İnternetin yeni kâbusu: Yapay zeka aracılığıyla üretilen çocuk istismarı görüntüleri
"10'ca bilim arasından"da bu hafta karanlık enerjiden giriyor, vücudumuzdaki oksijenin yeni bir kullanım alanından çıkıyoruz. Ayrıca okulda daha uzun süre kalmanın faydalarından bahsedecek, yapay zeka şirketlerinin derdine ortak olacağız.
Nisanın ilk haftasından merhaba. Seçim dönemini geride bırakarak bayram havasına girdiğimiz bir haftaya giriyoruz. Bu hafta sizinle bilinmezlerde başlayacağız yolculuğumuza. Bilim insanları bugüne kadar karanlık enerjiyi yanlış mı anladı, yanlış anladıysa bunun bize ne gibi bir artısı eksisi olur onu konuşacağız.
Ardından çığır açıcı bir çalışmayla devam edeceğiz yolculuğumuza. Kalp pili, mide uyarıcıları falan güzel buluşlar ama sonrasında hastaların pilleri değiştirmek için tekrar ameliyat masasına yatması yeni stresleri beraberinde getiriyor. Çinli bilim insanları bunu çözebileceklerine inanıyor. Bu arada çığır açıcı buluş demişken bu hafta 10Haber’de işlediğimiz lenf bezlerinden ikinci karaciğer yaratma haberi de çok ilginçti. Okumadıysanız tavsiyemizdir.
Yolculuğumuzun bir sonraki aşamasında ise akademiye giriş yapacağız. Meğer okulda ne kadar uzun süre kalınırsa yaşlanma süreci o kadar gecikiyormuş. Bu çalışmayı bayramda “Sen de daha okulu bitiremedin mi Ayşe/Ahmet?” diye darlayan akrabalarınıza gösterebilirsiniz, bizden söylemesi.
Şimdi bir de yapay zeka şirketlerinin dertlerine göz atacağız. Malum çoğumuzun iş/okul hayatına, hatta bazen aşk hayatına kadar dokunuyor yapay zeka destekli sohbet robotları. Ama şirketler verilerin çeşitliliği konusunda sıkıntı yaşamaya başlamışlar bile.
Bülten bu kadar kısa sanıyorsanız yanılıyorsunuz! Kısa kısa işlediğimiz başka haberler de var. Onları da incelemeyi ve bu haftanın önerilerine bakmayı unutmayın. Şimdiden hepinize iyi bayramlar!
Albert Einstein, genel görelilik teorisini ilk yazdığında sabit bir evren hayal etmişti. Evet, bu teori kütle çekim kuvvetini izah ediyordu ama Einstein yazdığı alan denklemlerine bir rakam eklemiş, bu rakam sayesinde evrenin sabit bir büyüklükte, durağan olduğunu göstermişti.
Ama büyük bilim insanı yanılıyordu. Kütle çekiminin ışığı bile bükebilecek bir güç olabileceğini göstermişti ama evreni sabit tutmak beyhude bir çabaydı. Bunu, genel görelilik teorisi yayınlandıktan daha 10 yıl bile geçmeden, bugün adına uzayda bir teleskop gezen Amerikalı astronom Edwin Hubble kanıtladı: Evren genişliyordu, bizden uzak galaksiler bizden hızla daha da uzağa gidiyordu. Einstein hemen denklemlerini değiştirdi ve statik bir evren hayal etmiş olmasını da ‘En büyük hatam’ diyerek kabul etti. Denklemdeki ‘Einstein sabiti’ yerini ‘Hubble sabiti’ne bıraktı.
Peki evren neden genişliyordu ve bu mekanizmaya sebep olan ‘kütle’ neredeydi? Bilim uzun yıllar boyunca bu sorunun cevabını bulmak için evrenin kaç kilo ağırlığında olduğunu hesaplamaya çalıştı. Ama bir sorun vardı: Gözle görünen evrenin ağırlığı, bu genişlemeyi izaha yetecek büyüklükte değildi.
Bugün geçerliği hayli tartışmalı hale gelen ‘Standart Kozmolojik Model’ yani evren modeli oluşturulurken, ‘eksik’ kütle için iki tartışmalı kavram ortaya atıldı. Modele göre evrenin bu denli genişlemesini sağlayan ve bizim göremediğimiz, o yüzden de ‘karanlık’ diye adlandırdığımız iki kütle türü daha vardı: Karanlık enerji ve karanlık madde.
Günümüzdeki standart evren modeline göre karanlık enerji evrenin yüzde 70’ini oluştururken, yüzde 25 ile onu karanlık madde ve sadece yüzde 5 ile bildiğimiz madde izliyor.
Ama bugün bu model büyük bir krizin içinde. Son gözlemler bu modelin geçerliliğini sorgulatmaya itti ama en azından şimdiye kadar modeli tamamen rafa kaldıracak bir durum yaşanmadı. Son yıllardaki gözlemler, evrenin genişleme hızının da sabit olmadığını, genişlemenin giderek hızlandığını gösterdiğinde fizikçiler en fazla Hubble sabitini değiştirmeyi tartıştılar.
Ama şimdi ortaya çıkan yeni bir araştırmanın sonuçları, bilim insanlarını karanlık enerjinin aslında hiç sabit olmadığını, aksine değişken olduğunu düşündürmeye başladı. Yani zaman içinde güçlenip zayıflayabilen, tersine dönebilen ve hatta yok olabilecek potansiyelde bir enerji olduğu anlamına geliyor bu.
Bugün “Karanlık enerji aslında değişken mi?” sorusunun ortaya çıkması ise DESI projesiyle mümkün oldu. Bu projede amaç evrenin tarih boyunca ne kadar hızlı genişlediğini ölçerek karanlık enerjinin sabitliğini test etmek. Bilim insanları bu ölçümü yapabilmek için Kitt Peak Ulusal Gözlemevi’ndeki teleskoplardan birini kullanıyor. Bu teleskop diğer galaksilerin bizim yıldız sistemimizden ne kadar hızlı uzaklaştığını tespit edebilecek 5 bin fiber optik dedektöre sahip.
İşte bu teleskopla evrenin başlangıcında (380 bin yaşında kadarken) oluşmuş tümseklerin genişliğini incelemişler. O zamanlar yarım milyon ışık yılı genişliğinde olan bu tümsekler 13.5 milyar yıl sonra bugün 500 milyon ışık yılı genişliğine ulaşmış. DESI projesindeki bilim insanları kozmik tarihin son 11 milyar yılını yedi zaman aralığına bölmüş ve her bir zaman aralığı için bu tümseklerin boyutunu ve içlerindeki galaksilerin bizden ve birbirlerinden ne kadar hızlı uzaklaştıklarını ölçmüşler. Sonuç evrenin genişlemesinin sabit bir şekilde gerçekleşmediğini gösteriyor. Son üç dönemdeki galaksiler olması gerekenden daha yakın görünüyor.
Aslında projedeki bilim insanları bu işe “Aman standart modeli bozalım” diye girişmemişler. Nasılsa bulacağımız sonuçlar standart modele uygun çıkar diye düşünmüşler. Dolayısıyla bu bulguları onları da şaşırtmış. Ama eğer ki bu sonuç doğrulanabilirse bizim için hiç de kötü bir haber olmayabilir. Çünkü karanlık enerji sabit olsaydı sonunda tüm yıldızlar ve galaksiler birbirinden öylesine uzaklaşırdı ki atomlar parçalanacak hale gelir, evrendeki tüm hayat, ışık, enerji ve düşünceler sönerdi. Halbuki karanlık enerji değişken bir şeyse bu, duruma göre farklılık gösterebileceğini ve bizi daha zengin bir geleceğe taşıyacağı anlamına gelebilir.
Kalp pilleri gibi tıbbi olarak vücuda yerleştirilen implantlar hayatımızı iyileştirdi iyileştirmesine ama bu cihazların pilleri eninde sonunda bitiyor ve değiştirilmeleri için hastaların yine ameliyat masasına yatmaları gerekiyor. Peki ya pili değiştirmek için hastanın vücudunu kesip açmaktan kaçınmanın bir yolu varsa?
Çinli bilim insanları bu sorunu çözmenin yolunu buldu: İnsan vücudundaki oksijeni kullanmak. Chem dergisinde yayınlanan çalışmaya göre vücudumuzda bulunan oksijen elementi elektrik akışını kolaylaştıran katot, yani pil elektrotu işlevi görebilir ve bunu metabolizmamız sayesinde sürekli hale getirmek mümkün. İşte araştırmacılar bu prensipten yola çıkarak insan vücudu için güvenli kimyasallar olan altın ve sodyumdan yapılmış elektrotlara sahip implante edilebilir bir pil geliştirdiler. Bu kimyasallar vücudun oksijeni ile etkileşime girerek elektrik üretiyor. Pilin çevresindeki plastik yapı ise bariyer görevi görüyor.
Araştırmacılar cihazı test etmek için fareleri kullanmış. Farelerin hemen derilerinin altına cihazı yerleştiren bilim insanları pillerin ne kadar elektrik ürettiğine baktıklarında 1,3 ila 1,4 volt arasında enerji ürettiğini görmüşler. Farelerde farklı belirtilerin olup olmadığına baktıklarında herhangi bir enfeksiyon belirtisine rastlamamışlar. Mevcut tabloda taktıkları pil insanlara takılan tıbbi cihazlara güç sağlamak için yeterli değil ama hiç olmazsa vücut içindeki oksijenin güvenli bir şekilde pili çalıştırmaya yardımcı edebileceğini gösteren bir kanıt oldu ellerinde.
Şimdi sıradaki adım pilin daha güvenli ve vücut içinde herhangi bir zarara yol açmayacak başka bir versiyonunu yapmak.
Şimdi ilginç bir çalışma var karşımızda. Üç nesilden 3101 kişiye ait verilerle yapılan yeni bir analize göre daha uzun süre eğitim almanın bir avantajı daha iyi eğitimse diğer avantajları daha uzun yaşam ve hücrelerde daha az aşınma ve yıpranma. ABD, Norveç ve Birleşik Krallık’tan araştırmacılar okula gitme durumu ve sağlık arasındaki ilişkiye daha yakın baktıklarında bu sonuca varmışlar.
JAMA Network Open’da yayınlanan çalışmaya göre okulda daha fazla zaman geçirmek hücre düzeyinde daha yavaş yaşlanma görüleceğini öne sürüyor. Araştırmada fazladan iki yıllık eğitimin ortalama yüzde 2-3 daha yavaş yaşlanmaya eşit olduğu belirtiliyor. Veriler Massachussetts’teki Framingham ilçesinde yaşayan sakinlerin (ve çocukları ile torunlarının) 1948’den bu yana sağlık durumlarının izlendiği Framingham Kalp Çalışması’ndan alınmış. Kardeşler ile çocuklar ve aileleri arasındaki çapraz referanslara bakılarak eğitimin etkileri bir dereceye kadar izole edilebilmiş. Bu arada eğitim ve biyolojik yaşlanma arasında ilk kez böyle bir ilişkilendirilme yapıldığını da belirtelim.
Ancak bilim insanları da neden eğitimin biyolojik olarak yaşlanmayı geciktirdiği sorusuna cevap bulamadı. Şimdilik daha iyi eğitimin daha iyi yaşam koşulları sunduğu şeklinde bir düşünce mantıklı gelebilir. Gerçi konu Türkiye olduğunda eğitimin yüksekliği daha iyi bir maaşla parallellik göstermiyor çoğu zaman. Yine de Amerika’ya baktığımızda karşımızda 95 yaşıyla dağ gibi Noam Chomsky duruyor.
Yapay zeka şirketleri daha gelişmiş modeller üretebilmek için çalışmalarına devam ediyor ama ortak bir sorunla karşı karşıyalar. Yakında internet, ihtiyaç duydukları verilerin tamamını sağlayacak kadar büyük olmayacak. Wall Street Journal’ın haberine göre bazı şirketler artık internet üzerindeki mevcut veri kaynaklarının (ki bunlar internet siteleri, sosyal medya içerikleri vs.) çeşitliliğinin hacminin yetersiz kaldığını düşünüyor. Bu nedenle de yeni ve alternatif veri kaynağı arayışına girmişler. Alternatif kaynaklar arasında herkese açık paylaşılmış video transkriptleri ve hatta yapay zekanın ürettiği sentetik veriler var.
Ari Morcos eski bir Meta ve Google DeepMind araştırmacısı ve kurduğu Dataology şirketiyle daha az veri ve kaynakla daha akıllı modeller geliştirmenin yollarını arıyor. Peki ya ChatGPT ile yapay zeka alanının önde gelen isimlerinden biri haline gelen OpenAI ne yapıyor dersiniz? Biliyorsunuz yaz aylarında GPT-5’i bize tanıtmaya hazırlanıyor şirket ve WSJ’nin haberine göre modelini YouTube videolarının transkripsiyonları ile eğitme konusunu görüşmüş.
Biraz önce yapay zekanın bizzat kendi ürettiği içeriklerle eğitilmesinin de düşünülen yöntemlerden biri olduğunu söyledik. 10Haber’de de geçen yıl bu konuyla alakalı bir yazıya yer vermiştik. Yapay zekanın ürettiği içeriklerin tamamına doğru gözüyle bakmamız şu aşamada mümkün değil. Gelecekte yanlış bilgiler de dahil olacak şekilde yapay zeka içeriklerinin interneti ele geçirmesi ve yapay zeka modellerinin bundan beslenmesi modellerin zehirlenmesine neden olabilir. OpenAI’ya rakip çıkan Anthropic gibi bazı şirketler daha yüksek kaliteli sentetik veriler oluşturarak bu durumun önüne geçmeye çalışıyor. Ancak bunu nasıl yaptıkları da muamma.
👉Amerika daha Ay’a mürettebat gönderemedi ama hazırlıklarına son hızla devam ediyor. Bunlardan biri de astronotların Ay’ı daha kolay keşfedebilecekleri Ay araçlarını geliştirmek. NASA bunun için Intuitive Machines, Lunar Outpost ve Venturi Astrolab ile anlaşmış. Intuitive Machines bu yıl Odysseus uzay aracını Ay’a yollayarak, yumuşak iniş yapmayı başaran ilk özel uzay şirketi olmuştu ama araç hem hatalı bir şekilde iniş yapmış hem de Ay ayazından sonra bir daha araçtan haber alınamadı.
👉İngiltere’nin Antik Roma kalıntıları ve Viking Çağı’ndan kalma sikkeleriyle bilinen York şehrinde arkeologlar hem 1 ila 2. yüzyıllara kadar uzanan tarihi kalıntılarda hem de 1980’lerde incelenmek için toplanmış tortularda mikroplastiklere rastladı. Araştırmacılar mikroplastiklerin örneklerin toplandığı sırada değil de daha topraktayken karıştığını düşünüyor. Bu arada damarlarında mikroplastik olanların kalp krizi, inme ve ölüm riski 4,5 kat yüksek olduğunu biliyor muydunuz? Özgür Gökmen Çelenk bu hafta 10Haber’de bu konuyu işledi.
👉Sizi DrugGPT ile tanıştıralım. Oxford Üniversitesi’nde geliştirilen bu yeni yapay zeka aracı hem doktorların reçete yazarken hata yapmasını engellemeyi hem de hastaları ilaçları neden ve nasıl almaları gerektiği konusunda daha iyi bilgilendirmeyi amaçlıyor. Aracın nasıl kullanılacağına gelecek olursak, ilaç reçete eden doktorlar, hastaların sağlık durumunu sohbet robotuna girerek anında ikinci bir görüş alabilecek. Prototipler ilaç öneri listesiyle ve bu listelerin yan etkileri ile ilaçlar arası etkileşimleri belirtiyor. British Medical Journal’da yayınlanan bir araştırmaya göre İngiltere’de her yıl yaklaşık 237 milyon ilaç hatası yapılıyor ve bu hatalar yaklaşık 98 milyon sterline, 1700’den fazla insanın da canına mal oluyor.
👉The Information’ın haberine göre OpenAI ve ortağı Microsoft yapay zekayı eğitmek için tasarlanmış devasa bir süper bilgisayar ağı oluşturmak için 100 milyar dolarlık yatırım yapmayı planlıyor. Projenin adı ise Stargate. Asıl soru ise mevcut yapay zeka ürünlerinin bu yatırımın ne kadarını karşılayacağı.
👉Bu arada ChatGPT’yi kullanabilmeniz için kısa süre öncesine kadar hesap açmanız şarttı ancak sohbet robotunu artık hesap olmadan da kullanmak mümkün. Tabii bununla yalnızca ücretsiz olan daha düşük versiyonu kullanmanız mümkün.
👉Scientific Reports dergisinde yayınlanan araştırmaya göre şarkı sözleri gerçekten hem daha basit hem de daha tekrarlayan bir hale gelmiş durumda. Yani iyi haber yaşlanmıyorsunuz, siz değil müzikler değişiyor. Şarkı sözlerinin son 40 yılda daha öfkeli ve daha benmerkezcil hale geldiğini ortaya koyan çalışmada 1980’den 2020’ye kadar rap, country, pop, R&B ve rock türlerinde 12 binden fazla İngilizce şarkı analiz edilmiş. Zaman içinde olumlu ve neşeli şarkı sözleri azalırken öfke, tiksinti ya da üzüntü ifade eden şarkılar artmış. Şarkı sözlerinde de “ben” ya da “benim” gibi kelimeleri çok daha sık duyar olmuşuz. Araştırmacılara göre en öfkeli müzik türü ise rap olmuş, ayrıca başta söz bakımından daha zengin olan rap en büyük fakirleşmeyi yaşamış. Bu araştırma vesilesiyle kategoriyi anlamlı bir şarkıyla kapatalım.
Ağaçlar sosyal varlıklar mı? Ağaçlar nasıl yaşarlar? Acı hissederler mi ya da çevrelerinin farkındalar mı?
Peter Wohlleben, Ağaçların Gizli Yaşamı’nda bilimsel araştırmalara dayanarak, ağaçların aileler gibi çocuklarıyla yaşadıklarını, onlarla haberleştiklerini, hasta olanlarla besin kaynaklarını paylaşarak onları desteklediklerini ve hatta yaklaşan tehlikeler konusunda onları uyardıklarını anlatıyor. Wohlleben aynı zamanda gözlemlediği müthiş yaşam döngülerinden bahsederek ağaçlara ve ormanlara duyduğu derin sevgiyi dile getiriyor.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
“Mars biz gelmeden önce boştu. Ama bu hiçbir şey olmamış demek değildi.”
Kim Stanley Robinson, günümüz bilimkurgusunun en büyük ustaları arasında. Özellikle uzay üzerine yazdığı romanlarla 90’lardan beri türün gelişimine katkıda bulunan yazarların en önde gelenlerinden. Dünyalaştırma ve kolonileşmeye bakış açımızı değiştiren Kızıl Mars ise hem bilimsel hem siyasi hem de sosyolojik açıdan şimdiye dek yazılmış en gerçekçi bilimkurgu romanlarının başında geliyor. İnsanlık artık Mars’ta; önce bir, sonra yüz ve giderek on binlerce insan… Şehirler kuruyor, tüneller kazıyor, sadece kraterlerden ve kayalıklardan ibaret görünen gezegeni kendi suretlerinde değiştiriyorlar. Ama cansız yüzeyini kazıdıkça Mars onları giderek daha fazla kendine bağlıyor, âşık ediyor.
En başından beri tüm kızıllığıyla bir hedef, amaç olarak beliren Mars eskiden bir güçtü, şimdiyse bir mekân: Amerika ve Rusya için yeni bir hegemonya alanı, Araplar için toplumsal baskıdan kaçış, İsviçreliler için bakir bir doğa ve üçüncü dünya için nüfuslarını aktaracakları bir koloni.
Yine de akıllarda kalan bir soru var: Yeni yuvaya eskisinin sorunları da mı götürülecek, yoksa bu gezegen kendi fırsatlarını ve sorunlarını dayatarak yeni bir topluma mı can verecek? Mars’a gelenler için Dünya yalnızca geride bırakılmış bir yuva olarak mı kalacak, yoksa Kızıl Gezegen’in kaderinde yeni bir Dünya olmak mı var?
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
Yavru goril Jamila, Fort Worth Hayvanat Bahçesi’nde sezaryenle hayata erken açtı gözlerini. Hayvanat bahçesi çalışanları yeni doğan primatı öz annesiyle çok kez bir araya getirmeye çalışmış ama her seferinde annesi onu reddetmiş. Jamila şimdi Cleveland Hayvanat Bahçesi’ne doğru umut dolu bir yolculuğa çıkıyor. Burada onu, kendisinden olmayan bebeklere ilgiyle bakan anne goriller bekliyor.