Adana’da deprem oldu Naci Görür uyardı
Deprem bölgesinde görev yapan 28 foto muhabiri fotoğrafları ve kaleme aldıkları yazılarla 6 Şubat'ı anlattı. Foto muhabirlerinin tek amacı Türkiye'nin deprem gerçeğini hatırlatmak ve farkındalık yaratmak.
Bugün 6 Şubat depremlerinin birinci yıl dönümü. Şu an meclis koridorlarında resmi verileri göre 53 bin 537 yurttaşın hayatını kaybettiği bu felaketin fotoğrafları var. 10 Şubat’a kadar da orada olacak fotoğraflar. Tüm vekillerin bakıp üstlerine düşeni yapmasına vesile olacak belki de.
Zira Türkiye Foto Muhabirleri Derneği 6 Şubat depreminin yıl dönümünde yayımladığı ‘7.7 Unutma’ isimli kitap ve yayındaki fotoğrafların yer aldığı bu sergiyle yaşananları ve kayıpları anıyor.
Deprem bölgesinde çalışan 28 foto muhabiri fotoğrafları ve yazılarıyla Türkiye’nin deprem gerçeğini hatırlatmayı ve farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Fazla söze gerek yok, fotoğrafçılar o anları anlatıyor:
“Kahramanmaraş’ta depremin ikinci günü Ebrar Sitesi’nde yıkılmış binalar arasında dolaşırken gördüm Mesut Hançer’i. İnsanlar yıkılan binanın enkazında kendi imkanlarıyla yakınlarını ararken bir kişi enkazın arasında yere çökmüş oturuyordu, dikkatimi çekti. Biraz dikkatli bakınca oturduğu yerde bir el tuttuğunu gördüm. Fotoğrafını çekmeye başladım. Ben fotoğraf çekerken gözleriyle de beni takip ediyordu. “Çek çocuğumun fotoğrafını çek” diye seslendi. Tuttuğu eli bırakıp çocuğunun başını okşayarak yatakta yatarken kolonun altında kalan çocuğunun cansız bedenini gösterdi. Sonra bıraktığı eli tekrar tuttu. O elin çocuğunun eli olduğunu o zaman anladım..
Çok üzülmüştüm. Dayanılmaz bir acı… İçimden, “Ne büyük acı” diyordum. Gözlerim doldu… Ama işimi de yapmalı, fotoğraf çekmeliydim. Yeteri kadar fotoğraf çektikten sonra ismini sordum. Zor konuşuyordu. Titrek bir sesle “Mesut Hançer” dedi. Sonra çocuğunun ismini sordum. “Kızım Irmak” dedi. Aramızda 20-25 metre kadar mesafe vardı. O nedenle de fazla konuşamadım. Yaklaşık üç saat kadar orada kaldım. İnsanlar enkazın içinde yakınlarını ararken Baba Mesut Hançer çaresizce oturmuş kızı Irmak’ın elini tutuyordu. Yaklaşık üç saat kadar orada bekledim gelip Irmak’ı çıkartırlar diye, ancak kimse gelmedi.
Benim çektiğim fotoğrafları göndermem gerekiyordu, bu nedenle oradan ayrıldım. Merak da ediyordum, Irmak’n cansız bedenini çıkarmışlar mıydı? Ertesi gün tekrar gittim. Irmak’ı enkazın arasından çıkartmışlardı. Baba orada yoktu. Fotoğraf dünyada da Turkiye’de de büyük yankı buldu. Yaşanan felaketi, acıyı çaresizliği anlatan bir fotoğraftı ve depremin sembolü oldu. Mesleki açıdan baktığımda başarılı bir iş yapmıştım, ama keşke bu felaket olmasaydı da bu fotoğrafı çekmeseydim…”
“6 Şubat gecesi anlayamadığım bir şekilde bir türlü uyuyamadım. İçimde büyük bir sıkıntı vardı… Sabah saat 07.00’de uyandığımda ilk iş pencereden etrafa baktım; İstanbul bembeyaz olmuştu. Bir huzursuzluk vardı içimde. O sırada eşim büyük bir deprem olduğunu ve çok sayıda insanın vefat ettiğini söyledi. Deprem ile ilgili sosyal medyada bir sürü görüntü izledim. Kimseyle konuşmadan çantamı hazırladım. Olay yerine gideceğimi tahmin ediyordum. Evden çıkmama 10 dakika kala müdürüm Oğuzhan Güven beni aradı ve acil hazırlanmam gerektiğini, hızlı şekilde ekiplerle buluşup Hatay’a doğru gitmem gerektiğini söyledi, bavulum zaten hazırdı… İşyerine, oradan İstanbul Havalimanı’na gittik ve AFAD görevlilerinin taşındığı uçakla Adana’ya indik.
Burada 14 apartman yıkılmıştı, enkaz altında bir sürü can vardı. Yıkılan binalardan birine geldiğimizde yüzlerce kişi canla başla çalışıyor, kimi zaman sessizlik çöküyor, “Sesimi duyan var mı?” diye bağırıyorlardı. O an… O cümle söylendiğinde sanki damarlarımda akan kan buz kesiyordu. Kendi görevimizi yapmadan önce içeride insanlar olduğunu, onlara nasıl yardımcı olabileceğimizi düşündük. Fotoğraf makinemizi bırakıp biz de ellerimizle enkazın kaldırılmasına yardımcı olmaya çalıştık. İçeriden gelebilecek sese pür dikkat kesildik. Yıkılan evlerinin önünde bekleyen aileleri gördüğümde o anın fotoğrafını çekmekte güçlük yaşadım. Kendinizi o insanın yerine koyuyorsunuz; evi yıkılmış, ailesi altında kalmış ve çaresizce bekliyor, yıkılan evin hemen yanında yanan ateşin başında. İnsanların yüzlerindeki acının tarifi yok, hiçbir kelime o acıları anlatamaz.”
“Depremin üçüncü günü Adıyaman’a gitmek üzere görevlendirildim. Şehre girdiğimde hava kapkaranlıktı. Yollar yıkılan evlerle kapanmıştı. Sürekli ambulanslar gidip geliyordu. Yardım tırları konvoy oluşturmuştu. Yollar yarık ve çatlak olduğu için trafik çok yoğundu. Bir saatlik yolu iki buçuk saatte aldık. Televizyonda olayları takip etmek ile olay yerinde izlemek çok farklı…
Alana geldiğimde acının ve yıkımın ne kadar büyük olduğunu gördüm. Sabah şehrin sokaklarını gezdiğimde kimse kalmamıştı, her yer moloz doluydu. Sokakta kalanlar da ısınmak için ateş yakmıştı. Havada ceset ve is kokusu vardı. Yani bir yanda ölüm bir yanda yaşam. Çaresizliğin ne olduğunu meğer bilmiyormuşum, ilk defa orada anladım. Bulunduğumuz bölge akrabalık ilişkilerinin ön planda olduğu bir yerdi. Özellikle akrabalarından ayrı düşen insanlar burada kendini çok yalnız hissediyordu. Enkaz alanına ilk gittiğimizde konuştuğumuz insanlar “Bu enkazda akrabalarım var. Onlara bir şey olursa kimsesiz kalacağım” dedi. Kiminle konuştuysam duyduğum şey “Adıyaman sahipsiz kaldı” oldu. Çadır kent kurulduktan sonra fotoğraf çekmek için oraya gittiğimde insanların biraz kızgın olduğunu gözlemledim. Onlara dikkatli yaklaşmam gerektiğini unutmadan önce bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sordum. Biraz sohbet ettikten sonra fotoğraf çekmek benim için de daha kolay oldu.”
“Memleketim Gaziantep olduğu için depremin haberini hemen aldım. Akabinde ilk olarak akrabalarımı aradım. En yakınlarımın iyi olduğunu öğrenince biraz olsun rahatladım… Bir gazeteci arkadaşımla bölgeye gitmek üzerine plan yaptık ve sabah saat 8 gibi araç kiralayarak yola çıktık. İnanılmaz kötü hava koşullarında İskenderun’a vardığımızda akşam saat 8-9 sularıydı. Her yer zifiri karanlık, enkazların üzerinde insanlar çaresiz bekliyordu. Etrafta hiçbir arama kurtarma görevlisi yoktu. Öyle çaresizce bekleyen, ağlayan, yardım isteyen insanlar ve enkazlar vardı sadece. Biraz sonra İskenderun devlet hastanesine bakmak üzere yürümeye başladık. Hastaneye vardığımızda gördüklerimiz felaketin ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha hissettirdi. Hastane koridorları, bahçesi, bahçedeki sahra çadırı yaralılarla dolup taşmıştı. Ertesi gün Antakya’ya vardığımızda bir kez daha şok geçirdik. İnsanlar enkazlardan kendi imkanlarıyla yaralılarını, hayatını kaybeden yakınlarını çıkarmaya çalışıyordu. Günlerce bölgede kalıp eve döndüğüm zaman müthiş bir çaresizlik hissettim. İstanbul’da 30 yıllık çürük bir binada yaşayan biri olarak gördüğüm tüm o kabus gibi görüntülerin bir gün bizim de başımıza geleceğini bilmek ve bunun için hiçbir şey yapamamak çok acıydı. Hayatım boyunca bir daha böyle acı veren bir mesleki tecrübe yaşayacağımı zannetmiyorum. Kelimelerle ifade etmek çok zor, öyle ki bazen fotoğraflara yansıtmak bile istemediğim anlar oldu…”
“Deprem haberini aldığımda yurt dışındaydım. Ertesi sabah İsviçre’den İstanbul’a oradan Kayseri’ye, oradan da Kahramanmaraş, Afşin ve Elbistan’a ulaştım. O gün gittiğim yerler içinde en kötüsü Elbistan’dı. Büyük kaos vardı. Yanan evlerden dumanlar yükseliyordu. Daha önce 8.3’luk Nepal depreminde, Suriye ve Ukrayna savaş bölgelerinde bulundum; ama böyle çaresizlik görmedim.
Ailem Gaziantep’teydi. Günlerce çadır bulamadıkları için parklarda ve kamyonet içinde kaldılar. Dayım ve ailesi, kuzenlerim İskenderun’daydı. Son anda hayatlarını kurtarmışlar. Acı her yerde acı ama kendi insanını bu halde görmek daha çok acı veriyor…
Bu depremde yıkım yaşayan Suriye’nin kuzeyi hariç depremden etkilenen hemen hemen bütün illere ve büyük yıkımların olduğu ilçe ve köylere gittim. Deprem bölgesinde çok ciddi bir cahillikle ve bölge insanının fedakarlığı arasında gitti geldi her şey. Herkesin siniri bozuktu. Zaman zaman görevini yapmaya çalışan medyaya saldırı boyutuna varan tepkiler oldu. Sahadaki eğitimsiz gönüllüler işleri zorlaştırdı, enkaz altındakiler tam çıkmak üzereyken sevinçten enkazda zıplayanlar oldu, askerle tartıştılar, kavgalar çıktı. Bölge halkının çok büyük fedakarlıklarıyla kurtarıldı insanlar. İlk enkazdan çıkarılanlar onların çabalarıyla çıktı.”
“Ölüm korkusunu hissedemedim; çünkü kurtarmam gereken canlar vardı… Deprem olduğunda ayaktaydım. Ayaktaydım diyorum, ama ayakta duramayacak kadar fena sallanıyordum. Tüm aile fertlerini uyarmak için koştuğum holde ayakta durma mücadelesi veriyordum. Elektrikler henüz kesilmemişti, her şey çok netti. Sarsıntı şiddetini arttırdığında salonda küçük oğlumun yattığı yerde aldım soluğu. Bir yandan onu korkmaması için teselli ediyordum, bir yandan da film sahnesi gibi çatlayan, kimi salona kimi dışarıya devrilen duvarları izliyordum büyük bir hayretle… Cep telefonun feneriyle arkama baktığımda komşumun duvarının bizim tarafa yıkıldığını gördüm. Arkasına duvar devrilen az önce girip çıktığım kapının açılmadığını, hanım ve çocukların feryadıyla fark ettim. Dış kapımız da sıkışmıştı, açılmıyordu. Çok zorlanarak kalan aile bireylerimi yanıma aldığımda tek düşüncemiz, üçüncü kattan sokağa nasıl çıkacağımızdı.
Bir ses duyduk sonra “İçerde kimse var mı?” diye. Yan komşumuzun yıkılan duvarından bizim kata giren genç bir adam sıkışan kapıyı kırdı. Bir daha da o arkadaşı ne gördük ne de duyduk. Kesinlikle cesur bir insandı, bize göre de Hızır Aleyhisselam’dı kurtarıcımız… Komşunun kapısı kırıldıktan sonra apartmanın içine girebildik ama, “Talip” sesleriyle inliyordu orası da. Tüm komşularımıza yardımcı olmaya çalıştık. Onların da kapılarını kırarak apartmanın içine aldık. Birinci kata kadar kırık merdivenlerden, resmen dökülmüş ara koridorlardan gelirken hayatımızın şokunu yaşadık.
Orası tam bir enkazdı ve apartman çökmüş, çıkışımız yok olmuştu. Bir demir kapı bulduk ve arkasına devrilen duvara rağmen tüm gücümüzle ittik. Önce çocuklar ve yaşlılar, en son da ben… Komşumuzun evine geçtiğimiz kapıdan yemin ediyorum şu an hiçbirimiz geçemeyiz. Yıkılan duvar arasından kendini kurtaran mahalle sakinlerimizin yardımı ile çıktığımızda ne yağmura aldırıyorduk ne de yaşadığımız duruma. Sadece çevremizdeki yerle bir olan binaların şoku vardı. Bir de “Ne olur bizi kurtarın” feryatları. Herkes ağlıyordu. Bu ağlama 10 gün boyunca sürdü. Enkaz altından çıkan her cenaze bizi derinden üzerken tanıdıklarımızla ilgili aldığımız ölüm haberleri üzüntümüze üzüntü kattı. Rabbim bizlere böyle bir felaket yaşatmasın inşallah. Vefat edenlere Allah’tan rahmet geride kalan ama yaşayan ölü gibi olan herkese sabır diliyorum.”
“6 Şubat günü sabaha karşı deprem haberini duyar duymaz Hatay’a doğru yola çıktım. Yolların kapalı olması bölgeye gecikmeli ulaşmama neden oldu. Daha önce de İzmir ve Elazığ depremlerinde çalıştım. Benzer bir tablo göreceğimi düşündüm ve kendimi ona göre hazırladım. Bölgeye yaklaşırken meslek būyuğü arkadaşlarımla konuştuğumda olayın büyüklüğünü idrak edebildim. 1999 Gölcük depremini görmüş bu tecrübeli kişiler dahi, sesi titreyerek konuşuyordu.
Alana ulaştığımda gördüklerim karşısında nutkum tutuldu. Her yerde yıkılmış binalar her binanın yanında onlarca kişi vardı. Kimi enkazdan çıkardıkları yakınlarının başında ağlıyor, feryat ediyor, kimi hala içeride var olduğuna emin oldukları yakınlarını çıkartabilmek için canla başla çalışıyordu.
Fotoğraf makinemi çıkartırken çekindim. Bu kadar ağır bir yıkım yaşamış insanlara nasıl yaklaşmam gerektiğini bilemedim. Gördüğüm en büyük krizdi. Olayın şokunu atlatarak fotoğraf çekmeye başladım. İnsanlar seslerini duyurabilmek için her yerden beni yanlarına çağırıyor, anlatıyor ve ölmüş aile bireylerinin cansız bedenlerini gösteriyordu. Bu öyle büyük bir sorumluluktu ki benim için ağırlığı altında ezildiğimi hissediyordum.
Konuşabildiğim herkesle konuştum, çekebileceğim her fotoğrafın ardına düştüm. Depremin ikinci günü neredeyse duygularım körelmişti artık. Ne hissettiğimi bilemiyor sadece işimi yapmak için uğraşıyordum. Bazı yıkıntılarda enkaz altındaki canlı insanlarla iletişim dahi kurabiliyordum. Bana saatlerdir konuştuğu diğer enkaz altındaki insanların ölümlerini anlatıyorlardı, zaman zaman duyduklarım ve gördüklerim karşısında boğazım düğümleniyordu…
Bazı noktalarda daha önce hiç kurtarma çalışmalarında bulunmamış, bu işin amatörü kepçe operatörleri can kayıplarına varan hatalar yapıyordu. Uyardığımda çaresizlikten bu yola başvurduklarını, zamanla yarış halinde olduklarını söylüyorlardı.”
“6 Şubat 2023’te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli deprem Türkiye’nin Güneydoğusunda önemli bir yıkıma sebep oldu. Depremden en çok zarar gören yerlerin başında gelen Antakya’da arama kurtarma çalışmaları büyük bir telaş ve gerginlik içerisinde yürütüldü. Enkaz altında kalanlar yerlerini ve durumlarını belirtmek için sosyal medyayı kullandı. Enkazdan sağ kurtulmayı başaranlar sevdiklerinin, anılarının ve geçmişlerinin kaybıyla yıkıldı. Taşların altından ölüm kokusu geliyordu. Türkiye ve Suriye’de resmi açıklamalara göre yaklaşık 60 bin kişinin hayatını kaybettiği depremin ardından zorunlu olarak ortaya çıkan siyah ceset torbaları ve beyaz kefenlerin yan yana dizildiği yeni mezarlıklar yürek burktu.”
“6 Şubat günü sabaha karşı hava daha zifiri karanlıkken Hürriyet Gazetesi’ndeki yazı işleri müdürlerimizden Ateş Yalazan’ın telefonu ile uyandım. Ülkemizin güneydoğusunda 7.7 şiddetinde çok büyük bir deprem olduğunu duyduğum an sanki hiç uyumamış gibi ayaktaydım. Çok büyük bir felaketle karşı karşıyaydık. Ulaşım en büyük problemdi. Ben uçak varsa bile kar yağışından dolayı İstanbul Havalimanı’na nasıl ulaşabilirim diye düşünürken bölgeden gelen ilk görüntülerde Hatay Havalimanı pistinin durumunu gördüm. Kimi meslektaşlarımız karayoluyla çoktan yola çıkmıştı. Meslektaşım Savaş Özbey ile THY’nin İstanbul Havalimanı’ndan kalkan yardım uçuşunda yer bulmuştuk. Arama kurtarma ekiplerinin yanında doktorların da olduğu bir grupla 12.30 gibi uçağa bindik. 15.00 sularında Gaziantep’e indiğimizde telefonunu açan Savaş “Biz havadayken 7.6 şiddetinde bir deprem daha olmuş Levent” dedi. Büyük depremlerden sonra artçılar çok normaldir, ama bu kadar kısa süre içinde hele ki 7.6 şiddetinde bir deprem normal değildi. 1999’da İstanbul’da 7.4’ü yaşayan biri olarak endişem daha da artmıştı. 17 Ağustos’ta kıyamet kopuyor sandığım depremden çok daha şiddetli iki büyük deprem sekiz saat arayla Kahramanmaraş merkezli olarak bölgeyi vurmuştu…”
“6 Şubat 2023 günü sabaha karşı saat 04.17’de ülkemizin yaşadığı en şiddetli depremlerinden birine uyandı tüm Türkiye. Yüzyılın depremi olarak tarihe geçen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki iki depremin ardından gördüklerimizi anlatmaya kelimeler yetmez… Her şeyden önce deprem bölgesine ulaşmak oldukça zor oldu. Depremin şiddetine dayanamayan yollar çökmüştü. Ekip olarak soluğu önce depremin merkez üssü olan Pazarcık’ta aldık.
İlçeye girdiğimizde bizi karşılayan ölüm sessizliği oldu. Her yerde yıkık binalar, enkaz altında kurtarılmayı bekleyen insanlar, bir türlü ulaşmayan yardımlar, acı ve feryat vardı. Van, Malatya, Elazığ depremlerinde görev yapan bir foto muhabiri olarak ilk kez bu kadar büyük bir enkazla ve çaresizlikle karşı karşıyaydım. Fotoğraf çekmekten başka şey yapamıyordum. Tüm Kahramanmaraş halkı gibi biz de zorluklar yaşıyorduk. Benzin bulmak imkansızdı. Bütün benzin istasyonları ya yıkılmış ya da benzin bitmişti Pazarcık’tan Kahramanmaraş’a dönerken yolda benzinimiz bitti nitekim.
Geceyi araçta geçirdikten sonra Kahramanmaraş’ın Trabzon Caddesine ulaştım. Pazarcık ilçesinde gördüklerimin 10 kat daha büyük bir yıkım gördüm. Milliyet gazetesinden foto muhabiri arkadaşım Yavuz Özden ile tüm sokakları ve caddeyi taradık. Saatler sürdü ama enkaz bitmek bilmiyordu. En son bir ara sokakta, enkaz altından kucağına kız çocuğunun cansız bedeni verilen bir babayı gördük sandalye üzerinde. Baba küçük kızının battaniyeye sarılı cansız bedenini kucaklamış ağlamaktan yorulmuş gözlerle anlamsız ve donuk bakarken objektifimize takıldı. Tarifi olanaksız hisler içinde bu kareyi çektim.”
Kitapta yer alan isimlerin tamamı:
Adem Altan, Ahmet Faruk Sarıkoç, Beyza Coşkun, Burak Emek, Can Özer, Cihat Öztürk, Efekan Akyüz, Emrah Gürel, Erdem Şahin, Ergün Ayaz, Francisco Seco, İsmail Coşkun, Levent Kulu, Mert Gökhan Koç, Necati Savaş, Onur Doğman, Osman Altınışık, Rıza Özel, Sedat Suna, Selahattin Sönmez, Sinan Ozan Demirci, Talip Köleoğlu, Tolga İldun, Tunahan Turhan, Uğur Yıldırım, Ümit Bektaş, Ünal Çam, Yavuz Özden.