İçişleri Bakanı duyurdu: Yeni yılın ilk operasyonunda 121 kaçak göçmen yakalandı
Savaşların ve ekonomik krizin körüklediği göçmen sorunu, dünyanın dört bir yanında ırkçılığa kaçan bir milliyetçiliğin fitilini ateşledi. Ülkelerindeki ekonomik krizi halka unutturmak isteyen liderler, göçmen nefretine sığınıyor. The Economist'in milliyetçilik konulu yazısını sizlere sunuyoruz.
Savaşın pençesinden kaçmaya çalışarak ya da para kazanma rüyasıyla tehlikeli yollara çıkan göçmenleri, ırkçılığa kaçan söylemlerde bulunarak halkının kendisinden farklı olana nefretini körükleyen liderler bekliyor. Bu liderlerin gerçekten bu kadar öfke dolu olup olmadığını kendilerinden başkası bilemez ancak kötüleşen ekonomiye rağmen vatan millet söylemleri tutturan devlet başkanlarının halkın gözünde değer kazandığı görülüyor. The Economist bazı liderlerin milliyetçiliği nasıl kendi çıkarları için kullandığını anlattı.
Tunus Devlet Başkanı Kays Said, bu yılın başlarında ülkesine Sahraaltı Afrika’dan gelen, kendi deyişiyle ‘kaçak göçmen sürüsünü’ hedef alan uyarılarda bulundu. Said’in söylediklerine göre göçmen kafilelerin iki amacı vardı: Tunus’un demografisini değiştirmek ve ülkedeki Arap çoğunluğun yerini almak. Siyahi Afrikalıların ‘şiddet, suç ve kabul edilemez davranışlar’ sergilediklerini de sözlerine ekledi.
Said, o günkü konuşmasıyla Tunuslulara açıkça ırkçı olma izni verdi. Birdenbire ülkedeki pek çok kişi, günümüzde tabu sayılan ırkçı hakaretleri kullanmakta bir beis görmemeye başladı. Ülke halkının kullanmaya başladığı ifadeler arasında siyahi insanlara yöneltilen ve ‘köle’ anlamına gelen çağ dışı bir kelime de yer almaktaydı. The Economist’in Ağustos ayında sokakta röportaj yaptığı yerel halkın çoğu bu ifadeyi kullanıyordu. Başkent Tunus’ta mobilya tamirciliği yapan Nizar, “Köleler bizim yerimizi alıyor” sözlerini dile getiriyordu. “Bütün işleri onlar kapıyor. Bu da yetmezmiş gibi, iç çamaşırlarıyla balkonda durup içki içiyorlar.”
Ülkenin üzerine bir nefret dalgası çökmüş durumda. Temmuz ayında Tunus’un Sfax şehrinde göçmenlerle çıkan bir arbedede bir Arap vatandaşın öldürülmesinin ardından çeteler, siyahi Afrikalıların bölgede kaldığı evleri ateşe verdi. Mülklerini kaybetmekten korkan ev sahipleri siyahi kiracıları evlerinden çıkardı. The Economist’in yaptığı ziyaret sırasında, yüzlerce Afrikalı göçmen şehrin merkezinde, korunabilmek için birbirlerine sokulmuş bir şekilde uyuyordu.
Gineli bir ressam olan Muhammad, çekiç darbesi izini göstererek “Kafama bakın” diye sözlerine başladı. Ellerinde taşlar ve molotof kokteylleri olan saldırganlar tarafından evinden çıkarıldığını, ardından polisin onu yakalayıp su bile vermeden çöle attığını söyledi. Kendisiyle aynı kaderi paylaşan birçok göçmen bu şekilde can vermiş ancak kendisi bir şekilde Sfax’a dönmeyi başarmış. Avrupa’ya gitmeyi çok istiyor.
Said’in konuşması tamamen bir kurmacadan ibaretti. Tunus’un demografisini değiştirmeye yönelik bir girişim mevcut değil. Başkanın hedef aldığı Siyahi Afrikalılar ülke nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturuyor, çoğu zaman da sadece bölgeden gelip geçiyorlar. Ülkede kalma sürelerinin uzamasının nedeni de, Akdeniz’i geçecekleri meşakkatli yolculuk için para biriktirmeye çalışıyor olmaları.
Ülkede ses getiren konuşmasını yapmadan önce Başkan Said, kötü giden ekonomi nedeniyle pek sevilmiyordu. Konuşmasından sonra ise destekçilerinin artmış olduğu görülüyor. Siyasi anketler tam anlamıyla güvenilir olarak nitelenemez ancak, kasım ayında yapılan bir ankette Başkan Said’in oy oranı yüzde 30’un altında kalırken, haziran ayında yapılan başka bir ankette bu oran yüzde 69’a kadar çıktı. Böylesine bir yükseliş de görmezden gelinemez.
Said, Tunusluları uydurma bir tehdit karşısında koruma sözü vererek ülke vatandaşlarını arkasına topladı. Ayrıca ülkenin kötü gidişatına dair kendisine yöneltilen suçlamaları da geçiştiren bir tutum sergiledi. Ekonomistler Tunus’taki enflasyonun büyük ölçüde hükümetten kaynaklandığını düşünseler de Sfax şehrinde ikamet eden Mustafa, bu konuda siyahileri suçluyor. Mustafa’nın gerekçesine göre ülkedeki siyahiler ekmeklere hücum ettiği için ekmek fiyatları artıyor. Bir sonraki seçimde o da Said’e oy verecek.
Said’in yaptığı nefret politikası işe yaramış gibi duruyor. Zira bu politika tüm dikkati kendisinden ve yaptığı tartışmalı faaliyetlerden uzaklaştırmış gibi. Said’in zamanında suçlandığı faaliyetlerden birkaçı basını sindirmek, yargıyı etkisiz kılmak ve yolsuzlukla mücadele gözlem kurumunu kapatmak. Kendisi, iyi ve şeffaf bir yönetim için gerekli olan denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldırarak öngörülebilir sonuçlar elde etmiş durumda. Said yüzünden Tunus daha ürkek, daha bağımlı ve yolsuzluğa batmış bir ülke haline geldi. Ülkenin Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından hazırlanan Yolsuzluk Algı Endeksi’ndeki puanı, 2021’den bu yana kötüleşti. Kötüleşme zamanı ne tesadüftür ki Said’in ülkenin genç ve umut dolu demokrasisini parçalamaya başladığı zamanlara tekabül ediyor.
Tunus’un gidişatı küresel bir trendi ortaya çıkarıyor aslında: liderlerin milliyetçiliği güç toplamak ve bu gücü kötüye kullanmak için bir araç olarak görmesi. Milliyetçilik bir zamanlar acımasız sömürge imparatorluklarını parçalamak için, bir nevi isyanın sembolü olarak kullanılan bir araçken, giderek hükümet gücü üzerindeki meşru kısıtlamaları ortadan kaldırmak için kullanılan bir araç haline getirilmekte. Neticede denge ve denetleme mekanizmalarından rahatsızlık duyan liderlerin tüm bu mekanizmaları ortadan kaldırmak için bahaneye ihtiyaçları olur. Basını sindirme ya da yargıyı etkisiz hale getirme gibi arzularını tabii ki açık açık dile getiremezler, amaçları sınırsız yetkiyi ellerinde bulundurmak olduğundan kurallara uymayı da külfet olarak görürler. Arzularına ulaşmanın en kolay yolu ise basını ve yargı mensuplarını vatan haini ya da dış güçlerin ajanı olmakla suçlamaktır.
Milliyetçilik, kavram olarak bakıldığında olumlu da olabilir olumsuz da. Olumlu olanı, yani ülkeye beslenen bağlılık ve sevgi, faydalı bir güç olabilir.
Yascha Mounk, ‘The Great Experiment: How to Make Diverse Democracies Work’ (Büyük Deney: Farklı Demokrasileri Nasıl İşler Hale Getirebiliriz) adlı kitabında milliyetçiliği, “Aksi takdirde çok az ortak noktası olabilecek insanlar arasındaki dayanışmanın en güçlü temelidir” diye yorumluyor. “En iyimser haliyle, Tennessee kırsalında yaşayan beyaz bir Hristiyan’ın Los Angeles’ta yaşayan Hispanik bir ateist için derin bir şefkat duymasına neden olabilir – ya da tam tersi şeklinde.” Yazar, milliyetçiliğin ülke sakinlerini birbirlerine kenetleyen bir çeşit bağ olarak beslendiğinde gayet faydalı hale gelebileceğini ifade ediyor. İyi huylu olduğu, etliye sütlüye karışmadığı ve birkaç Batı üniversitesi dışında tartışmaya da açık olmadığı için pozitif milliyetçilik neredeyse tüm politikacılar tarafından benimsenmekte. Hiçbiri ülkesini sevmediğini itiraf etmez zaten.
Asıl tehlike, negatif milliyetçiliği benimsediklerinde ortaya çıkar, yani yabancılara karşı korku ve şüpheyle yaklaşmayı benimsediklerinde. Burada söz edilen yabancılar, ülke dışındaki insanlar da olabilir, ülkedeki yerli azınlıklar da. Bu paranoyakça eğilim, belki de derinlerde yatan bir içgüdüye -kabileyi koruma arzusuna- dayandığı için kendini dışarı oldukça güçlü yansıtır.
İnsanlar ülkelerinin tehdit altında olduğunu hissettiklerinde, yurtlarını savunmak için ayaklanırlar. Bazen bu ayaklanma kendini kahramanca gösterebilir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna’yı işgal ettiğinde Ukraynalılar ona direnmek için çok şey feda etti. Halkın bu tutumu, aksi takdirde sömürge bir devlet haline gelecek olan Ukrayna’nın işine yaradı. İşgal, aynı zamanda Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin oy oranını da artırdı. İnsanlar, ülkelerinin savunmasına liderlik eden bu adamın etrafında toplanma ihtiyacı hissetti.
Fakat ne yazık ki, vicdan yoksunu liderler de bu gidişatın suni bir versiyonundan faydalanabileceklerini düşündüler. Ülkelerinin insanlarını uydurma tehditlere karşı savunma sözü vererek benzer oy artışları elde edebileceklerini keşfettiler. Putin, Ukrayna’ya yönelik saldırısının aslında ülkesini Batı düşmanlığına ve Ukraynalı Nazilere karşı savunmakla ilgili olduğunu iddia ediyor. Pek çok Rus da ona inanıyor. Savaşın Rusya’ya kan, mal ve uluslararası yalnızlaşma olarak dönen yüksek maliyetine rağmen, bağımsız anketler Putin’in destekçi oranının savaşı başlattığından bu yana yükseldiğini gösteriyor.
Paranoyak milliyetçiliğin temel açmazı belli. İster Tunus’taki göçmenler, ister topraklarına mayın döşenmiş Ukraynalılar olsun, paranoyak milliyetçilik hedef aldığı kesim için dehşet vericidir. Paranoyak milliyetçi rejimlerin sınır komşuları, tedirgin olmakta haksız sayılmaz. Tıpkı Rusya ya da Çin ile sınırı olan ülkelerde görüldüğü gibi.
Bu tarz milliyetçilik anlayışının bir diğer büyük açmazı ise daha az insanın fark edebileceği bir saatli bomba misali beklemede: Bağnazlığa dayalı siyaset, kötü yönetime ve yolsuzluğa zemin hazırlar. Daha az insan fark edebiliyor çünkü birçoğu, kötü yönetim ve yolsuzluğu fark edene kadar bu rejimin ninnisiyle uykuya dalmış oluyor. Putin, son yirmi yılda milliyetçi propagandayı körükledikçe yandaşları da Rusya’yı yağmalamaya devam ediyor. Rusya Devlet Başkanı belki de bu konuda verilebilecek en uç örnek, fakat asla tek değil. Nitekim, milliyetçilik ile yolsuzluk arasında açık bir istatistiksel bağ bulunmakta.
The Economist, İsveç’teki Göteborg Üniversitesi’ne bağlı bir araştırma kuruluşu olan V-Dem Enstitüsü’nün verilerini analiz etti. Enstitü, her yıl uzmanlardan dünyadaki hükümetlerin kendilerini seçmenlere ya da vatandaşlara nasıl akladıklarını açıklamalarını talep ediyor. Daha sonra, bu yolla elde ettiği verilerden bir ölçek oluşturuyor. Ülkeleri nüfuslarına göre gruplandırdıktan sonra ortaya çıkan sonuçlar, 2012 ve 2021 yılları arasında hükümetlerin kendilerini aklamak için milliyetçiliğe bel bağlamış vaziyette olduğunu gösterdi. (Sonuçları detaylandırmak gerekirse, milliyetçi unsurlar içeren ideolojilere bel bağlamışlar. Popülizm ve dincilik gibi yardımcı unsurlara da başvurulmuş olduğu görülüyor.) Ortalama bir vatandaş, elde edilen verilere göre devletinin yürüttüğü milliyetçilik politikası konusunda birdenbire bombardıman misali çok fazla değişkene maruz kaldı. Vatandaşın maruz kaldığı değişkenlerin ölçeği ancak Çin’in ‘Savaşçı Kurt’ diplomasisi güden Devlet Başkanı Şi Cinping dönemiyle kabaca izah edilebilir.
The Economist’in hükümetlerin ne kadar milliyetçi olduğuna dair araştırmalarından elde edilen bulgular, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2012-2021 yıllarına ait kamu sektörü yolsuzluk algılarına ilişkin verileriyle bir araya getirildi. İstatistiksel model ışığında görülüyor ki, hükümetlerin iktidarda kalmak için milliyetçi söylemlere bel bağladığı yerlerde, kamu sektörü çok daha fazla yolsuzluğa bulaşıyor. Ayrıca, 2012 yılına kadar geçmişe baktığımızda, ülkeleri zaman içinde kendileriyle karşılaştırdığımızda, daha fazla milliyetçi söylemin daha fazla yolsuzlukla, daha az milliyetçi söylemin ise daha az yolsuzlukla ilişkili olduğunu görmekteyiz. Bu bulguların, ülkelerdeki ortalama gelir seviyesi kontrol edildikten sonra da geçerliliğini koruduğu görülüyor. Ayrıca, ortalama gelirlerdeki değişikliklere ve dünya çapında artan milliyetçilik ve yolsuzluk eğilimlerine rağmen de sabit kaldıkları gözlemleniyor.
Bazı önemli istisnalar olsa da (örneğin Çin’in daha temiz ve daha şovenist bir ülke haline gelmesi), istisnalar milliyetçilik ve yolsuzluk arasındaki ilişkinin anlamından bir değer kaybettirmiyor. Milliyetçilikteki bir standart sapmalık artış, ülkeler arasında karşılaştırma yapıldığında yolsuzlukta 5,31’lik (0 ile 100 arasında) bir sıçrama ile bağdaşırken, ülkeler içinde karşılaştırma yapıldığında ise 0,13 puanlık bir sıçrama ile bağdaşmakta. Sonuncu veri göze küçük gelebilir ancak yolsuzluk verileri genellikle fazla değişime uğramaz. Sonuç olarak, gariptir ki, önce milliyetçilik anlayışının popülaritesinde görülen artış, gelecekte yolsuzluk verilerine de yansıyacak olan bir artışla örtüşmektedir.
“Neden böyle ola ki?” diye düşünebilirsiniz. “Milliyetçilik ve yolsuzluk neden böylesine kol kola hareket ede ki?” Çocuksu merakınıza ara vererek devam ediyoruz. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün başkanı Daniel Eriksson’a göre milliyetçilik, gücün kötüye kullanılmasını üç şekilde teşvik edebilir: Siyasetçiler makam kazanmak ya da makamda kalmak için milliyetçi tutkuları körükleyebilirler. Akrabalarına ya da yandaşlarına nüfuz sağlayarak devleti ele geçirmeye çalışabilirler. Kendilerini eleştirenleri vatan haini olarak damgalayarak kamu fonlarının yağmalanmasını önleyen denge ve denetleme mekanizmalarını zayıflatabilirler.
Milliyetçi söylemler her şekilde etkili olur, çünkü anlaşılmaları kolaydır ve herhangi bir politika önerisinden daha fazla duygulara hitap ederler. Seçmeni yumuşak karnından yakalarlar. “Bana oy verin, okullarda kademeli iyileştirmeler yapacağım!” hoş bir söylem olabilir fakat sıkıcı bir slogan olarak seçmene yansır. “Yandaki kabile bize saldırıyor!” ise her açıdan heyecan verici bir slogandır. Yani, tabiri caizse okullardaki kademeli iyileştirmeler insanları gaza getirmez ve pek çok açıdan sıkıntı çeken vatandaşların yaşadığı ülkelerde bireyler nitelikten çok gazla çalışır.
Paranoyak milliyetçilik söz konusu olduğunda düşman, pek çok şekilde karşımıza çıkabilir. Tunus’ta olduğu gibi göçmenler olarak karşımıza çıkabilir, ya da düşman, sadece jeopolitik bir rakip olduğu için de düşman olabilir. Mesela, Çin ve Rus propagandasından dolayı ABD de kimisine düşman olarak görülen taraflar arasında. Çok fazla ‘düşman’ kelimesi görmekten kafanız mı karıştı? Paranoyak milliyetçilikle yatıp kalkan ülkelerin çaresiz vatandaşları da sizin gibi hissediyor olabilir. Azınlıksanız bile düşman olabilirsiniz, örneğin Hindistan’ın iktidar partisi, ülkedeki nüfusun yüzde 15’inden azını oluşturan Müslümanların Hindu çoğunluk için bir tehdit oluşturduğunu iddia ediyor. Paranoyak milliyetçilik için düşman, her seferinde en kıvrak, en görünmez, bazen de en var olmayandır adeta.
Düşman, bazen kavramlar da olabilir. Örneğin kültürel değişim de düşmanın ta kendisi olabilir. Birçok milliyetçi lider, insanlara farklı gelen her yeni sosyal eğilimi yabancı, hatta yabancıların ülkelerinin değerlerini yıkmaya yönelik kötü niyetli bir girişimi olarak tanımlar. İran rejimi bu argümanı kadın hakları konusunda kullanıyor; Uganda’nınki ise eşcinsellere hoşgörü konusunda. İlliberal rejimler karşı çıktıkları değerleri yabancılıkla tanımlamayı alışkanlık haline getirmişler, böylelikle kendilerini açıklama yapma zahmetine sokmalarına dahi gerek kalmaz.
Her milliyetçi liderin kendine has özellikleri bulunur, kendi ağızlarından çıkan söylemlere ne kadar inandıklarını ise kendileri dışında kimse bilemez. Halka aşıladıkları paranoyak milliyetçilik algısı ise her şekilde onlara güç kazanmaları, bu gücü pekiştirmeleri ve kötüye kullanmalarını gizlemek için gerekli imkanları sağlar.
Nikaragua’yı düşünün. Başkanı Daniel Ortega bir zamanlar devrimci bir Marksist’ti. Kendisi 1979’da iktidara geldi ama 1990’daki seçimi kaybetti. İktidarı yeniden kazanmaya ve elinde tutmaya kararlı olan Ortega, Marksizm yanının sesini kıstı, Amerikan karşıtlığının dozunu iyice yükseltti. Bunun sonucunda 2006’da bir seçim daha kazandı ve o zamandan bu yana demokrasiyi giderek kısıtladı.
Kampanyasına öcü olarak seçtiği unsur ise kurnazcaydı, itiraf etmek gerek. ABD 40 yıl önce ülkesindeki şiddet yanlısı devrimcileri gerçekten de desteklemişti. ABD tehdidi Nikaragua için çoktan ortadan kalkmış durumda ancak Başkan Ortega hala muhaliflerinin ‘Nikaragualı olmayı uzun zaman önce bırakmış Yankee imparatorluğunun ajanları’ olduğunu iddia ediyor. Şubat ayında 300’den fazla muhalifin vatandaşlıklarını elinden aldı.
Eriksson’ın çizdiği yolu izleyen Başkan Ortega, akrabalarını iktidar mevkilerine getirdi. Başkan yardımcısı ve muhtemel halefi eşi Rosario Murillo. Dokuz çocuğundan sekizi ülkeyi yönetmelerine yardımcı oluyor. Oğulları Laureano başkan danışmanı, ülke sınırları boyunca 50 milyar dolarlık bir kanal inşa etmek için Çinli bir firmayla yapılan müzakereleri yönetmekle görevliydi. Proje, 2015 yılında usulsüzlük iddiaları nedeniyle başarısız oldu. Laureano aynı zamanda bir opera sanatçısı fakat opera hayranlarının hepsi onun yeteneğine ikna olmuş değil. Zamanında bir eleştirmen kendisinin sesini ‘doğum yapan bir keçinin feryatlarına’ benzetmişti. Ancak Nikaragualı vergi mükellefleri tarafından desteklenen bir vakıf tarafından yönetilen operalarda düzenli olarak başrolde yer alıyor.
Ortega ailesi Nikaragua’daki ana televizyon kanallarını da yönetiyor. Bu sayede haberleri kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebiliyorlar. Her şekilde kazançlı çıkıyorlar. Nikaragua hükümeti 2018-2020 yılları arasında Ortegaların sahip olduğu yahut kontrol ettiği en büyük üç televizyon kanalından tahmini 59 milyon dolar değerinde reklam hizmeti satın alırken, onlara bağlı olmayan kanallarda 230 bin dolar gibi cüzi bir harcama yaptı. Toplamda ailenin enerjiden emlak sektörüne kadar 22 şirketi ellerinde tuttuğu düşünülmekte. Nikaragua, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün ölçeğinde 2012 yılına kıyasla on puan daha fazla yolsuzluğa batmış durumda ve şu anda listede Kongo’dan daha alt sıralarda yer alıyor.
Daha zengin, daha köklü demokrasilerde de paranoyak milliyetçilik, dışarıdan gelenlerin dikkat çekip ulusal siyasete girmeleri ya da zirvede kalmaları için hızlı bir yol sunuyor. Mayıs ayında Macaristan başbakanı Viktor Orban muhafazakar bir konferansta “Hepimiz saldırı altındayız” sözlerini söyledi. Macarları göçe, İslam’a ve eşcinsel haklarına karşı koruyacağına yemin etti. Komşu ülkelerdekiler de dahil olmak üzere tüm etnik Macarları birlik içinde olmaya teşvik etti. Tüm etnik Macarlara emekli maaşı veriyor ve seçimlerde oy kullanmalarını sağlıyor, haliyle onlar da kendisine oy verme eğiliminde. Milliyetçi anlayışı körüklemesi, kendisinin tamı tamına dört seçim kazanmasını sağladı.
Artık büyük ölçüde Başkan Orban’ın yandaşları tarafından kontrol edilen Macar medyası, kendisinin komplo iddialarını papağan gibi tekrarlıyor. Avrupa Birliği’nden gelen yardım paraları dostlarının cebine akarken ve devlet varlıkları müttefiklerinin kontrolündeki vakıflara aktarılırken ehlileştirilmiş mahkemeler çok az ses çıkarır halde. Orban’ın eski okul arkadaşı olmasıyla tanınan ve sıradan bir boru tesisatı işi yapan Lorinc Meszaros, Forbes tarafından 1,4 milyar dolar olarak tahmin edilen servetiyle Macaristan’ın en zengin adamı haline geldi.
Macaristan’da ve başka yerlerde milliyetçilik, denetim ve dengeleri zayıflatmak için kulağa inandırıcı gelen bir bahane niteliğinde kullanılıyor. Sayesinde denetim kurumları ‘ajanlar’ olarak tanımlanabilir ve kolayca etkisiz hale getirilebilir. Dürüst kamu görevlileri ‘vatan hainleri’ olarak damgalanabilir ve yerlerine ‘vatanına sadık kişiler’ getirilebilir. Şüpheli anlaşmalar ulusal güvenlik adı altında gizli tutulabilir.
Putin, bu yaklaşımın öncülerindendi. Kendisi 2012 yılında yurt dışından para yardımı alan sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerini kısıtlayan bir yasa çıkardı. 2022 yılında ise bu yasanın kapsamını genişletti. Genişletilen yasa kapsamında devlet, artık ‘yabancı etki altında’ olduğunu düşündüğü herhangi bir kişi ya da grubu ‘yabancı ajan’ (‘casus’ gibi de düşünülebilir) ilan edebilecekti. Sözde ‘ajanlar’ artık her türlü siyasi faaliyetten men edilebilir ya da en basit tabirle etkisiz hale getirilebilirdi.
Putin yönteminin bileşenleri dünya çapında yaygın bir şekilde taklit edildi. Uluslararası Af Örgütü’ne göre son yıllarda en az 50 ülke sivil toplumu engellemeye yönelik kurallar yürürlüğe koydu. Daha genel anlamda, The Economist’in kardeş kuruluşu Economist Intelligence Unit tarafından yapılan ölçümlere göre, 2012 ve 2022 yılları arasında Yolsuzluk Algı Endeksi’nde kritik bir kötüleşme gösteren 31 ülkenin yüzde 80’i aynı zamanda sivil özgürlüklerin varlığında da bir kısıtlama kaydetmiştir.
Denetleme kuruluşlarının ‘yabancı ajan’ olarak etiketlenmesi çalışmalarını engellemekte. Tedirgin yerel bağışçılar mücadeleci STK’ları desteklemekte isteksiz davranıyor; reklamverenler, markalarının çağrışımlarla lekelenmemesi için bağımsız medyadan uzak duruyor. Hindistan, Yabancı Katkıları Düzenleme Yasası’nı Oxfam’dan Greenpeace’e kadar pek çok grubu taciz etmek ve susturmak için kullandı. Çin’in ‘yabancı etki’ kuralları, Komünist Parti’yi rahatsız edebilecek her türlü yabancı bağlantılı STK’nın faaliyetlerini kısıtlıyor.
Temmuz ayında Zimbabve Devlet Başkanı, ‘Zimbabve’nin egemenliğine ve ulusal çıkarlarına kasten zarar verirken’ yakalananlara uzun hapis cezaları uygulanmasını mümkün kılan bir ‘Vatanseverlik Yasası’ imzaladı. Muhalefet, geçen hafta yapılan ve iktidar partisinin haksız bir şekilde ‘kazandığı’ seçimler öncesinde hükümete yönelik eleştirilerin suç sayıldığını söylüyor.
Adına rağmen, yasa tasarısı Zimbabve’yi daha kötü bir hale sokmak için tasarlanmış gibi gözüküyor. Bu durum, hırsız bir iktidar partisinin başlıca denetçisi olan sivil toplum mensupları için dışarı ile her türlü iletişimi tehlikeli hale getirmekte. Bağımsız bir gazeteci yabancı bir diplomatla konuşursa, yerel bir seçim izleme grubu uluslararası bir grupla veri paylaşırsa ya da yolsuzlukla mücadele izleme grubu yurtdışındaki bir uzmandan tavsiye isterse hapse girebilir. Üstüne üstlük bu yasa, savcıların görevlerini kötüye kullanan kişilerin davranışlarının uygunsuz olduğunun farkında olduklarını kanıtlamalarını da zorunlu kılıyor, dolayısıyla zorba yetkililerin cezalandırılması da zorlaşıyor. Bir kişinin bir eylemi gerçekleştirirken ‘farkında olduğunu’ nasıl kanıtlayabilirsiniz ki?
Her ülkede iktidardakiler, milliyetçi ya da mezhepçi argümanların, mevcut duruma meydan okuyanları bezdirmek ya da görevden uzaklaştırmak için kullanılabileceğini keşfetti. İran’ın yozlaşmış teokrasisi, tüm cumhurbaşkanı adaylarının kendi İslami dindarlık tanımına uymasında ısrar ediyor mesela. Bu nedenle 2021 yılında İran, aralarında bütün olası reformcuların da bulunduğu 585 kişiyi seçimden men etti ve sadece yedi kişinin aday olmasına izin verdi. Polonya’da çıkarılacak yeni bir yasa, Rusya’dan gereğinden fazla etkilendiği düşünülen siyasetçileri görevden men edebilecek bir içerik barındırıyor; yasanın muhtemel hedefi, muhalefetin önde gelen adaylarından biri olan ve hiç de Rusya yanlısı olmayan Donald Tusk. Polonya’da milliyetçi iktidar partisinin göreve geldiği 2015 yılından bu yana, ülke Yolsuzluk Algı Endeksi’nde sekiz puan kadar kötüleşti.
Daha milliyetçi bir hükümet mutlaka daha yozlaşmış bir hükümet anlamına gelmez. Bir ülkenin en azından bir süreliğine fazla hamaset yapması ve daha kirli hale gelmemesi mümkün. Ancak uzun vadede, eğer bir lider milliyetçiliği denge ve denetleme mekanizmalarını aşındırmak için kullanırsa, etrafındaki insanların yahut kendisinden sonra gelenlerin yağma yapması daha kolay hale gelir. Bu durum, paradan çok güçle ilgilenen milliyetçi bir otokrat olan Robert Mugabe’nin yandaşları tarafından yapılan yağmayı durdurmayı başaramadığı ve nihayetinde onlar tarafından iktidardan indirildiği Zimbabve’de yaşandı.
Dolayısıyla, başlangıç noktası ne olursa olsun, paranoyak milliyetçiliğin ülkelerin yönetimlerini bozma ve istikrarsız hale getirme eğiliminde olduğunu söylemek mümkün. Nobel ödüllü ekonomist Abhijit Banerjee’nin ortaklaşa yazdığı bir makale, seçmenlerin adayları dürüstlük ya da yetkinlik yerine etnik kökene göre seçtiklerinde, daha az dürüst ve daha az yetkin temsilciler elde ettiklerini ortaya koydu.
Columbia Üniversitesi’nden Andreas Wimmer, yaklaşık 500 iç savaştan elde ettiği verilere dayanarak, siyasi partilerin etnik temelli olduğu durumlarda iç savaş olasılığının neredeyse iki kat daha fazla olduğunu belirtiyor. Söz konusu ülke ne tam bir diktatör rejimiyle, ne de tam bir demokrasi rejimiyle yönetiliyorsa istikrarsızlığın belki de 30 kat daha olası olduğunun da altını çiziyor.
Uzun lafın kısası, bir lider kan ve toprak çağrısında bulunduğu takdirde ortalığın kanlı ya da çamurlu olması sizi şaşırtmamalı.
Türkçeye çeviren: Bengisu Seçilmiş