iPhone ‘parlamaya’ hazır: Apple’ın bugünkü lansmanında neler olacak?
"10'ca bilim arasından"da duş alırken sudan nasıl tasarruf edileceğinden, Hintlilerin kökeninden, Türk bilim insanı öncülüğünde 3D baskı alanındaki yeni başarıdan ve "incel"lerin kadın düşmanlığı ile seks robotları arasındaki ilişkiden bahsedeceğiz.
Mart ayının ortasından merhaba. Bilim dünyası Türkiye gündemi kadar kasvetli ve moral bozucu değil. Mesela 13 yaşındaki Brenden, Arşimet’in ölüm ışınının minyatür modelini çıkararak bunun o kadar da uç bir fikir olmadığını gözler önüne serdi.
NASA’nın Crew-7’si 199 gün sonra Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan Dünya’ya sağ salim dönmeyi başardı. SpaceX’in NASA’nın insanlı görevlerinde rol oynayacak en büyük roketi Starship tam bir başarıya kavuşamadı henüz ama en azından uzaya çıkabildi, Super Heavy iniş manevrası yapabildi. Yani tam başarı olmasa da ilerleme kaydedildi. Avrupa Birliği de ilk kez kapsamlı bir yapay zeka düzenlemesine imza atarak teknolojiyi sınırlama altına alacak ilk adımı attı.
Peki bu hafta bültende ele alacağımız başlıklar ne olacak?
Önce gözümüzü bir ötegezegende açacağız. Karşınızda kaynar okyanusa sahip bir gezegen var. Bu gezegenle tanıştıktan sonra, hazır suya da değinmişken duş alırken suyun basıncının nasıl olması gerektiğini konuşacağız. Malum sularımız o kadar bol değil ve elimizden geldiğince tasarruf şart.
Biraz gen çalışması yapmaya ne dersiniz? Çok kalabalık bir nüfusa sahip olmasına rağmen bilim insanlarının genetik çalışmalara çok girişmediği bir ülke olan Hindistan’da yaşayan insanların kökenleri nereye dayanıyor, merak ediyorsanız geçmişe doğru bir yolculuğa çıkmaya hazır olun.
Gelecekte rekonstrüktif cerrahi ve saç tedavisinde çok işe yarayabilecek bir teknolojiye adım atacağız şimdi de. Türk bilim insanı İbrahim Özbolat öncülüğünde yapılan bir çalışma üstelik bu: Farelerin açık yarasını insan dokusuyla 3D baskı yöntemini kullanarak örtmeyi başardı.
Son olarak “incel”ler ve onların kadın düşmanlığı ile robotlarla cinsel ilişkiye girme isteği arasındaki bağlantıyı irdeleyeceğiz. Öyleyse yolculuk başlasın!
Güneş Sistemi’nden yaklaşık 70 ışık yılı uzakta, tamamen suyla kaplı olduğu düşünülen bir gezegenle tanışacağız bu hafta. Ama hemen Dünya’daki gibi okyanuslar hayal etmeyin. Cambridge Üniversitesi’ndeki gökbilimciler bu gezegendeki denizlerin kaynar su dolu kazan kadar sıcak olabileceğini düşünüyor. Gökbilimciler gezegeni James Webb’ten gelen verilerle keşfetti ve bulgularını Astronomy & Astrophysics dergisinde yayınladı.
Araştırmacıların odak noktası yörüngesinde üç ötegezegenin döndüğü kırmızı cüce yıldızın oluşturduğu TOI-270 sistemi oldu. Bu üç gezegen içinden de gazlı yapısı nedeniyle Neptün’ün minyatür versiyonu olarak görülen TOI-270 d’nin verileri incelendi. Gezegenin atmosferinin kimyasal bileşiminin analizini yapınca bunun bir “Hiyanus gezegeni” olabileceği görüldü. Yani TOI-270 d büyük bir okyanusa ve hidrojenle zengin bir atmosfere sahip olabilir. Sıcaklığı ise tam olarak suyun kaynama noktası olan 100 derece kadar olabilirmiş.
Bu arada veriler yoruma açık. Aynı gezegeni inceleyen diğer bilim insanları The Guardian’a gezegenin kayalık bir yüzeyi olduğunu ve oldukça sıcak buhar ve hidrojenden oluşan çok yoğun atmosferle kaplı olabileceğini söyledi. Montreal Üniversitesi astrofizikçisi Björn Benneke suyun sıvı olamayacak kadar sıcak olduğunu söylüyor.
TOI-270 d hakkındaki bulgular kadar artık çok uzağımızdaki ötegezegenlerin kimyasal imzaları hakkında bilgi sahibi olmamız da ilginç. İnsanlık ilk olarak 1992’de bir ötegezegen keşfetti. O zamandan bu yana 32 yıl geçti ve bulunan ötegezegenlerin sayısı binleri aştı. Bunca gezegen arasında bizimki kadar yaşama elverişli başka bir gezegen bulabilecek miyiz?
Türkiye su zengini bir ülke değil, ülkenin en yoğun nüfuslu kenti İstanbul’da uzun süre yağmur yağmayınca ve bu sebeple barajlardaki doluluk oranı düşünce hepimiz hop oturup hop kalkıyoruz. Keyif banyosu yapmamak, musluğu gereksiz yere açık bırakmamak, bulaşıkları elle yıkamak yerine bulaşık makinesine atmak gibi kendimizce aldığımız önlemler var elbette. Biz bugün o yöntemlerden birine odaklanacağız: Duş almaya.
Duş alırken suyu yüksek basınçta ayarlamak daha az su tüketimiyle ilişkili olabilir. Henüz hakem değerlendirmesinden geçmemiş bir araştırmaya göre bilim insanları Surrey Üniversitesi kampüsü çevresindeki 290 duşa sensör yerleştirmiş. Böylelikle 86 bin duşun süresi hakkında ellerine veri geçmiş.
Araştırmacılar bazı duşlar çok uzun olsa da ortalama sürenin 6,7 dakika olduğunu görmüş. Duşların yarısı 3,3 ve 8,8 dakika arasında sürmüş. Bir saatin üzerindeki duşlar ise araştırmadan hariç tutulmuş. Ekip duş aktivitelerinin süresiyle suyun akış hızını birleştirerek her bir kullanımdaki su miktarını hesaplamış. Sonuç: Akış hızından bağımsız olarak yüksek basınçlı suyla alınan duşlar daha az su tüketimiyle bağlantılı.
Yüksek basınçlı su ve zamanlayıcı kullanılan duşlarda 17 litre su harcanırken düşük basınçlı ve zamanlayıcının kullanılmadığı duşlarda duş başına yaklaşık 61 litre su harcanmış. Yani bir zamanlayıcı ve orta düzeyde su basıncı su tüketimini yüzde 53 kadar azaltabilir. Artan su basıncının su tüketimini neden azalttığı konusunda daha fazla araştırma yapılması gerekiyor. Tabii bir de bu bulguların ev ortamı için ne kadar geçerli olduğu belli değil.
Dünyanın en kalabalık ülkesi unvanını 2022’de Çin’den alan Hindistan son dönemlerde çok uç örneklerle gündeme geliyor. Ya toplu tecavüz olaylarının ne kadar yüksek olduğunu konuşuyoruz ya da uzaydaki başarılarını. Bir yanda neredeyse tüm dünyadaki mühendislik öğrencilerinin anlamadığı konuları danıştıkları kişiler YouTube’daki Hintli mühendisler olurken diğer yanda açılışı yeni yapılan köprünün bile çöktüğü bir Hindistan var. Bu kadar kalabalık bir ülkede çok uç örneklere rastlamanın normal olduğunu söyleyebilirsiniz. Peki hiç merak ettiniz mi Hintlilerin kökenlerinin nereye dayandığını?
Eğer merak etmediyseniz yalnız değilsiniz, bilim insanları da uzun yıllar Hindistan’ı genetik çalışmaların dışında bırakmış. Ama bioRxiv’de yayınlanan yeni bir çalışma modern Hintlilerin ataları hakkında bildiklerimizin penceresini biraz daha araladı. California Üniversitesi popülasyon genetikçisi Elise Kerdoncuff ve ekibi Hindistan’ın dört bir yanından köy kent demeden her etnik grup ve kasttan 2762 kişinin DNA’sını diziledi. Cevaplanması gereken sorular şuydu: Modern insan Afrika’dan Hindistan’a ilk ne zaman gelmişti? Afrika’dan büyük göçün bir parçası mıydılar, yoksa çok daha önce, belki de kıyı rotasını izleyerek bu bölgeye mi gelmişlerdi? Artık yerinde yeller esen Neandertaller ve Denisovalılar Hint popülasyonları üzerinde nasıl izler bırakmıştı?
Önceki araştırmalara göre Hintlilerin çoğu üç atadan geliyordu. Bu üç atadan biri M.Ö. 4700 ila 3000 yılları arasında Hint yarımadasına gelen antik İranlı çiftçilerin torunları, ikincisi M.Ö. 1900 ila 1500 yılları arasında Avrasya’nın bozkırlarından Hindistan’a gelen çobanlar ve sonuncusu çok daha uzun süredir orada yaşayan yerli Güney Asyalı avcı-toplayıcılardı. Kerdoncuff ve ekibi bu üç grubun modern Hintliler arasında çok geniş farklılıklar gösterdiğini ama kalıpların oturmuş olduğunu gösterdi. Mesela modern insanların Andamanlı avcı-toplayıcılarla soy bağı ülkenin güneyinde en yüksekken kuzeyinde en düşük. Ayrıca belli dil ve kast gruplarında da bu oran çok daha yüksek.
Peki ya günümüz Hintlilerin ortaya çıkmasında antik İranlıların ne gibi bir etkisi vardı? Araştırmacılara göre en olası senaryo bugün Tacikistan dediğimiz eski tarım merkezi Sarazm’dan çiftçilerin buraya akın etmesi. Önceki arkeolojik çalışmalar Sarazm ve Güney Asya arasındaki ticaret bağlarına işaret ediyordu ama bu tek yönlü bir bağlantı değildi. Antik İranlılar arasında da Hint genetiğinin izlerini taşıyan bir bireye rastlandı.
Zamanda daha da geriye giden ekip modern Hintlilerin atalarının yüzde 1-2’sinin arkaik homininler, Neandertaller ve Denisovalılardan geldiğini buldu. Bu durum Avrupalılar ve Amerikalılarınkiyle benzer. Ama araştırmacıları asıl şaşırtan şey analiz edilen genomların örneklenen diğer popülasyonlara kıyasla çok daha geniş bir Neandertal ve Denisova gen çeşitliliğini taşıması oldu. Dünya genelindeki Neandertal genlerinin yaklaşık yüzde 90.7’si Hindistan’da görülürken Denisova genlerinin yaklaşık yüzde 51’i Hindistan’a özgü. Ayrıca Hintlilerdeki genetik çeşitlilik çoğunlukla yaklaşık 50 bin yıl önce Afrika’dan yapılan tek bir büyük göçten kaynaklanıyor. Daha önceki göç dalgaları ise modern Hint popülasyonuna çok az genetik çeşitlilik katmış.
Pensilvanya Üniversitesi’ndeki bilim insanları bir ilke imza attı: Farelerin açık yaralarının üstünü insan dokusuyla 3D baskı yöntemini kullanarak kapattılar. Bioactive Materials dergisinde yayınlanan çalışmada bilim insanları farelerin yaralarını onarmak için insan yağ dokusu ve kök hücrelerinden faydalanmış. Çalışmayı yöneten kişi ise Pensilvanya Üniversitesi biyomühendislik ve beyin cerrahisi profesörü bir Türk: İbrahim Özbolat.
2021 yılında Özbolat’ın ekibi fareler için sert ve yumuşak dokular oluşturmak amacıyla iki farklı biyomürekkep kullanmıştı. Bu biyomürekkepler 3D baskıda canlı doku üretmek için kullanılıyor. Önceki araştırmadaki bulgularından faydalanan ekip ameliyatlı hastalardan aldığı yağ dokusu ve o yağ dokusundan elde edilen kök hücreler üzerine çalışmaya başladı.
Derinin en dış tabakası epidermis normalde kesik gibi durumlarda kendi kendine kapanır. Ancak derinin en alttaki tabakası hipodermis bağ dokusu ve yağdan oluşuyor, vücudun aldığı hasar hipodermise kadar dayandığında bakteri, mantar ve virüs gibi patojenlere karşı vücudun bariyeri zayıf kalıyor. Hatta doku kaybı bile yaşanabiliyor. Hipodermis saç foliküllerinin de kök saldığı yer. Yani bu deri tabakasına verilen hasar saç büyümesini de etkiler.
Özbolat ve ekibinin kullandığı biyomürekkebin önemli bir özelliği vardı, farenin yaralandığı bölgeye bağlanarak pıhtılaştırma görevi görebiliyordu. Araştırmacılar da bunu gözeterek hipodermisi yeniden oluşturmak için yara bölgesine basılmış insan dokusu yerleştirdi. Sonuç başarılı, hem hipodermis hem de dermis başarıyla oluşturuldu. İki hafta sonra epidermis kendiliğinden gelişti. Araştırmacılar biyo-baskılı hipodermis tabakasında saç folikülleri büyümesinin de işaretlerine rastlamış.
Henüz bu bulguları insan modeller üstünde denemek mümkün değil ama gelecekte hem ağır yanıklarda kaybedilen doku hem de saç tedavilerinde önemli gelişmelerin önü açılabilir. “Les yeux sans visage” (Çehresiz Gözler) filmindeki baba bu teknolojiye sahip olsaydı kızını iyileştirmek için kötü yola sapmayabilirdi…
Avrupa Birliği yeni rekabet yasasını çıkardı. Bu yasa şimdiye kadar en çok Apple’a dokunmuş olabilir. Spotify’ın açtığı haksız rekabet davasını kaybeden Apple’a 1.8 milyar euro para cezası verildi. Bu seferki dava ise Apple ve Fortnite oyununun geliştiricisi Epic Games arasında.
Aslında bu davanın izleri 2021’e kadar uzanıyor. Epic Games, Apple’ın App Store’da oyun satışlarında kendi ödeme sistemini dayattığını ve satışlardan yüzde 30 civarında kesinti yaptığını savunmuş ve mahkeme tarafından haklı da bulunmuştu. California Bölge Mahkemesi’nde alınan karara göre Apple, kendi yöntemi dışındaki ödeme sistemlerine de izin verecek ve kesintiyi sadece kendi ödeme sisteminde yapacaktı. Ama Apple bu karara işine geldiği kadarıyla uydu.
Diğer ödeme sistemlerine izin verdi vermesine ama harici ödeme sistemlerine verilen yönlendirmelerin link içermesi yasaklandı. Bu nedenle geliştiriciler müşterileri kendi sistemine yönlendiremedi. Üstelik Apple bununla da kalmadı tüm ödeme sistemlerinden yüzde 27 komisyon almaya devam etti. Epic Games bu kez alınan karara uymadığı için Apple’a dava açmış durumda. Bu arada Apple’ın Epic Games’e yanıtı şirketin oyunlarını App Store’dan satmasını engellemek olmuştu ama şirketin iOS hesabına getirilen engel, AB’nin rekabet yasasını öne sürerek araya girmesiyle kaldırıldı.
Spotify, Epic Games gibi şirketlerin Apple gibi dev şirketlere açtığı davalar önemli. Bu davalar da olmasa saman altından su yürütmeye devam edecekler.
“Incel” kelimesini şimdiye kadar duymuş muydunuz? Sosyal medyayı çok sık kullanmama rağmen ben bu terimle yeni tanışıyorum. “Involuntary celibate” yani “gönülsüz bekar” anlamına geliyor. İstemesine rağmen romantik ilişkiye giremeyen erkekleri tanımlamak için kullanılıyor ve “insel” diye okunuyor. Incellerin aralarında kurdukları forumlarda ya da arkadaş gruplarında konu hep kendinden nefret etmeye, kadın düşmanlığı yapmaya, kendine acımaya gidiyor. Mesela daha dün gördüğüm bir örneği vereyim: 190 boyunda bir erkekle 150’li boylardaki bir kızın sevgili olduğunu gören ve kendini incel olarak tanımlayan bir erkek “170 boyundaki erkekler hep yalnız kalsın zaten, biz yalnız ölelim” gibi biraz da küfürlü dert yandığı bir dakikalık videoyu sosyal medya hesabından paylaşmış.
Şimdi bahsedeceğimiz haber incelleri de ilgilendirdiğinden kısaca bahsetmek istedim bu konudan. Kanadalı araştırmacılar kadınlara büyük düşmanlık duyan erkeklerin robotlarla cinsel ilişkiye girmeye daha çok ilgi duyduğunu tespit etmiş. Tespitlerini Journal of Social and Personal Relationships’de yayınlayan araştırmacılar çalışma için adı açıklanmayan bir üniversiteden 212 Kanadalı lisans öğrencisinin verilerini analiz etmiş. Öğrenciler cinsiyet, sosyal baskınlık, sosyal hiyerarşi, arkadaşlık, cinsel hayat ve diğer konularla ilgili birtakım soruları cevaplamış. Çalışmanın yazarlarının tespitleri şöyle:
Kadınlar robotlarla platonik ilişki, arkadaşlık kurmaya daha ilgili. Cevapları “karşı cins düşmanlığına” daha yakın olan kişiler, ki bunlar çoğunlukla erkeklermiş, robotlarla arkadaş olmaktan ziyade cinsel ilişkiye girmeye daha meraklı. Ontario Trent Üniversitesi Sosyal Psikoloji alanında doktora öğrencisi ve çalışmanın da yazarları arasında olan Connor Leshner PsyPost’a “İnsanlar genelde seks robotlarını daha çekici bulmuyor. Ama erkekler onlara kadınlardan çok daha fazla ilgi duyuyor. Bu durum özellikle erkekler kadınları kendinden aşağıda gördüğünde daha da belirginleşiyor” diyor.
Robotlarla seks ne alaka diyebilirsiniz ama son zamanlarda +18 amaçlı yapay zeka destekli sohbet robotlarında da bu robotları kullanan insanların sayısında da bir artış söz konusu. Yapay zekanın robotlara entegre ettiği bir durumda yalnızca ekonomik amaçlı kullanılmayacağı, incellerin “sentetik partnerleri” olacağı uzak bir ihtimal değil gibi. “Yalnız öleceğinden” korkan inceller için bir yol arkadaşı olabilir bu robotlar. Ama işin bir de gerçek kadınlardan iyice koptuğu için bu kişilerin topluma uyum sağlamasının giderek zorlaşması gibi bir boyutu var.
Bu haftadan itibaren bülteni bilim ve teknoloji alanında çıkmış iki yeni kitap ile bitireceğiz. İlk önerimizle başlayalım…
“Ölümden Sonra Yaşam” ünlü psikiyatr Elisabeth Kübler-Ross’un uzun yıllar boyunca ölüme yakın deneyim yaşayan yirmi binden fazla kişiyle yaptığı çalışmalara dayanan bulguları bir araya getiriyor. İnsanoğlunun varoluşundan beri cevap aradığı ölüme ve sonrasına dair soruları aydınlatırken ölüm anının evrelerini açıklıyor. Elisabeth Kübler-Ross bu kitapta ölmek üzere olan insanlara sevilen birinin ölümünü anlamaya ve bu acıyla başa çıkmaya yardımcı olabilecek şekilde ölüme dair bilinmezliğe ışık tutarak okuru ölüme korkuyla değil daha anlayışlı ve şefkatli bir sevgiyle yaklaşmaya davet ediyor. Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
Avrupa toplum modeli —refah ve sosyal koruma sistemi— birçok kişi tarafından taçtaki mücevher olarak görülür. Avrupa toplumlarına, toplumsal uyum ve zayıfların korunması gibi ayırt edici niteliklerini katan şey odur. Ancak son yıllarda Avrupa Birliği içindeki pek çok devlette toplum modeli büyük bir baskı altına girdi; örneğin işsizlik inatla yüksek kalmayı sürdürmekte. Buradan doğan gerilimler, bir bütün olarak Avrupa projesine yönelik memnuniyetsizliği kamçılayarak önerilen yeni Avrupa anayasasının reddedilmesinde doruğuna ulaştı.
Bu yüzden toplum modeli reformu acil bir meseledir. Ekonomik büyümeyi yeniden canlandırma çabasıyla el ele ilerlemesi gerekiyor. Geçen birkaç yılda Avrupa’da daha zayıf performans gösteren devletler, bununla daha etkili bir şekilde başa çıkabilmiş devletlerden çok şey öğrenebilirler. Ama küreselleşmenin etkisi, hızlı biçimde artmakta olan kültürel çeşitlilik ve değişen demografi dikkate alındığında daha radikal değişikliklerin üzerinde durulması gerekiyor. Yazar, geleneksel refah devletinin yeniden düşünülmesi gerektiğini savunuyor. Yaşam tarzı değişikliğini, “refah”ın anlamının merkezine taşımamız gerekiyor. Dahası çevre sorunlarının öteki vatandaşlık yükümlülükleriyle doğrudan ilişkilendirilmesi şart. Bu yeniliklerin de Avrupa’nın rekabetçi konumunun güçlendirilmesiyle eş zamanlı olarak yapılması gerekiyor.
Kitabı buradan temin edebilirsiniz.