Gemiden Düşen Adam: Okyanusta yüzerken
Selahattin Demirtaş ile Yiğit Bener'in yüz yüze gelmeden yazdıkları 'Arafta Düet', iki yazarın iki karakter üzerinden yürüttükleri doğaçlama bir 'dil düeti'. Roman yakın tarihimiz üzerinden Türkiye gerçeğini anlatıyor
Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener’in birlikte kaleme aldıkları ‘Arafta Düet’ sürükleyici, eğlenceli ve siyasi meselelere açılan hikayesi ile bu yılın en dikkat çekici romanlarından bir tanesi.
‘Arafta Düet’in yazarlarından Selahattin Demirtaş’ı siyasi kişiliğiyle tanımayan yoktur herhalde. Eklemek gerekir ki, 1973’te Elazığ’ın Palu ilçesinde doğan, Diyarbakır’da büyüyen, Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra 2007 yılında milletvekili, 2014’te HDP Eş Genel Başkanı, 2016 yılından bu yana tutsak olan Demirtaş, hücresinde kaleme aldığı hikaye ve romanlarıyla yazar olarak da kendisini kanıtlamış bir aydındır.
1958 Brüksel doğumlu Yiğit Bener’i ise başarılı çevirileri, romanları, deneme ve çocuk kitapları ile tanıyoruz. Oysa Bener’in hayatını değiştiren de siyasete ilgisi olmuştu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiyken, 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı koşullar nedeniyle yurtdışına çıktı; Paris ve Brüksel’de, kimi zaman çocuk bakıcılığı, kimi zaman göçmen sorunları danışmanlığı, yazı işleri müdürlüğü ve öğretim görevliliği gibi işlerde çalıştı. Bu sırada çeşitli dergilerde edebiyat ve sanat yazıları yazıp Fransızcadan Türkçeye çeviriler yaptı. ‘Eksik Taşlar’la 2001’de başladığı yazarlık serüveninde çok sayıda romanı yayımlandı. Bunun yanı sıra önemli pek çok roman çevirisine imza attı.
Farklı kuşaktan, farklı siyasi geleneklerden gelen bu iki yazar ‘Arafta Düet’ özelinde edebi bir düet yapıyorlar.
Sevdiğim yazarların yeni bir romanı çıktığında ilk hissettiğim huzursuzluk duygusudur – ‘Kalecin Penaltı Anındaki Endişesi’ne benzeyen bir hissiyat. Ne yazmış, nasıl yazmış, iyi mi, kötü mü gibi sorular dolaşır zihnimde. Zira, karşınızdakini kırmadan beğenmediğinizi ifade etmek hiç kolay değildir. Neyse ki ‘Arafta Düet’in öylesine hızlı, heyecanlı ve mizahi bir girişi var ki endişe bulutları daha ilk sayfalarda dağılıp gittiler.
Tümgeneral Ayvaz Dere’nin emekliliğini geçirmek için çekildiği bungalovunun önünde meydana gelen trafik kazasıyla başlıyor hikaye. Ayvaz Dere, teğmenliğini Mamak Askeri Cezaevi’nde yapmış, 80’lerde tutsaklara eziyet ederek başladığı kariyerinde 90’larda ‘teröristlere’ işkence ederek ilerlemiş, 2000’lerde adı darbeci generaller arasında anılmış bir komutan.
Şimdi geriye doğru baktığında hayatının geri kalanını zehreden travmalar ve travmalarla baş etmek için başvurduğu alkol bağımlığı geliyor aklına. Karısını kaybettikten sonra, ülkedeki siyasi gelişmelerin yarattığı yenilmişliğin de etkisiyle Anamur-Silifke yolu üzerinde, en yakın yerleşim yerine kilometrelerce uzakta, denize sıfır bir kayalığın üstüne kondurduğu küçücük bungalova yerleşmiş: “telefon yok, internet yok, radyo ve televizyon yok.”
İnsanlardan uzak bir kalmak isteyen Ayvaz Dere, burayı aynı zamanda hayatının son mekânı olarak planlamış. Ne var ki yerleştiği ilk günde dışarıdan gelen bir çarpma sesi planlarını alt üst edecektir. Dışarı çıktığında kaza yapmış bir araba ve arabadan çıkan güzel bir Kürt kızıyla karşılaşır. Daha büyük süprizi kız olay yerinden ayrıldıktan sonra aynı arabada ikinci bir kişinin olduğunu fark ettiğinde yaşayacaktır.
Bu kadarla da kalmaz Ayvaz Dere’nin başına gelenler. Delikanlıya yardım etmeye çalışırken büyük bir patlama yeri göğü sarsar. “Akkuyu Nükleer Santrali’nin inşaatından korkunç bir toz bulutuyla birlikte siyah bir duman gökyüzüne doğru hızla yükselmektedir”.
Bu patlama ile birlikte Avukat Sinan Çağlayan ile Tümgeneral Ayvaz Dere’nin kaderleri bir kez daha kesişir. Bir kez daha, zira Sinan, 80’lerde Mamak’ta tutukluyken -kendisiyle yaşıt- Teğmen Ayvaz Dere’nin zulmüne maruz kalmış ve öfkesi hala içinde saklı eski bir devrimcidir. Şimdilerde yenik bir ruh hali ile İzmir’deki Mülteciler Derneği’nde yarı zamanlı danışmanlık yapan Sinan, haber alamadığı oğlunu bulmak için Anamur’a geldiğinde patlama nedeniyle arttırılan güvenlik kontrolüne takılır. Götürüldüğü karakolda uzaktan kendisine sırıtan Ayvaz Dere’yi hemen tanımıştır.
Sinan’la Ayvaz’ın karşılaşması Cumhuriyet tarihine yayılan bir değerlendirmeyi, aslında hesaplaşmayı başlatacaktır…
Birbiriyle yüz yüze hiç görüşmemiş iki yazar tarafından kaleme alınmasının ilginçliği bir yana yazarlardan birisinin yıllardır hapishanede tutulduğu, daktilo ya da bilgisayar kullanımından mahrum bırakıldığı, edebiyat çevrelerine uzaklığı düşünüldüğünde ‘Arafta Düet’in sadece edebiyatı değil edebiyat sosyolojisini de ilgilendiren bir roman olduğunu söylemek mümkün.
Bu durumda romanın kendi serüveni elbette merak konusu. Yiğit Bener, merakları şöyle gidermiş söyleşinde; “İlginç olan husus, romanın nereye evrileceğini, bir sonraki bölümde öteki yazardan nasıl bir olay örgüsü geleceğini, hatta ne tür yeni karakterler yaratacağını, yani karşımıza ne çıkacağını bilmeden doğaçlama yazdık… Ve hiçbir bölümün içeriğini -çok sınırlı bir iki maddi rötuş dışında- sonradan gelenlere uydurmak amacıyla değiştirmedik (…) Romandaki siyasi-felsefi değinmeleri de aramızda hiç tartışmaya gerek duymadık. (Zaten gerekseydi bile yüz yüze tartışmazdık, o ayrı mesele…) Ortak bir geçmişimiz olmadığı halde, yazdıkça adım adım gelişen -kendiliğinden diyebileceğim- sıkı bir siyasi/felsefi uyum oluşuverdi aramızda”…
Ardından şu cümleyi eklemiş: “Bunun büyük olasılıkla dünyada bir ‘ilk’ olmasının asıl nedeni, bir araya gelmeden yazmamızdan çok, öncesinde hiç tanışmıyor olmamız ve seçtiğimiz ‘satranç hamleli’ kurgu tekniğidir sanırım.”
Pek az örneği olduğu kesin ancak ‘ilk’ örnek değil. ‘Arafta Düet’in içinde adı geçen ‘Huzursuz Ölüler’ romanını yazarken Meksikalı yazar Paco Ignacio Taibo II ile Zapatistaların liderlerinden Subcomandante Marcos da benzer bir tekniği kullanmışlardı. Türkçeye çevrilmesine önayak olduğum o romanın yazılış hikayesi şöyle gelişmişti:
Taibo II, 1994’te, Zapatist ayaklanmanın ilk günlerinde hareketi selamlayan bir makale yazmış, bundan tam 10 yıl sonra aldığı bir mektupsa kendisini çok şaşırtmıştı. Çünkü mektup Subcomandante Marcos’tandı ve kendisine ortak bir polisiye yazmayı teklif etmekteydi. Taibo II, bu tarihi fırsatı geri çevirmeyecek, siyasi hedeflerin ve polisiye tutkusunun yan yana getirdiği bu iki isim okuyucuyu Meksika siyasi tarihinin karanlığında sürükleyici bir maceraya çıkaracaklardı. Daha önce yazdıklarıyla edebiyata yatkınlığını kanıtlayan Subcomandante ile polisiye ustası Taibo’nun mektuplaşarak tamamladıkları romanda tek sayılı bölümler Marcos, çift sayılı bölümler Taibo imzasını taşıyordu ve roman -tam da Yiğit Bener’in söylediği gibi- ‘satranç hamleli’ bir kurgu tekniğine sahipti. Katilin kim olduğunu yazma sürecinde her ikisi de bilmiyordu.
‘Arafta Düet’in iki yazarın ortak ürünü öğrendiğim günlerde aklıma ilk gelen ‘Huzursuz Ölüler’ ve bir romanın böyle üretilmesine yol açan süreçlerin benzerliği olmuştu. ‘Arafta Düet’i okurken aklımdan geçirdiğim diğer roman Oğuz Atay’ın ‘Tehlikeli Oyunlar’ı oldu. Hatırlayanlar vardır; ‘Tehlikeli Oyunlar’da bir emekli albay ile 68’li bir entelektüel karşı karşıya gelmiş, Cumhuriyet’in meselelerini tartışmışlardı. ‘Arafta Düet’te tartışanlar bir general ve bir 78’li ama tartışılan meseleler -aradan geçen onca yıla rağmen- fazla değişmemiş.
‘Arafta Düet’ ile ‘Tehlikeli Oyunlar’ arasındaki bir diğer benzerlik ironik anlatımda. Oğuz Atay’ın ustası olduğu bu üslubu Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener ikilisi de çok iyi kullanmışlar. En gerilimli, karanlık anlarda bile ince bir mizah aydınlatıyor metinlerini. Dil ekonomisi, sade üslubu, kısa bir zaman diliminde geçmesine rağmen geriye dönüşlerle uzun bir geçmişi kucaklayan hikayesi, iki farklı karakterin bakış açısının karakter farklılıklarını vurgulayan ustalıkla kullanımı, yan hikayeciklerin ana hikayeye bağlanması, aksamayan kurgusu ‘Arafta Düet’i iyi bir roman olarak nitelemek için fazlasıyla yeterli.
Yazarları -edebi açıdan- tanıyan biriyseniz eğer siyasi meselelere mutlaka bir pencere açacaklarını bekliyorsunuz demektir. Beklenti karşılıksız kalmıyor. Polisiyelere özgü girişi, insani dramları, mizaha göz kırpması sizi aldatmasın; ‘Arafta Düet’ politikayı -gözünüze sokmadan- merkezine alan bir roman. Daha doğrusu gündelik hayatımız kadar politik.
Zaten politik meseleler de roman kişilerinin sürdürdükleri hayatlarlarla katılıyor hikayeye. Sinan ve kuşağının hiç bitmeyen geçmiş takıntısı, yeni bir kuşağın doğuşu, kuşaklar arası çatışmalar, sınıf atlamacı eğilimler bu kitabın okuyucularının “işte bu bizim hikayemiz” diyebileceği bir gerçeklikle örtüşüyor. Yakın tarihin pek çok siyasi olay ve travmasına -Cumartesi Anneleri’ne, KHK’lılara, Kürtlerin dinmeyen acılarına, IŞİD zulmüne, Gezi davasına, LGBT’li bireylere, mültecilere ve elbette Osman Kavala davasına- irili ufaklı değinmelerle tamamlanan çağdaş Türkiye gerçekliği bu…
Politik dilin sert olması beklenebilirdi. Oysa ‘Arafta Düet’te nefret söyleminden kaçınmaya, geçmişin insanlık dışı suçlarını işleyenlerini bile -affetmek değil ama anlamaya, anlamaktan ziyade tarih içindeki yerlerine oturtmaya- yönelik ısrarlı bir çağrı var. Yazarlar suçun bireysel olmadığının, faşizme geçit veren kitlelerin de sorumlu olduğunun altını çiziyorlar.
“Faşizmin asıl korkunçluğu, kötülüğün ve suçun sıradan insanlar eliyle bu denli yaygınlaşabilmesi, sıradanlaşması, anonimleşmesi değil midir? Hitler, Mussolini, Franco, Pinochet, Evren ve benzerleri… Böyle caniler koca ülkeleri yönetebildiler. Ama asıl korkunç olan bu mu? Yoksa onları destekleyen, alkışlayan, onaylayan, emirlerini ister gayretkeşlikle (yani bazen kraldan fazla kralcı inisiyatifler alarak) ister gönülsüzce (ama asla karşı koymadan, itiraz etmeyi denemeden) yerine getiren yüz binlerce sıradan insanın varlığı mı?”
Az sayfada hem sürükleyici ve eğlenceli bir hikaye anlatan hem de pek çok önemli meseleyi bir kez daha önümüze koyan ‘Arafta Düet’ hiç kuşku yok ki özel, nev-i şahsına münhasır bir roman. İki yazarın iki karakter üzerinden yürüttükleri doğaçlama bir ‘dil düeti’.