Haftanın kitabı – Ebedi Ev: Modern western
Haksız yere Booker Ödülü verilmeyen bir roman 'Büyük Büyükanne Webster'. Caroline Blackwood romanında, içinden geldiği sınıfı da bakarak dört faklı kadının hikayesi üzerinden İngiltere'de aristokrasinin çöküşünü anlatıyor.
Caroline Blackwood, ‘Büyük Büyükanne Webster’de 14 yaşındaki bir kızın gözlerinden soylu bir ailenin tarihine bakıyor. Mutsuz, kırık dökük hayatlar sürmüş kadınlar özelinden anlatılan hikayesinde Viktorya Dönemi, Edward Dönemi, savaş öncesi ve sonrası olmak üzere en az dört çağın ruhunu kara mizahla canlandırmış.
1931 yılında zengin bir Anglo-İrlandalı aristokrat ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Caroline Blackwood, babasını 12 yaşındayken kaybetti. Annesi soyluluk geleneklerine bağlı ama kızına uzak bir kadındı. Bu durum Caroline Blackwood’un ilk gençlik yıllarında ailesine isyan edip heyecanlı ve bohem bir yaşam sürmesine yol açtı. Ancak eğitimini aksatmadı. 1949’da Oxford’u bitirdi.
Ressam Lucian Freud, piyanist ve besteci Israel Citkowitz, en nihayetinde şair Robert Lowell’la evlendi. 1960’ların başında Encounter, London Magazine, Beatniks, Feminist Theatre and New Yorkfree Schools. gibi dergilere katkıda bulunmaya başladı. 1972’de şair Robert Lowell’la evlenmesinin ardından gazetecilikten edebiyata döndü.
Lowell’ın cesaretlendirmesiyle ilk romanı ‘Üvey Kız’ı (1976) tamamladı. Kitap eleştirmenlerin beğenisini kazanmış, en iyi ilk romanlara verilen David Higham Ödülü’ne değer bulunmuştu. İkinci romanı ‘Büyük Büyükanne Webster’ ise 1977 yılı Booker Ödülü finalisti olacaktı. Ancak alkol bağımlılığı hayatını ve yaratıcılığını olumsuz anlamda etkiledi. 1996’da New York’ta 65 yaşında hayata veda ettiğinde geriye sekizi roman olmak üzere 11 kitap bırakan Blackwood, yazdıkları kadar renkli kişiliği, inişli çıkışlı hayat hikayesi ile anılıyor.
‘Büyük Büyükanne Webster’ 110 sayfalık kısa bir roman olmasına rağmen İngiltere’de “önemli bir sesin ortaya çıkışı”nı müjdeleyen bir eser olarak karşılanmış, Booker Ödülü için finale kalmayı başarmıştı. Bugün bile pek çok eleştirmenin Caroline Blackwood’un ödülü kazanmasını engelleyen juri üyesi Philip Larkin’in haksızlık yaptığında ısrarcı olduğunu görüyoruz.
Philip Larkin, red gerekçesinde “Büyük Büyükanne Webster’deki otobiyografik öğelerin çok belirgin olduğunu, böyle anlatının kurmaca olarak kabul edilemeyeceğini” söylemiş. Biyografik ya da otobiyografik anlatıların –hem de hikayelerin gerçeklikle sıkı sıkıya ilişkili olduğuna vurgu yapılarak- roman formunda dolaşıma girdiği, üstelik popülerleştiği günümüzde Larkin’in gerekçesi pek ikna edici değil.
Kaldı ki gerek bugünün gerek yazıldığı dönemin okuyucuları açısından ‘Büyük Büyükanne Webster’in hikayesinde yazarın hayat hikayesini çağrıştıracak pek az öğe var. Çağrıştıranları ise -Selim İleri’den yapılacak bir alıntıyla- değerlendirebiliriz: “Bu yazının anlattığı çocuk ben değilim ve çocukluk hatıraları benim kendi çocukluğumun hatıraları değildir. Fakat kendi çocukluğumun hatıralarıyla bu hatıralar arasında bazı kısımlar birbirinin aynı gibidir.”
Caroline Blackwood, kendi tanıklıklarından yola çıkmış ama hayatım roman klişesinin çok uzağında kalarak bir ailenin dört kadını üzerinden aristokrasinin çözülme sürecini anlatmış.
Çok sade bir anlatı. 110 sayfalık hikaye dört bölüme ayrılmış; ilk üçünün her biri ailedeki farklı bir kadına odaklanıyor. Ailenin son ferdi ise anlatıcının kendisi. Anlatıcının 14 yaşındayken Büyük Büyükannesi Webster’in bir zamanlar görkemli ama şimdilerde küf kokuları yayılan gösterişli konağında geçirdiği birkaç haftayı hatırlamasıyla başlıyor hikaye.
İsmi verilmeyen anlatıcı sessiz, sakin, geçirdiği hastalığın etkisini yeni yeni atlatmakta olan terbiyeli bir kız. Babasını 9 yaşındayken 2. Dünya Savaşı’mda kaybetmiş. Sayfiye kasabası olan Hove’deki konağı ziyaret nedeni deniz havasının sağlığına iyi geleceği düşüncesi. Ne var ki Büyük Büyükanne Webster’in evinden sadece beş dakika uzaklıktaki deniz kenarına gitmeye pek az fırsat bulabilecek, bu rutubetli ve havasız konakta sağlığının daha da bozulacağından endişelenecektir. Buna yaşlı kadının eli sıkılığı -tereyağı yerine gümüş tabaklarda servis edilen margarin, şeker yerine sakarin, asla yakılmayan soba- da eklenince durum traji komik bir hal almıştır.
Her şeye rağmen bir daha hiç karşılaşmayacağı bu kadınla tanışmaktan memnudur anlatıcı. Zira zihninde bir türlü canlandıramadığı babası ve varlığı sır gibi gizlenen büyükannesi hakkında hem yeni bilgiler edinmiş hem de aile tarihine merakı kamçılanmıştır.
İkinci bölümde halası Lavinia’nın, üçüncü bölümde gizemli ve kaçık büyükannesi Bayan Dunmartin’in hikayelerine nüfuz etmeye, böylelikle nereden gelip nereye gittiğini anlamlandırmaya, yalnızlığın, deliliğin ve mutsuzluğun ailenin dördüncü kuşak ferdi olarak kendisine kalan lanetli bir miras olup olmadığını öğrenmeye çalışacaktır…
Kısa, sıkı bir olay örgüsü barındırmayan, alışılageldik giriş-gelişme-sonuç çizgisinde ilerlemeyen, bir ailenin rastgele seçilmiş hatıralarından derlenmiş hissi uyandıran ‘Büyük Büyükanne Webster’, ilk bakışta basit bir hikaye gibi görünebilir. Ancak sonuna geldiğinizde hiç de kısa olmadığını fark edeceksiniz. Elbette sıkıcılığından değil, tersine keyifle okunan akıcı ve doyurucu bir hikaye.
Doyuruculuğu, Caroline Blackwood’un zamanı başarıyla kullanarak kısa bir metine çok geniş bir tarih dilimini, dört kadın kuşağının dramlarını yerleştirmesini bilmesinde. Bayan Webster ile 1800’lerde başlayan tarihsel geri plan İngiltere’nin Viktorya Dönemini, Edward Dönemini, 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasını, kısacası ‘dört çağın ruhunu’ çağrıştırıyor. Belki daha önemlili bu dört çağın sonunda gelinen durumu, yani feodal sisteminin çöküşünü, yeni dünya düzenine ayak uyduramayan aristokrasinin bu çöküşten payını alarak tasfiye oluşunu bir aile tarihi özelinde yakalaması.
Farklı dönemlerin temsilcileri olan kadınları farklı anlatı türlerine göndermeler yaparak canlandırmış Blackwood. İlk bölümde Bayan Webster’e odaklandığında İngiliz gotik edebiyatına yakışır bir atmosfer yaratıyor. Anlatıcı kızın tasvirlerinde ince bir alaycılık sezilmekle birlikte Bayan Webster’in Hove’daki konağı hep siyahlar giyen ev sahibesiyle, konağın tek gözlü, aksak ve yaşlı hizmetçisiyle, hiç aydınlanmayan klostrofobik atmosferiyle ürkütücü.
İkinci bölümde daha yakın zamanlara, Lavinia Hala’nın yaşantısına misafir olduğumuzda anlatı ansızın canlanıp çok renkli bir hal alıyor. Aile mirası konaklara sırtını çevirmiş, modern hayatın zevklerine, lükse ve harcamaya düşkün bir kadın olan Lavini Hala, aslında aşırılıkla trajedi ile aşırılık arasında salınan boş ve köksüz bir hayatı sürdürmeye çalışıyor. Anlatıcıya –yeğenine- geçmişi kendi meşrebine uygun ayrıntı seçimleriyle anlatırken gerek Büyük Büyükanne Webster, gerek Büyükanne Dunmartin hakkında bambaşka bilgiler çıkıyor ortaya.
Üçünde bölümde babasının yakın bir arkadaşı sayesinde –özellikle Büyükanne Dunmartin’e ilişkin- bilgilerimiz biraz daha derinleşiyor. Bu kez aile dışından bir gözün merceğinden yaklaşıyoruz geçmişe. Ama bütün anlatılarda samimi bir sohbet havası hakim.
Farklı zamanlara dair bu sohbetler vasıtasıyla roman yavaş yavaş bir bütünlük kazanmaya, sözü edilen kadınların portresi giderek netleşmeye başlıyor. Zaman zaman gülünç ama gülünçlüğün altında hüzün barındıran hayat.hikayeleri okuyoruz.
Caroline Blackwood’un dil ekonomisi şaşırtıcı. Duyguları ve durumları tam yerine oturan kelimler ve cümlelerle ifade etmiş. Sıkı bir olay örgüsü yok gibi görünmekle birlikte, geçmişe dair gerçeklerin yavaş yavaş ortaya çıkma şeklinden anlıyoruz ki yeterince sıkı dokunmuş bir örgüsü var romanın.
Her bir karakterin kişiliğini ve hikayesini diğer karakterlerin ağzından verilmesi aile tarihine inandırıcılık kazandıran ustalıklı bir anlatım tekniği. Bu tekniği çok çekici bir dille kullanmış Blackwood; tıpkı İngiliz eleştirmenlerin üzerinde birleştiği gibi, diline “kötücül bir coşkunluk”, parlak bir ironi hakim. Ayrıntıları kaçırmayan keskin gözlemleri, gerçekleri –iyisiyle kötüsüyle- nakletmekteki ısrarı, kişileri ve olayları mekanlarla bütünleştirmesi övgüye değer. Özellikle de ev, daha doğrusu soylulukla birlikte çürüyen malikane tasvirleri romanı daha da çekici kılıyor.
Söz konusu çürümenin temsili bir zamanlar ihtişamı ve lüksüyle İngiliz malikânelerine rakip olması amaçlanan Dunmartin Malikanesi’dir. Ailenin varlıklı zamanlarında yapılan eklemelerin dar zamanlarda –evin yönetilebilirliğini sağlamak için- yıkılmış olması mimarisini acıklı bir hale getirmiş, haşmetli haraplığıyla Dunmartin Malikânesi “ebediyen kayıp zamanlara ait devasa bir anıt” görünümüne bürünmüştür. Anlatıcı için hiçbir zaman benimsenemeyen ev; “hep bir geçicilik havası vardı. Kendi eski sömürgecilik heveslerinin büyüklüğü yüzünden mecburen mahkûm olduğu bir şeyin hem hüznü hem de büyüsü vardı o evde. Yerli düşman güçlerin istilasıyla kuşatılmış gri ve çürümekte olan bir saray kalesi gibiydi.”
İmparatorluğun görkemli devirlerinin, feodal düzene dayalı zenginliğin soylu sınıflara sağladığı ışıltılı hayatların altındaki lanetli mirası anlatan ‘Büyük Büyükanne Webster’ olumlu anlamda şaşırtıcı bir roman. Caroline Blackwood, kendisinin de bir üyesi olduğu ailenin özel tarihini kısa ama öz bir hikaye içerisinde İngiltere tarihi ile bütünleştiriyor.
13 Aralık 2024 - ‘Kilitli Oda Muammaları’: İmkansızı aramak
29 Kasım 2024 - ‘Kuzeyin Derinliklerine Giden Dar Yol’: Geçmişe takılıp kalmak
22 Kasım 2024 - ‘Meyve Hırsızı’: Bir yol masalı
15 Kasım 2024 - ‘Büyük Büyükanne Webster’: Dört devrin ruhu
1 Kasım 2024 - ‘Füg’: Ütopyadan distopyaya Tiananmen Katliamı’nın açtığı yaralar