Kadir İnanır olmadan asla: Kuzeyden Gelen Adam’ın gösterimi iptal edildi
Nobel ödüllü yazar Annie Ernaux, ‘Super-8 Yıllar’ gösterimi için İstanbul’a geldi. Fransız Kültür Merkezi'ndeki yapılacak gösterim için İstiklal Caddesi'nde görenleri meraklandıran upuzun bir sıra oluştu. 10Haber oradaydı.
“Onun alametifarikası kendi yolculuğundan yola çıksa da daima başka kadınların hikayelerine de açılan kapılar açması, duygu birliği yaratması ve günün sonunda yolculukları kestirmesi. Nasıl oluyor da her seferinde bu ortaklığı bulabiliyor ve bunu iyi bir edebiyata dönüştürüyor?”
Şişhane’den, biraz daha acele etmezsem geç kalacağım korkusuyla İstiklal’i adımlarken aklımdan geçen sorular bunlar. İstikamet, Fransız Kültür Merkezi. Nobel ödüllü yazar Annie Ernaux, 42. İstanbul Film Festivali kapsamındaki ‘Super-8 Yıllar’ gösterimi için İstanbul’da.
‘Babamın Yeri’, ‘Bir Kadın’, ‘The Possession’, ‘Seneler’ ve ‘Kürtaj’ın da bulunduğu yirmiye yakın kurmaca ve anı kitabının yazarı olan Annie Ernaux, 2022 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nün kazananı. Yazar, Fransa’nın Nobel edebiyat ödülü kazanan ilk kadın edebiyatçısı olması yönüyle de tarihi bir figür.
Fransız Kültür Merkezi’ne yaklaştıkça adımlarımı yavaşlatıyorum, çünkü bir süre beklemek zorunda olduğum o uzun sırayı görüyorum. Merkezin önünden kıvrılan kuyruğa caddeden gelip geçenler de anlam veremiyor. Turistler “concert?” (konser?) derken birkaç kişi yanımıza gelip “Ne var bugün burada?” diye soruyor. Sırada bekleyenlerdeyse “İçeri ne zaman gireceğiz?” sabırsızlığı var. Sıra bekleme konuşmalarında Ernaux’un en çok hangi kitabını sevdiğini konuşanlar da var, bir önceki günkü filmin giriş sırasıyla bugünü kıyaslayanlar da…
Sıradakiler mutlu sona ulaşmayı beklerken bir anda Annie Ernaux geliyor, gülümsüyor ve yanındaki birkaç kişiyle birlikte içeri giriyor. Tüm bunları uzun uzun anlatmak istedim, çünkü söyleşi moderatörümüzün de dediği gibi “Şu an dünyanın en şanslı insanları arasındayız.” Dünya gözüyle Ernaux’u görecek ve sorularımızı sorabileceğiz…
Annie Ernaux, Normandiya’da küçük bir kasabada büyümesi, 1960’larda geçirdiği yasadışı bir kürtaj, eşitsizlikler, ev hayatı, cinsellik, ilişkiler, kadın olma halleri başta olmak üzere kendi deneyimleri üzerinden toplumdaki birçok önemli meseleye dikkat çeken eserler verdi. İzlediğimiz ‘Super-8 Yılları’nda geçen “Halkımın öcünü almak için yazacağım” sözü de yazmayı politik bir araç olarak gördüğünün en büyük kanıtlarından biri.
Ernaux’un satırları tüm okurlar için değerli olsa da bir kadının çok daha farklı bir bağ kurduğunu söylemeden duramayacağım. Salonda da bunu doğrulayan bir kitle var. Kadınların sayısı erkeklere göre daha fazla. Üstelik her yaştan kadın var. Onu en çok da kadınlık deneyimlerini kişisel olmaktan çıkarıp tüm kadınları anlatması yönüyle tanıyoruz. ‘Super 8 Yılları’nın özünü de bu oluşturuyor.
Film, ismini super 8 kamerasından alıyor. Bir saatlik bu film, Annie Ernaux’nun yazarlığa adım atmadan önce çekilmiş 8mm hatıra filmlerini bir araya getiriyor. Filmin yönetmeni ise Oğlu David Ernaux-Briot. 1972 ile 1981 yılları arasında çekilmiş super-8 filmleri, Ernaux ve ailesinin ağırlıklı olarak seyahatlerini takip ediyor. Ailecek Fransa banliyölerindeki tatiller ve özel günlerin yanı sıra Arnavutluk, Mısır, İspanya ve eski SSCB’deki gezileri yer alıyor. Yazar, daha önce verdiği bir demeçte filmi şöyle anlatmıştı:
“1972 ile 1981 yılları arasında çekilen süper 8 filmlerimizi yeniden izlerken, bunların yalnızca bir aile arşivi değil, aynı zamanda bir sosyal sınıfın bir sosyal sınıfın eğlencelerine, yaşam tarzına ve özlemlerine tanıklık ettiğini fark ettim. 1968’den sonraki on yıl. Bu sessiz görüntüleri, o yılların tadını ve rengini aktarmak için, samimi olanı toplumsal ve tarihle birleştiren bir hikayeye dahil etmek istedim.”
Filmdeki görüntülerin her biri hayattan koparılmış anlar aslında. Filmin başındaki görüntüleri “mutlu anların kaydetme çabası” diye tanımlıyor Ernaux, görüntüler ilerledikçe bu çabanın da yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu görüyoruz.
Ancak bu sizi yanıltmasın. Ernaux’un romanları kişisel hikayelere odaklanan, mahremiyetin sınırlarını muğlaklaştıran bir öz kurmacadan ibaret değil. Kendisi de bunu sık sık dile getiriyor. Kişisel olandan ziyade tam tersi kolektifi anlatan bir durum söz konusu. Bu da kendisine Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesinin gerekçesini bir kere daha doğruluyor. Nobel komitesi de ödülün Ernaux’a verilme gerekçesini, “Kişisel hafızanın köklerini, yabancılaşmalarını ve kolektif kısıtlamalarını ortaya çıkarmadaki cesareti ve objektif duyarlılığı” olarak açıklamıştı.
Film bitiminde hem Annie Ernaux hem de David Ernaux-Briot gelen soruları özenli bir şekilde yanıtladı. Soru sormak için mikrofonu kapma şansına erişmiş herkes -ben de dahil- öncelikle ne kadar heyecanlı ve şanslı olduğunu dile getirerek başlıyordu söze. Yazara yazma serüveninden, ‘Super-8 Yılları’nın nasıl ortaya çıktığına, Fransa’da ödülü kazandıktan sonra kendisine gelen yorumlara ve kadın olmasının yazma deneyimini nasıl etkilediğine dair birçok soru soruldu.
Neticede dünyanın en şanslı insanlarıydık ve fırsat bulan herkes sorularını sormak istiyordu. Tabii ben de… Salonun balkonunda -biraz gözden uzak- oturanlar olarak el birliğiyle sesimi duyurduk ve son soruları sorma şansını yakaladım.
Yazmak bireysel ve içe dönük bir eylemken film yapmak, kolektif bir üretim süreci gerektiriyor. Hele ki bu süreçte elinizdeki aile görüntüleriyse ve filmi yapanlar olarak anne-oğul iseniz durum nasıl ilerliyor sorusu merak uyandırıyor. Metinle, görüntülerle aralarında nasıl bir mesafelenme olduğu ve ikilinin çalışma deneyimleri de merak uyandırıyor. Ernaux, film de dahil olmak üzere yapıtları ile kendi arasına koyduğu mesafeyi şöyle anlatıyor:
“Başka bir kadın olarak anlattığımda çok daha iyi yazıyorum diyebilirim. Bu filmde de aynı şey geçerli. 70’li yıllardaki bir kadını anlatmak, ona bir mesafeden bakarak anlatmak, doğrudan kendim gibi anlatmaktan çok daha rahat geliyor bana.”
Benzer durum yönetmen David Ernaux-Briot için de geçerli olmuş. Görüntülere bir yönetmen olarak yaklaştığını, bunu da tıpkı annesi gibi mesafeyi koruyarak yaptığını şöyle anlatıyor:
“Neticede babamın çekmiş olduğu görüntülerle, annemin yazdığı bir metni bir araya getirmekti yaptığım şey. Ancak burada ortaya dökülen, açığa çıkan bir mahremiyet söz konusu olmadı. Bu, bir tür biyografi değildi. Elimde bazı görüntüler vardı ve benim de bir yönetmen olarak çalışmam gerekiyordu. Mesafeyi koruyarak görüntüleri kurgulamaya odaklandım.”
İkili ayrıca birlikte çalışmanın zaten iyi olan ilişkilerini, daha sık görüşmelerinin de etkisiyle daha da iyi hale geldiğini de gülerek açıkladılar. Annie Ernaux, “kimseyi şaşırtmak istemediğini” de vurgulayarak kendisine böyle yoğun bir ilgi olduğunun farkında olmadığını ve burada bizlerle olduğu için çok şanslı ve gururlu hissettiğini söyledi.
Salondaki herkes imza törenine geçmek için sabırsızlanırken Ernaux, Nobel sonrası değişen yazma sürecine ilişkin soruyu ise şöyle yanıtladı:
“Netice itibariyle yapmaya çalıştığım şey kendime göre en doğru olanı ortaya koyarak yazmak. Daha sonra onun çıktısı ile ilgili benim tahakküm kurabileceğim yönlendirebileceğim bir alan kalmıyor. Kendi haline bırakıyorum ortaya çıkanı. Nobel’den sonra gerçekten yoğunluğum ve seyahatlerim arttı. Tüm bunları yaparken çok fazla yazacak vakit bulamıyorum. Oysa ki istediğim şey yazmak…”
Yazar, verdiği bir demeçte, belgeselin konu edindiği on seneyi, “hayatımın en önemli yıllarıydı çünkü yazma arzumu tetiklediler” diyerek anlatıyordu. Tam da bu nedenle ‘Super-8 Yılları’nı onunla beraber izleyenler olarak gerçekten çok şanslıyız.
Prömiyerini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümü kapsamında ‘Super-8 Yılları’ 14 ve 15 Nisan’da iki ayrı gösterimle daha festivalin konuğu olacak.