Kudüs’te istikrar tesis ettiler.

***

Buna rağmen Hicaz merkezli muhafazakâr Arap zihniyetinde İslam’ın asli sahipliği hâlâ Araplara atfediliyor. Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’in Arapça inmiş olması ve Peygamberimizin Arap kimliği, zamanla teolojik bir hakikatten çıkarak kültürel ve siyasi üstünlük iddiasına dönüştü.

***

Bu seçilmişlik algısı günümüz toplumsal yaşamında da kendini gösteriyor. Körfez ülkelerinde Pakistanlı, Bangladeşli, Endonezyalı işçiler, sosyal ve hukuki açıdan ikincil konumda çalıştırılıyor, pasaportları alıkonuluyor. Cuma hutbelerinde “din kardeşliği” vurgulansa da günlük hayat hâlâ katı bir etnik ve sınıfsal hiyerarşi ile işliyor.
Suudi olmayan Araplar bile nasibini alıyor. Mısırlılar. Filistinliler ve Ürdünlüler de çoğu zaman eşit muamele görmüyor; yani, mesele din değil, statü ve seçilmişlik anlayışı.

***

Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Arap isyanları ve “arkadan hançerlenme” söylemleri, Türk kolektif hafızasında derin izler bıraktı. Hala da etkili bu izler. Bu nedenle Türkiye’de de Araplara karşı samimi yakınlık kurmak zor; işçilere, mültecilere, hatta yatırımcılara bile hâlâ temkinli veya ikinci sınıf muamele gözleniyor.

***

Seçilmişlik algısı yalnızca kültürel değil, stratejik boyut da taşıyor bugün. Suudi Arabistan ve BAE, Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için diplomasi, medya ve finans araçlarını seferber edebiliyor. Doğu Akdeniz’de Mısır, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile birlikte Türkiye karşıtı cephede yer alırken Riyad ve Abu Dabi, Kuzey Afrika ve Sahra-altı Afrika’daki Türk girişimlerini balyalamaya çalışabiliyor. Dahası, muazzam zengin Körfez ülkeleri yerine Türkiye, Suriyeli, Filistinli, Libyalı, Sudanlı ve Somalili Müslümanlara yardım sağlıyor.

Sonuç:

Ümmet söylemleri veya sahte övgüler artık etkili değil. Türkler kimsenin mevâlîsi olmadı, olamaz. Araplar da tek bir zihniyetten ibaret değil.

Bu yüzden bana sorarsanız gerçek anlamda stratejik menfaatler ve kazan-kazan ortaklıklar temelinde Arap-Türk tarihi barışması zamanı çoktan geldi de geçiyor. Hem Türk liderler hem Arap liderler, tarihsel ön yargıları ve seçilmişlik iddialarını bir kenara bırakıp, eşitlik ve karşılıklı saygı temelinde yeni bir ortaklık kurmalıdır.
Yeni dünya gerçekleri de bunu empoze ediyor.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.