Zaman yolculuğu, suç ve bilimkurgu her yerde!
Bu hafta sonu ‘Platform 2’ filmi ve ‘Wreck’ dizisi bizi hayatta kalma mücadelelerine ortak ediyor. ‘Last Days of the Space Age’ ile 1970’leri mercek altına alıyoruz. Ardından ‘Heartstopper’ın genç aşıklarını izleyip hafifliyoruz.
‘Platform’un merakla beklenen devam filmi ‘Platform 2’ bizleri yeniden karanlık dünyasına davet ediyor. Yine Galder Gaztelu-Urrutia’ya emanet olan film aynı mekânda ve benzer temayla, ama ek sorularla karşımıza çıkıyor: Hayatta kalmak için çabalamaya devam mı etmeli yoksa değişim için bir adım mı atmalı? İspanyol yapımı film ilk kez Netflix’te yayınlandığında distopyaları ve toplumsal eleştirileri sevenlerin favoriler listesinde hemen yerini almıştı. Film sınıf ayrımcılığını günümüzdeki dolaylı ve süslü halinden çıkarıp daha sert ve gerçekçi bir forma sokmuş, sınıf meselesinin hayatta kalma mücadelesiyle doğrudan ilişkisini yemek yeme üzerinden anlatmıştı.
İçinde devasa bir boşluk olan derin ve dikey bir yapının çeperlerinde kurulmuş, kat kat hapis sisteminden oluşan Çukur adlı ‘platform’ elbette yine ana mekânımız. Hatırlayalım, sosyal bir deney olarak tasarlanan Çukur’un ortasındaki boşluktan her gün, en üstten en alta dev bir plaka iniyor, aşağı indikçe tepsideki yiyecekler azalmış oluyordu. En alt katlardakiler eğer şanslıysa, üst kattakilerin ısırıp bıraktığı artıklarla bir ‘ziyafet’ çekebiliyordu. Bir alt basamağa ne kadar yiyecek bırakacakları bir üst kattakilerin inisiyatifine kalmıştı. En insafsızlar elbette, ziyafetine mükellef bir sofrayla başlayan, “doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyen” en üst katın efendileriydi. Özetle Çukur, kısıtlı kaynakları eşit paylaşmayışımızı suratımıza tokat gibi çarpıyordu.
İkinci filmde aynı mücadele devam ediyor, ancak gizemli bir lider kaosu önlemek için bir yemek dağıtım yöntemi buluyor. Bu sistem ilkine göre daha âdil, daha insani, zira herkes bir yemek seçiyor ve onu yiyor. Ancak asla başkasının yemeğine dokunamıyor, tabaktan arta kalanlar olsa bile. Bu yöntem mevcut sistemi düzenliyor düzenlemesine, ancak ölümü gösterip sıtmaya razı ediyor. Durumu kökten değiştirmek isteyen yeni bir katılımcı ortaya çıktığındaysa açlıkla imtihana bir de düzen savaşı dahil oluyor.
İkinci filmde şartlar daha baskıcı, atmosfer daha depresif, mücadele daha dehşetengiz. İlk filmde taşıdığımız heyecan ve merak unsurunu elbette taşımıyoruz, zira fikre alıştık. Ancak filmin zaten gizemli olma ve merak uyandırma derdi olmadığı ilk filmin açık sözlülüğünden belliydi. Dolayısıyla ikinci filmde bizi çeken unsur temanın karmaşıklaşması. Bu yönden film serisi, barbarlık evresinden başlayıp bir medeniyet yaratmaya giden yolu mu tasvir edecek dersiniz?
Kapitalizm, sınıf, kaynakların dağıtımı gibi toplumsal ve sosyolojik konuların yanı sıra insanın zor şartlarda neye dönüşebileceğini de işleyen (hatta sosyal deney bunun üzerine kurulu) film bu yönüyle aslında bireysel ve psikolojik bir temaya yaslanıyordu. İkinci filmde, ilk filmdeki başının çaresine bakma temelli bu bireysellik bertaraf edilip birlik ve dayanışma öne çıkarılıyor. Yemek sistemini düzenleyen kişinin bir ruhani lider şeklinde tasvir edilmesi ve insanların ona sıkı sıkıya bağlı olması, katmerlenmiş toplumsal temayı iyice derinleştiriyor.
Başrollerinde Milena Smit ve Hovik Keuchkerian’ı gördüğümüz filmde ayrıca ‘Harry Potter’ ve ‘Game of Thrones’tan bildiğimiz Natalia Tena da var. İlk filmde olduğu gibi senaryosu yine David Desola ve Pedro Rivero’ya emanet olan ‘Platform 2’ Netflix’te.
Netflix’in en sevilen yapımlarından ‘Heartstopper’ üçüncü sezonuyla döndü. Aynı adlı çizgi romandan uyarlanan diziyi duymayan kaldıysa hemen tanıtalım: ‘Heartstopper’, Truham Erkek Lisesi’ne giden Charlie’nin (Joe Locke) aşkı bulma, arkadaş ilişkilerini dengede tutma, özetle liseyi en az psikolojik hasarla atlatma macerasına odaklanıyor.
Öncelikle uyarlama işinin hakkını verdiklerini söylemek gerek. Öyle ki diziyi izlerken de çizgi roman tadı alıyorsunuz. Karakterlerin en önemli anlarına ekranda uçuşan çizimler ve şekiller eşlik ediyor. Üstelik çizgi romandaki kareler ekrana uyarlanırken ‘mizansene’ büyük oranda sadık kalınmış. Buradan yönetmen Euros Lyn’e bir alkış gönderelim.
Alice Oseman’ın yazıp çizdiği roman serisinin Türkçeye ‘Kalp Çarpıntısı’ olarak çevrildiğini söylersek belki hatırlarsınız: Kitap ülkemizde ilgiyle karşılandığı kadar, ana karakterin eşcinsel olmasıyla tepki de çekmiş, Aile Bakanlığı tarafından muzır neşriyat ilan edilmek suretiyle kapağı gizlenerek satışa sunulmuştu. (Kitapta da dizide de çıplaklık ve cinsel sahneler olmamasıysa ironik.) Oysa iki eser de mesaj yazarken on kere düşünmekten tutun yağmur altında sevdiğine koşan romantik karaktere kadar tam bir romantik komedi; popüler grup ile içe dönük entelektüel grubun çatışmalarını yansıtmasıyla herhangi bir lise dizisinden farksız.
Dizinin arkadaşlık teması da kuvvetli. Charlie ve en yakın arkadaşları Tao, Isaac ve Elle (William Gao, Tobie Donovan, Yasmin Finney) yıllarını birlikte geçirmiştir, ancak Charlie gönlünü Nick’e kaptırınca, Elle de okul değiştirince grubun dinamiği bozulmaya başlamıştır. Her şeyin aynı kalmasını isteyen Tao bu süreçte değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Arkadaşlık ve aşk arasında denge kurmanın zorluklarına okul stresi de eklenince gençlerin kendilerinden çok şey bulabileceği bir dizi çıkıyor karşımıza.
‘Heartstopper’ın son dönemin popüler lise dizilerinden farkı ise dram dozunun düşüklüğü. ‘Ölmek İçin 13 Sebep’ ve ‘Élite’teki akran zorbalıklarını ve kimlik bunalımlarını barındırmakla birlikte ‘Heartstopper’ depresiflikten fersah fersah uzakta, umut aşılayan, sizi pamuk gibi yapacak bir gençlik dizisi.
Üçüncü sezonda karakterlerin olgunlaşmasına ve büyüme sancılarına tanıklık ediyoruz. Üniversite ve hayata atılmak gibi yetişkinliğe geçiş kaygıları atmosferi bir nebze ciddileştirse de dizi her zamanki tatlı ve sıcak tonunu koruyor. İlk sezonundan itibaren yalnızca aşk dizisi olmadığını kanıtlayan ‘Heartstopper’ üçüncü sezonuyla yalnızca bir gençlik dizisi olmadığını da ilan ediyor. Yeni sezonun yönetmen koltuğunda bu kez Andy Newbery’yi gördüğümüz ‘Heartstopper’ın karakteriyle hasret gidermek için Netflix’e doğru yol alabiliriz.
Fantastik yapımlarıyla öne çıkan Disney+ bu kez gerçek hayattan bir dönem işiyle karşımıza çıkıyor. ‘Last Days of the Space Age’, 1979 yılında Batı Avustralya’da geçen bir dizi. Dönemin atmosferini gerçekçi bir şekilde yansıtan dizi kurgusunu da gerçekten yaşanmış olan iki olay üzerinden işliyor: Uzay istasyonu Skylab’ın Batı Avustralya’ya çarpışı ile Miss Universe’ün Perth’e gelişi. Karakterlerin hikâyelerini şekillendirmek için bu alakasız iki olayın seçilmesinin nedeniyse aynı toplumda yaşayan insanların ne kadar farklı gündemleri olduğunu göstermek bir nevi.
Ana karakterlerimizden Tony (Jesse Spencer) ve iş arkadaşları çalıştıkları fabrikada aylardır grev yapmaktadır. Tony’nin eşi Judy ise (Radha Mitchell) fabrikada idari bir pozisyonda çalışmaktadır. Tony Judy’yi grev yapan arkadaşlarına, Judy de Tony’yi grevcileri suçlayan kendi arkadaşlarına karşı savunmaya çalışır, ancak evlilikleri ağır şekilde sınanır. Çiftimizin biri astronot diğeri sörfçü olma hayalleri kuran kızları da dönemin cinsiyetçiliğine rağmen hayallerinin peşinden gitmeye çalışmaktadır.
Tony’nin kardeşi Mick ise (George Mason) gamsız görüntüsünün ardında homofobiye göğüs germekte, iyi bir haber yakalayabilmek için oradan oraya koşturmaktadır. Güzellik yarışması tam da bu noktada devreye girer. Mick, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş’tan ötürü SSCB’nin adayını mercek altına alır.
Dizinin diğer ayağını da dönemin ırkçılığı oluşturuyor. Ana karakterlerin komşuları olan Vietnamlı ve Aborjin ailelerin hikâyesine özenle odaklanıldığı gibi yapım ekibi dizinin bölüm sonlarına Avustralya’nın yerlilerine saygı metni eklemeyi de ihmal etmiyor. Özetle dizi, malzemesi bol bir dönemi işlediği için hikâyesini derinleştirmekte zorlanmıyor.
Elbette karşılaştırmıyoruz, ancak ‘Mad Men’de olduğu gibi tüm bu toplumsal arka plan bireysel hikâyeler üzerinden şekilleniyor. Büyük anlatıları insanların gündelik hayatlarının penceresinden görüyoruz. Karakterler her ne kadar sıkıntılarla boğuşsa da boğucu olmayan bu dizi, hafta sonunu samimi ve sıcak bir iş izleyerek geçirmek isteyenlerin tercihi olabilir. Bissett ailesine odaklanıyor gibi görünse de üç komşu aileyi toplumsal bir zeminde ele alan ‘Last Days of the Space Age’ ilk sezonuyla Disney+’ta.
Bazen orijinallik peşinde koşarken kendisini de izleyiciyi de yoran yapımlara ara verip tanıdık şeyler izlemek isteriz. Canı eski usul, klasik bir korku/gerilim çekenleri İngiliz yapımı ‘Wreck’ dizisine alalım. İnsanların bir seri katil tarafından tek tek, mümkünse delici bir aletle hunharca öldürüldüğü, ‘slasher’ olarak da bilinen korku alt türündeki dizi iki sezonuyla birden BluTV’de. Dizi aynı zamanda komedi olarak da geçiyor, dolayısıyla izlerken gördüğümüz klişelerin parodi maksadıyla çekildiğini anlıyoruz.
Dizinin ana karakteri genç Jamie (Oscar Kennedy), Sacramentum adlı lüks yolcu gemisinde görevli olarak işe girer. Amacı diğer karakterler gibi harçlığını çıkarmak veya ailesinden uzaklaşmak değil, geminin bir önceki seyahatinde çalışırken ortadan kaybolan ablası Pippa’ya (Jodie Tyack) ne olduğunu araştırmaktır. Dizi Jamie’nin mürettebata sızmasından aylar önce, geminin eğlence ekibinde olan Pippa’nın bir katilden kaçmak için derin sulara atlamasıyla başlar. Geminin yetkilileri Pippa’nın intihar ettiğini duyursa da kardeşi Jamie işin içinde iş olduğundan şüphelenir ve bir sonraki yolculukta ismini değiştirerek işe girer.
Gelelim dizinin neden klasik bir korku/gerilim yapımı olduğuna. Her şeyden önce dizi, türün olmazsa olmazı kapalı bir mekânda geçiyor. ‘Wreck’ özelinde bu lüks yolcu gemisi kapalı sayılmasa da izole diyelim. Sonuçta okyanusun ortasında kimsenin kaçacak yeri yok.
Türün olmazsa olmazlarından diğeri maskeli/kostümlü bir seri katil. Yolcuları eğlendirmek için tasarlanmış ördek kostümüyle gezen katil bize bir başka klişeyi hatırlatıyor: Fazla sevimli olan şeyler ürperticidir. Palyaçolar, çocuklar, oyuncak bebekler, kuklalar… Bu dizi de bir benzerini ördekle yapmakla kalmıyor, sürekli ördek şakası yapıp bilinçli olarak işin suyunu çıkarıyor.
Bir başka klişe de eğlenmeyi seven gençler. Bu kez bir ev partisinde veya ormanda bir kampta değiliz. 7/24 süren ve kana bulanması garanti olan eğlence, geminin güneş görmeyen kısımlarında. Parti-içki-cinsellik üçlüsü katile sinsi sinsi ilerlemek için tadından yenmeyecek bir ortam sunuyor malum.
‘Wreck’ yalnızca bu klişelerden beslenmiyor. Dizide ‘Platform’un ilk katındaymışçasına yemelere doyamayanlar ile geminin alt katındaki mürettebat üzerinden dönen bir sınıf eleştirisi var. Her türlü suçu örtbas eden şeytani şirketlerin düzenine çomak sokmaya çalışan gençler var. Gemiciler arasındaki sert hiyerarşinin diğer hizmetlilere de uygulandığı askerî nizamın yarattığı depresyon da konu ediliyor. En kuvvetli temaysa mürettebat arasındaki gayrimeşru çeteleşme. Hapishane gibi belli bir gruba yanlamazsanız işinizin görülmeyeceği, korunaksız kalacağınız bir sistem var – ki dizide gemi bir mekân olarak da hapishaneyi andırıyor. Bu çete ağına bir kez girdiyseniz çıkmak o kadar kolay olmuyor. Biz de merak ediyoruz, bu cinayetler acaba çeteden çıkmak isteyenlerin başına mı geliyor yoksa hepsi izleyiciye atılan bir yem mi?
Odağında cinayeti tutma konusunda başarılı olan ‘Wreck’te bu toplumsal temaları çok alttan, yorulmadan hissedeceksiniz. Dolayısıyla toplumsal eleştiri izleme maksadıyla değil, eğlenmek için açmanızı öneririz. Yönetmenliğini Chris Baugh ve Louis Paxton’ın yaptığı, klasik korku ve gerilim ögelerini modern bir yorumla harmanlayan ‘Wreck’ ilk iki sezonuyla BluTV’de.