Yaza yaklaşamadık: Ankara ve Antalya’da sağanak, Maraş’ta hortum!
Kartal’a vardığımızda bize yıllar önce boşaltılmış ve hiç bakım görmemiş bir binayı gösteriyor İnsan Kaynakları yöneticimiz. İçini geziyoruz, duvarlarda çatlakları görünce direktöre dönüp, kamyonu boşaltmayın, biz geri Merter’e dönüyoruz diyorum çok hızlı bir kararla.
‘Müdür olmak ya da olmamak’ hiç derdim olmadı benim. Pozisyondan bağımsız, işin ne olduğu ve işe yarattığım katkıyla ilgiliydim hep. Kendimle ilgili en iyi bildiğim, aynı yerde, aynı işi çok uzun süre yapmayı sevmediğimdi. Patronum bunu keşfetmiş olacak ki her sene bana başka bir pozisyon teklif ederdi. Bu bir sene pazarlama, bir sene satış ya da yeni proje işleri olurdu. Bu iş tekliflerini de genellikle seyahatte veya yolda olduğum zamanlarda gelen telefonlarla bildirirdi. İyi tanırdı beni, ilk işim olan İngilizlerle proje yaparken de ilk patronumdu. Pazarlamanın başına geçince bana da ‘Gel’ demişti.
Ankara’da satış ekibine bir kampanya anlatmak için gittiğimde Ankara Bölge Müdürlüğü’ne gelen bir telefonla Satış Bölge Amiri olarak atandığımı öğrenmiştim. Bölge asayişinden ben sorumlu olacaktım sanırım. Üstelik Kasımpaşa, Okmeydanı, Tarlabaşı, Kurtuluş ve Kemerburgaz gibi ‘dar’ bir bölgenin satışından sorumlu olarak.
İlk defa müdür oluyorum Marmara Bira’da. İşe başladığım tarihten tam 8 yıl sonra, yıl 1998 hatta günü de 23 Nisan olarak hatırlıyorum. Kartvizitimde Marmara Bira Satış Müdürü yazıyor artık. Müdürlük çok önemli bir pozisyon, yıllarca beklemek lazım o yıllar. Ben 28 yaşındayım o sıralar, diğer satış müdürleri ise en az 40’lı yaşlardalar.
Ve ilk defa bana özel araba ve ta ta taaa!! Asistanım oluyor! Adı Perihan, ilk asistanlık işi ve sadece bana değil tüm ekibe destek oluyor. Hatta sadece asistanlık yapmıyor, ne iş varsa onu yapıyor en çok da rapor hazırlıyor. Çok emeği geçmiştir bizim ekibe.
Hayat ne kolay: Uçak biletlerini alacak, masraf beyanlarını hazırlayacak, raporlarını yazacak biri var artık. Çok havalı. Ve artık bir Honda Civic’e bineceğim.
Ama ekip çok beklenmedik bir şekilde ve sıfırdan kurulduğu için odamız yok. Ayrı bir şirket gibi yöneteceğiz bu yeni markayı, ana şirkete bağlı ama bağımsız. Yeni bir karar merkezi olarak, İngilizlerin deyimiyle bir ‘business unit’ modeli.
Ekibin çoğunluğu başka şehirlerde ve üstelik rekabet ettiğimiz diğer markanın satış ekibi ile aynı odalarda oturuyor. Aldığımız kararları ya da yapacağımız aksiyonları konuşamıyoruz bile masamızdan. Çünkü alacağımız aksiyonlar onların da bölgeleri ve noktaları aynı zamanda.
Biz de İstanbul ekibi olarak, Merter’deki binamızda eski masalarımızda oturuyoruz.
O yıllarda çok toplantı odalarımız yoktu, her katta bir tane belki vardı. Masa başlarında oturulup, toplanıp konuşulurdu. Dolayısıyla toplantı odasına geçip çalışalım gibi bir şansımız da yok. Ortak çalışma alanları ya da kolektif çalışma ofislerinin adını bile duymamışız.
Yan masalarda rakip marka için çalışan ekipler! Ve biz onların bölgesinde hangi kampanyayı yapacağımızı birbirimize dudak ve göz hareketleri ile anlatmaya çalışıyoruz. Casus gibi bakıyoruz birbirimize: “Bu böyle yürümez!”
Tam o günlerde üst düzeylerin odalarının bulunduğu 3. kattaki Bilgi Sistemleri bölümü ile ilgili bir karar çıkıyor. Holding tüm şirketlerin Bilgi Sistemleri bölümlerini birleştiriyor ve şirketleştiriyor. Onları da beraber çalışacakları yeni ve daha büyük bir ofise taşıyor.
Ben hemen bağlı olduğum kişinin kapısında yatmaya başlıyorum. İşi bana veren ve bana her zaman destek olan biri olarak, haklı sebeplerimi dinledikten sonra eski IT bölümünün ofisi tamamen bizim 6 kişilik ekibe veriliyor.
Aynı büyüklükte bir odada o güne dek 7 kişi çalışırken yeni odaya tek başıma geçiyorum. Diğer ekip üyeleri de oldukça büyük bir odaya yerleşiyor. Toplantılarımızı benim odada yapıyoruz. Oda o kadar büyük ki.
Şirket içinde dikkatler bize daha çok çevriliyor. Başkan katında ofisimiz var ve hummalı bir çalışma içindeyiz. Bizi görenler, düşmanı İzmir’den denize döken ekipte çalıştığımızı düşünebilir.
Döküyoruz da. Önümüze gelenin kim olduğuna bakmadan her bölgede iki elin parmaklarını geçmeyecek ekip sayımızla saldırıya geçiyoruz. İşler öyle kolay değil bunu biliyoruz. Yaz sezonu en önemli aylar, o dönem sattık sattık. Ama tüm turizm bölgesine bakan iki satışçı arkadaşımız var. Rakiplerde ise sadece Bodrum’a bakan 3-4 kişi var. Kısacası bir kişiyle en az 15 kişiye karşı satış yapacağız.
Strateji yapıyoruz, ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır ve o satıh bütün vatandır’dan ilham alıp Sakarya Savaşı edasıyla atağa başlıyoruz. Önce Turunç’u hedefliyoruz, her yere saldırırsak kaybederiz. Sabah bir bölgeye girip tamamını alıp ve iyi noktalara biramızı sokup akşam oradan çıkıp yeni bölgeye geçeceğiz. Diğerleri oraya gidip ne yaptığımızı anlamaya çalışırken otobüslere atlayıp başka bir yerde biz aynı işlemi yapacağız.
Ankara’dan, Adana’dan, Samsun’dan Türkiye’nin her yerinden ekibi Turunç’a çağırıyoruz ve sabah 6‘da otogarda buluşuyoruz. Bölge ve noktaları paylaşıp işe koyuluyoruz. Akşama ise mola vermeden işimizi bitirip bira fıçılarımızı takıp ayrılıyoruz.
Ertesi gün işe gittiğimde Ülke Satış Direktörü’nün odasında bekleniyorum. Önceden tahmin ettiğin toplantılara ve konuşmalara kendini hazırlarsan hiçbir zaman problem olmaz.
Öyle yapıyorum, gelecek sorulara ve eleştirilere cevaplarımı hazırlıyorum. “Beni çağırmışsınız. Evet yaptık, bize bir bütçe verildi ve işimiz bu, başka sorunuz var mı? Üstelik yapmaya devam edeceğiz. İyi sezonlar” deyip çıkıyorum.
Gerçek rakibin yapamadığını biz yapıyoruz, çok iyi bir sezon geçiriyoruz. Takım oluyoruz, bayilerle, satışçılarla satış noktalarımızla hedefe kilitleniyoruz.
Üstelik tam da o yaz eşim hamile ve ilk kızımızı bekliyoruz. Cumartesi doğum için hastaneye giriyoruz, kızım dünyaya geliyor. Hastanedeki ikinci gecemizde deprem oluyor, o büyük deprem. Eşimi ve kızımı kucaklayıp arabaya iniyoruz. Hastanenin otoparkında arabadayız ilk gece, ne aile büyüklerinden ne de ekipten haber alamıyorum.
Ertesi gün eşimi ve kızımı eve bırakıp, ofise gidiyorum. Çok şükür herkes iyi. Çalıştığımız bina dere kenarında ve ciddi çatlaklar var. Ofisi boşaltma kararı alıyorlar.
Çok hızlı bir şekilde binaya girip eşyaları kolileyip nereye taşınacağımızı görmeden kamyona yüklüyoruz. Kartal’da otomotiv grubunun boşalttığı eski binaya doğru arabalarımıza atlayıp yola çıkıyoruz. Bunların hepsi bir günde oluyor.
Kartal’a vardığımızda bize yıllar önce boşaltılmış ve bir daha hiç bakım görmemiş bir binayı gösteriyor İnsan Kaynakları yöneticimiz. İçini geziyoruz, duvarlarda bazı çatlaklar görünce direktöre dönüp, kamyonu boşaltmayın, biz geri Merter’e dönüyoruz diyorum çok hızlı bir kararla.
Merter’de deprem sonrası fabrikanın bahçesinde yeni elden geçirilen ve dekore edilen konferans salonunda çalışırız biz diyorum. Ne bir toplantı, ne bir telefon görüşmesi. Aklımdaki tek şey, ekibi oraya sokup “Burada çalışacağız” diyemeyeceğim.
Arabalara atlayıp kamyonun peşine takılıp Merter’e dönüyoruz. Tüm kolileri eski konferans binasına yerleşiyoruz. Belki de herkesten uzak ve bağımsız kendi kararlarımızı kendimiz aldığımız o iki yüz metrekarelik boş bir alanda en iyi işlerimizi yapıyoruz.
Herkesin masası yan yana ve iletişim en üst düzeyde. Sonda benim masa, yanımda Perihan, karşıda ve yanlarda satış ve pazarlamadan genç arkadaşlar. İşimize odaklanıyoruz, çoğu zaman seyahatlerdeyiz zaten.
Tam bir buçuk yıl sonra toplantıya çağrılıyorum. Markamız büyümüş, hedeflediğimiz şehirlerde iyi bayilerimiz ve satışlarımız var, ekip sayımız işlerle beraber artmış.
“Görev tamam” diyorlar, “Bir takım kur ve iki satış ve bayilik ekibini birleştir. Artık rekabete karşı nasıl davranacağımızı öğrendik” diyorlar. Takım ve bayiler ne olacak? ilk sorum bu.
Geçen sene arabayla yola çıkıp her tabelada durup bayi yapmak için uğraştığımız güzel insanlar. Onların neredeyse tamamını ana bayi yapıp iki markayı da veriyoruz. Ekipten de arkadaşlara daha iyi işler ve daha büyük bölgeleri seçmeye çalışıyoruz. Yine de çok zor oluyor.
Büyük bir yük ve üstelik ben ne yapacağım diye bile sormadan, bu işi başladığım gibi iyi bir şekilde bitirmeye gayret ediyor ve ana şirketle birleştiriyorum.
Yalnız değilim, çok sevdiğim ve aklına güvendiğim bir arkadaşla gizli bir şekilde yapıyoruz birleştirme işini. En adaletli şekilde olması için sabahlara kadar harita üzerinde isim isim, köy köy çalışıyoruz ve teslim ediyoruz. Önerdiğimiz gibi sonuçlanıyor sayısız toplantılar sonrası. İçim biraz buruk, ama yaptığımız iyi işler ve tanıştığım iyi insanlar bana destek oluyor.
Kendi işimi kapatıyor gibi hissediyorum biraz da. Hem üzgün, hem gururlu.