Hayat nasıl yaşanır, yemek nasıl tartışılır?
Bizi bu hafta film müziği ustası John Williams’ın belgeseli bekliyor. Politik dram ‘The Diplomat’ ikinci, arkadaşlık bağlarını ele alan ‘Somebody Somewhere’ üçüncü sezonuyla dönüyor. ‘Ölümcül Farkındalık’ ise huzuru aradığımız yeri sorgulatıyor.
Film izlemek kadar film müziklerinden de keyif alanlar burada mı? İkonik filmlerin isimleri kazınır hafızalarımıza, ardından oyuncuları, yönetmenleri, şanslıysa senaristleri. Film müziklerinin bestecileriyse belli bir kitlenin ilgisini çeker. Oysa, tıpkı hikâyenin ekrana uyarlanış biçiminde olduğu gibi, anlatıma hangi melodilerin eşlik ettiği de hikâye evreninin başat bileşenlerinden. Lafı uzatmayalım ve film müziğinin duayenlerinden birinin, John Williams’ın Disney+’taki belgeselinden bahsedelim.
Hâlâ hayatta olan 92 yaşındaki John Williams’ın adını hiç duymadık demeyin, onu ‘Schindler’in Listesi’nin buruk umudunda duydunuz çünkü. ‘Harry Potter’ın baykuşu Hedwig’in kanadında, ‘Star Wars’un gücünde, ‘Indiana Jones’un şaklattığı kırbaçta, ‘Evde Tek Başına’da, ‘Jurassic Park’ta, ‘E.T.’de; hangi birini sayalım? Kitleleri, bir bestenin daha ilk notalarını duyar duymaz başka bir evrene ışınlayabilmek kolay değil. John Williams bu anlamda ortak hafızamızda da önemli yeri olan biri.
İşte Williams’ın kariyerine eşlik edeceğimiz bu belgeselde tüm bu besteleri ortaya çıkaran beynin nasıl işlediğini de izliyoruz. Bu yaratım sürecine tanıklık etmek, her bestecinin aslında bir hikâye anlatıcısı olduğunu hatırlatıyor bizlere. Misal, ‘Harry Potter’ ve başka yapımlardan sahnelerin romantik pop şarkılarla veya tekno müziklerle yeniden düzenlendiği versiyonlarla dolu sosyal medya. Kullanıcılar, eğlenmek için yaptıkları bu düzenlemelerle farkında olmadan şunu kavramış aslında: Müzik değişirse atmosfer değişir.
Yönetmenliğini Laurent Bouzereau’nun yaptığı ‘Music by John Williams’ın yapımcıların biri Steven Spielberg. Spielberg’in belgeselde röportaj veren isimler arasında olması da Williams’la hem iş hem dostluk ilişkileri bilindiğinden sürpriz değil. Chris Martin, Chris Columbus, George Lucas gibi ünlü isimlerin yanı sıra bestecinin birlikte çalıştığı müzisyenler ve aile üyeleri de belgeselde yer alıyor. ‘Music by John Williams’ bu hafta sonu hem sinema hem müzik tutkunlarını bir araya toplayacak bir yapım. İkonik filmlerin ikonik bestelerine imza atmış, bol ödüllü John Williams’ın belgesel filmi Disney+’ta.
Netflix’in politik dram türündeki sevilen dizisi ‘The Diplomat’ ikinci sezonuyla döndü. İngiltere’ye ABD büyükelçisi olarak atanan atarlı giderli Kate Wyler’ı (Keri Russell) özleyenler vaziyet alsın; kendisi bizi yeniden uluslararası ilişkiler ve diplomasi dünyasına çağırıyor. Dizi bu büyük anlatının altında, ülkeler arası ilişkilerin kişiler arası ilişkilere bağlı olduğuna dair daha küçük bir anlatı da sunuyor. Diğer yandan işin medya ayağı dolayısıyla gösteri(ş) toplumunun ifşasını da izliyoruz. Tüm bunları hafif, bazen eğlenceli şekilde yansıtan ‘The Diplomat’ta ana karakterlerin özel hayatları da bir başka eksen.
Dizi, İran açıklarında bir İngiliz gemisinde meydana gelen patlama sonucu 41 askerin hayatını kaybettiği haberiyle başlamıştı. İran ve İngiltere’nin diplomatik ilişkilerini izleyeceğini düşünen izleyicinin odağıysa, Beyaz Saray’ın devreye girmesiyle ABD’ye çevrilmişti. Neticede İngiltere ve ABD müttefik. Kariyerini bu meselelerde boy göstermek üzerine inşa etmiş Hal Wyler (Rufus Sewell) tepedekileri kızdırınca, ondan gelmesi beklenen açıklama eşi Kate’e devrolmuştu.
ABD için önemli bir isim olan Kate İngiltere’ye büyükelçi olarak atandığında, genel kanının aksine İngiliz gemisine İran’ın saldırmadığını kanıtlamaya ve ülkeler arası tansiyonu düşürmeye çalışıyordu. İstemediği bu görevin içine her dakika daha da çekilen Kate üstüne bir de ABD Başkan Yardımcılığına aday gösterilmişti.
İş hayatında çok bilinmeyenli denklemlerle uğraşan Kate özel hayatında da huzuru bulamıyordu, zira eşi ve meslektaşı Hal her şeye karışıyordu. Hal’in iyi niyetle işleri hızlandırmak istediğinde bile bunu arkadan iş çevirerek yapması Kate’in odaklanma kabiliyetini baltalıyordu.
Sezon ortalarında Kate ve ekibi (Hal’in de istenmeyen katkılarıyla) İngiltere gemisine saldıran ülkeyi açığa çıkarmıştı. Sezon finalindeyse söz konusu ülkenin şaşırtıcı iç bağlantısını öğrenmiştik. Kate ve Hal’in bulunduğu aracın patlamasıysa sezonu büyük bir gizemle noktalamıştı. Yeni sezonda Hal’in ağır yaralı kurtulması Kate’i çok etkiliyor ve ilk sezondaki kararları bulanıklaşıyor. Kate’in işindeki hedefi artık saldırının ardındaki şok edici ismi kanıtlamak. ABD Başkan Yardımcılığı konusuysa, halihazırda makam koltuğundaki karakterin çıkagelmesiyle daha da karışıyor. Özetle dizinin ikinci sezonu, Kate’in yine her yönden baskı altına alındığı bir hikâye sunuyor.
Oyunculuklarıyla da beğeni toplayan dizide Nicol Trowbridge’i canlandıran Rory Kinnear’ı özellikle anmak istedik; kendisi hak ettiği değeri göremeyen ‘Penny Dreadful’ dizisinin hak ettiği değeri göremeyen John Clare’iydi. Son olarak, duvarımıza diziden bir replik asacak olsaydık, Hal’in bu görevler için eşi Kate’in neden biçilmiş kaftan olduğunu açıkladığı repliği asardık: “Gücü seven kişi, ona sahip olmamalı.” Zira Kate’in tüm çabası hakikatin peşinden koşmak, gücün değil. ‘The Diplomat’ şimdi ikinci sezonuyla Netflix’te.
Sırada iyi hissettiren sakin bir dizi var: BluTV’de yayınlanan iki sezonunun ardından üçüncü ve final sezonuyla dönüş yapan ‘Somebody Somewhere’. Dizi yetişkinlerin arkadaşlık bağları ve aile içi anlaşmazlıklar olmak üzere hayatın sıradan ama önemli unsurlarını irdeliyor. Dozunda dram ve dozunda mizah barındırmasıyla da hayatın olağan akışında ilerliyor. Herkesin izlemediği yapımların peşindeyseniz bir şans verin deriz.
Ana karakterimiz Sam (Bridget Everett) ablasını kaybetmesinin ardından bir türlü toparlanamayan bir kadındır. Bu olayın ardından doğduğu ve hâlâ ailesinin yaşadığı kasabaya, Kansas’a döner. Diğer aile bireyleri de olayın etkisini atlatamamıştır ve kimse kimseyle doğru düzgün iletişim kurmamaya başlamıştır. Kız kardeşi Tricia (Mary Catherine Garrison) Sam’in yalnızlığına ve ablalarının acısına ortak olacağına başlarda onu orada istemediğini belli eder. Anneleri ayrı telden çalar, babaları olabildiğince kenarda köşede kalmaya çalışır. Ailede Sam’in sosyalleşebildiği tek kişi, ergen yeğenidir.
Fakat istemeyerek döndüğü bu kasabada şans Sam’in yüzüne arkadaştan yana güler. Zamanında Sam’le aynı lisede okumuş olan Joel de (Jeff Hiller) hâlâ kasabadadır ve Sam’e yas sürecinde, kendini bulma serüveninde destek olur. Tıpkı Sam gibi ama başka nedenlerle toplumda ayrıksı hisseden Joel bir topluluk kurmayı başarmıştır. Joel Sam’i, akşamları kilisede toplanan ‘queer’ komünitesiyle tanıştırır ve Sam ablasının kaybının ardından ilk kez hayata dönmüş hisseder.
Dizi gücünü sıradan konusundan değil, bu konuları oldukça doğal işlemesinden alıyor. Oyunculuklar, sahne tasarımı, diyaloglar herhangi birinin evine misafir olmuşuz da olan biteni izliyormuşuz izlenimini başarılı bir şekilde veriyor. Bu ögelerin öne çıkmaması bizi salt hikâyeyle ve karakterlerle baş başa bırakıyor. Böylelikle o küçük ve sıradan anların derinliğini düşünecek alanımız ve vaktimiz oluyor.
Hayatta yolunu aramak, anlamlı ilişkiler kurmaya çalışmak, zor zamanları atlatmak gibi sevimsiz ve hayli hayatın içinden konuları drama kaymadan anlatması dizinin diğer gücü. Bu da hikâyede umuda alan açıyor. Özetle dizi hiçbir şekilde yormuyor, ama vaktiniz boşa da geçmiyor.
Sam bu küçük kasabada kendine yer, ruhuna da dost bulduysa hepimizi evde hissettirecek ‘birileri, bir yerlerde’ vardır; tıpkı dizinin adı gibi. Büyük şehirlerin ötesinde, küçük kasaba yaşamını ve insan ilişkilerini başarıyla ele alan ‘Somebody Somewhere’in üçüncü sezon bölümleri peyderpey BluTV’de.
Meditasyon, farkındalık, anda kalma gibi rahatlatıcı egzersizlerden ne zarar gelebilir? Netflix’in yeni Alman dizisi ‘Ölümcül Farkındalık’a göre bu işlerin sonu kanlı da bitebilir! Kara komedi türündeki dizi farklı bir şey deniyor ve ‘mindfulness’ çatısı altında toplanan bu kavramların dünyası ile suç dünyasını bir araya getiriyor.
Akla hemen azılı suçluların meditasyonla iyileştirildiği bir sivil toplum kuruluşu geliyor, ama dizi bizi ters köşeden yakalıyor. Tom Schilling’in canlandırdığı Björn Diemel adlı başarılı, başarılı olduğu kadar da stresli bir avukat hayat koşuşturmasından kaçış yolu arar. Mesleğinde onu rahatsız edense karşılığını alamadığı halde şirketin tüm kirli işlerinin ona yaptırılmasıdır.
Björn’ün aile hayatı da sallantıdadır, zira böyle bir işteyseniz iş ve özel hayat dengesini tutturmanız olanaksızdır. İşte bu anlardan birinde, artık sabrı taşan eşi Björn’e bir farkındalık merkezinin broşürünü verir ve hiç değilse kızları için hayatında bir değişiklik yapmasını ister. Bu programa katılmaya karar veren Björn’ün hayatı 42 yaşında 180 derece değişir.
Kendi kendisiyle bağlantı kurmak Björn’e huzur getireceğine içindeki öfke canavarını serbest bırakır ve daha önce kavgaya bile karışmamış Björn ilk kez cinayet işler. Sonra bir kez daha, ardından bir daha derken nur topu gibi bir seri katilimiz oluşur. Björn nihayet stresinden arınmış, dengeyi ve huzuru bulmuştur! Öyleyse program başarılı olmuş diyebilir miyiz?
Sıradan bir adamın bir suçluya dönüşme hikâyesi genelde dram yapımlarının konusu olurken ‘Ölümcül Farkındalık’taki Björn’ün karakter gelişimi bize kara mizahla sunuluyor. Ancak bir süre sonra alışmadık bünyede suç da zor duruyor. ‘Purge/Arınma’ serisindeymişçesine rahatlamak için girdiği suç dünyası Björn’ün yoluna tehlikeli insanlar, girmek istemeyeceği ortamlar çıkarıyor. Bu meditasyon ve farkındalık işlerine kızıyla daha kaliteli zaman geçirebilmek için giren Björn, suç dünyasında geçirdiği kalitesiz zamanı kızına yansıtmamaya çalışıyor. Özetle bu iş başta olduğu kadar eğlenceli gelmemeye başlıyor.
Karsten Dusse’nin 2019 tarihli ‘Achtsam Morden’ adlı romanından uyarlanan mini dizi Doron Wisotzy tarafından senaryoya uyarlanıyor. Siz yine hobi olarak anda kalın, başınıza dert açmayın diyoruz ve ‘Ölümcül Farkındalık’ için Netflix’e doğru yol alıyoruz.