BluTV’nin yeni gözdesi Magarsus’a geri sayım
Bayram tatilinde ve bu sıcak havalarda dijital platformlar iyi vakit geçirmek için bir seçenek olacağa benziyor.Platformlarda da her zevke göre dizi var: Benedict Cumberbatch'li 'Eric', Haluk Bilginer'li 'The Veil', 'House of the Dragon' öne çıkanlar
1980’lerde New York deyince insanın aklına kirli ve çöp dolu sokaklar, seks işçileri, yüksek suç oranı, sokakları işgal etmiş evsizler, uyuşturucu, yolsuzluk ve yoldan çıkmış polisler geliyor. 80’ler aynı zamanda ABD’de AIDS hastalığının özellikle eşcinseller arasında salgın gibi yayıldığı ve çağın vebası zannedilerek eşcinsel camiaya karşı ötekileştirme ve homofobinin de tavan yaptığı yıllar. 90’lı yıllarda şehrin başına belediye başkanı olarak meşhur Rudy Giuliani geliyor ve kendine tarz yöntemleriyle (şiddet ve acımasızlık) şehrin sokaklarını suçtan, uyuşturucudan ve evsizlerden temizliyor.
2000’lerin başında So-Ho’da yaşarken artık Meat Packing District (Et Toplama Bölgesi) bile 20’li yaşlarında genç bir kadının gece yarısı dahi tek başına gezebileceği kadar güvenliydi. Yine de şehrin sakinleri hâlâ 80’li yıllarda Manhattan’ın nasıl korkunç bir yer olduğunu sık sık anlatırlardı. Şehir halkının belediye başkanı ile bir aşk ve nefret ilişkisi vardı. Bir yandan neredeyse sıfırlanan suç oranı ve tertemiz sokaklar için adama büyük hayranlık duyuyor, bir yandan da kulaktan kulağa; Giuliani’nin kışın en soğuk, en karlı günlerinde evsizlerin sığındıkları belediye barınaklarını kilitlediğini, o yüzden evsizlerin donarak öldüğünü ve sokakların bu şekilde temizlendiğini anlatıyorlardı.
Başrolünde eşsiz benzersiz bir oyuncu olan Benedict Cumberbatch’in oynadığı ‘Eric’ tam da 80’lerin o berbat zamanlarında Manhattan’da geçiyor. Susam Sokağı vari bir kukla-çocuk programı yapımcısı olan Vincent (Benedict Cumberbatch) karısı Cassie (Gaby Hoffman) ve dokuz yaşındaki oğlu Edgar ile birlikte Manhattan’da yaşıyor.
Daha dizinin başlangıcından itibaren “Ne çeşit bir insan dokuz yaşındaki çocuğunu böyle bir yerde yaşatır?” diyorsunuz ve zaten kısa bir süre içinde Vincent’ın nasıl bir insan olduğunu anlıyorsunuz: Bencil, asabi, öfke kontrol sorunu olan, yetenekli olduğu için ve aile servetini terk ettiği için kendisini etik olarak herkesten üstün zanneden, empati yoksunu, kırıcı, saldırgan, düşüncesiz ve ailesine karşı ilgisiz bir adam. Şahsen bana bu özellikleri sayıp sence bu kişiyi hangi aktör oynamalı deseydiniz sayacağım ilk üç isimden biri Benedict Cumberbatch olurdu. Soğukluk, ukalalık ve sevimsizlik ustası Bay Cumberbatch, Vincent rolünde harikalar yaratıyor, bu rolü için ödül kazanmazsa şaşarım.
Nitekim korkunç bir bölgede yaşadıkları ve kendi karı-koca kavgalarına kapılıp dokuz yaşındaki çocuklarını okula tek başına yürüyerek gönderdikleri için Edgar okuldan eve dönmüyor ve ortadan kayboluyor. Edgar ortadan kaybolduktan ve polisin günlerce aramasına rağmen çocuğun kanlı tişörtü dışında bir şey bulunamadıktan sonra Vincent alkolün dibine vuruyor ve zaten bozuk olan psikolojisi iyice kontrolden çıkıyor. Arkadaşları ve karısı yavaş yavaş deliren ve kaybolmadan önce babasının TV programı için çizdiği dev kuklayı sürekli yanında görmeye başlayan Vincent’ten tamamen uzaklaşıyorlar. Yine de, herkes Edgar’dan umudunu kesmişken babası, belki de ağır suçluluk duygusu ile oğlunun hayatta olduğundan hiç umut kesmiyor ve Edgar’ı aramaya devam ediyor.
Muhteşem oyuncularla bezenmiş karakter odaklı bir drama ve dönem eleştirisi olan Netflix’in ‘Eric’ini özellikle Cumberbatch ve drama severlere tavsiye ederim.
Genellikle en sonda yazdığımı bu dizi için en başta yazma ihtiyacı duyuyorum. Claire Danes ve Damien Lewis’in ‘Homeland’ dizisini sevenler ‘The Veil’i de beğenecektir. Arka arkaya, hiç durmadan, bize soluk dahi aldırmadan gösterime giren polisiye-cinayet-kim yaptı dizilerinden sonra bu hafta farklı türlerde diziler yazıyor olmaktan inanın ben de oldukça mutluyum.
Hikayemiz Suriye-Türkiye sınırındaki bir mülteci kampında başlıyor. Kampta çoğunlukla IŞİD’den kaçmış ve sağ olarak kurtulmuş olan Ezidi kadınlar yaşıyor. Bir gün kampa bir BM gıda yardımı kamyonu geliyor ve Adile El İdrisi adında bir mülteci kadın kamyonun kasasına atlayarak, çuvalları öncelikli olarak küçük çocuğu olan kadınlara dağıtmaya başlıyor ve tam o sırada bir Ezidi kadın kendisini tanıyarak “IŞİD’li” diye bağırıyor. Kamptaki kadınlar hep beraber Adile’ye saldırıp linç etmeye başlıyorlar. Karnından da bıçaklanan kadın son dakikada askerler tarafından kurtarılarak bir çadıra hapsediliyor.
Biz bu arada kadının gerçekten de çok az rastlanan “üst düzey IŞİD’li bir kadın yönetici” olduğunu ve dolayısı ile tüm dünya istihbarat servisleri için çok değerli olduğunu öğreniyoruz. Fransız, İngiliz ve Amerikan istihbaratı aynı anda Adile’nin peşine düşüyor ama kampa ilk ulaşan İngiliz MI6 ajanı Imogen Salter oluyor. (‘The Handsmaiden’ın Elisabeth Moss’u) Cesur, becerikli, donanımlı ve kararlı kadın ajan, Adile’yi kamptan çıkartmayı başarıyor ve beraber Türkiye’den Paris’e oradan da Londra’ya uzanacak uzun bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu tehlikeli fiziksel yolculukta, kendileri de oldukça tehlikeli olan bu iki kadın birbirlerinden bilgi almaya çalışırken tuhaf bir şekilde yakınlaşıp kendilerini dönüştürecek bir içsel yolculuğa da çıkıyor ve geçmişlerlerini sorgulamaya başlıyorlar.
İçsel dönüşüm falan deyince dizinin bir drama olduğunu zannetmeyin sakın, dizi yüksek tempolu bir aksiyon dizisi. Türün meraklıları bol bol kovalamaca ve kavga dövüş izleyecekler ama bu aksiyonun altında iyi yazılmış iki kadın hikayesi ve hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkan iyi bir mizah da var. Yani patlayan arabalar, havaya uçan köprüler falan izlemek için geldiyseniz doğru yerdesiniz ama dizi size beklediğinizden biraz daha fazlasını verecek özellikle de Türk izleyicisine… Dizinin İstanbul’da geçen bölümünde Türk izleyiciyi Haluk Bilginer sürprizi de bekliyor.
Disney +’ın ‘The Veil’ dizisi onlarca polisiye-detektiflik dizisi arasında bunalan izleyiciye eski usül bir casusluk hikayesi ile iyi bir aksiyon izleme fırsatı veriyor. Suriye’de başlayıp İstanbul’dan da geçerek Londra’ya uzanan, gayet iyi oyunculuklarla desteklenmiş bu hikayeyi türü sevenlere kesinlikle tavsiye ederim.
Dünyanın en çok izlenen, en çok ses getiren ve üzerinde en çok konuşulan dizilerinden birisi olan ‘Game of Thrones’a bir geçmişi anlatan hikaye çekmek cesaret isteyen bir işti. Çünkü ‘Game of Thrones’ sadece hikayesiyle değil karakterleriyle de insanları büyülemişti. Dolayısıyla yeni dizinin Daenerys Targaryen, Arya ve John Snow gibi ikonlarla yarışabilecek karakterler de yaratabilmesi gerekliydi. Neyse ki dizi bunu başardı ve çoğu seyirciyi hayal kırıklığına uğratmadı.
‘House of the Dragon’, George R.R. Martin’in 2018’de yayımlanan ‘Ateş ve Kan’ kitabına dayanıyor ve ‘Game of Thrones’ta yaşanan olaylardan yaklaşık 200 yıl öncesinde olanları anlatıyor. Dizi Targaryen ailesinin çöküşüne sebep olan o ve ‘Ejderhaların Dansı’ olarak bilinen, Targaryen ailesinin taht için adeta bir iç savaş yaşadığı döneme ışık tutuyor.
Dizinin ilk bölümü 2022 yılında HBO’da yayımlandığında 10 milyondan fazla kişi tarafından izlendi ve bunun HBO için bir rekor olduğu söylendi. Dizi yayımlandığı yıl Altın Küre’de En İyi Drama Dizisi ödülünü kazanmakla kalmayıp dokuz dalda da Emmy adaylığı kaptı.
‘Game of Thrones’ izleyicisinin bağrına bastığı ve 2. sezonunu büyük bir heyecanla beklediği ‘House of the Dragon’un yeni sezonu tüm dünya ile aynı anda 17 Haziran’da BluTV’de gösterime başlayacak. Sevenlerine duyurulur.