Şarkılar seni söyler dillerde marş adın
Dünya sinemasında, onun gibi kitleleri kuşaklar boyunca etkiyen çok az sanatçı var. Kendi sineması üzerine akademik tez yazansa bilindiği kadarıyla yok. 23 yıl önce bugün aramızdan ayrılan Kemal Sunal 56 yıllık ömründe öyle bir sinema kişiliği yarattı ki bugün bile etkisi güçlenerek sürüyor.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin bahçesindeki o meşhur merdivenlerdeyiz. Kantinden çay almışız arkadaşlarla ama şeker almayı unutmuşuz. Merdivenlerde Kemal Sunal’ı gördük. Oturmuş çay içiyor. Biz daha birinci sınıftayız ve tabii onu görünce heyecanlandık ama Kemal Sunal rahatsız edilmemek ister gibi. Kendi aramızda kantine gidip kim şeker alacak diye tartışırken bir ses: “Gençler şu şekerleri kullanabilirsiniz.”
Gidip şekeleri almış ve “Teşekkür ederim Kemal Bey” demiştim. O sıralar bizim okulda yüksek lisans yapıyordu. Kendi sinemasının tezini hazırlıyordu. Kendi sınıf arkadaşlarıyla arası iyiydi ama arada sırada uğradığı zaman okula herkesle muhattap olmazdı. Bu küçük anıyla sınırlı kaldı Kemal Sunal ile canlı kanlı temasım.
Mekteptaşım Kemal Sunal 3 Temmuz 2000’de ‘Balalayka’nın çekimlerine gitmek için bindiği uçakta yaşamını yitirdi. Meslekteki ilk aylarım, Radikal’deyim. Ertesi gün yanlış hatırlamıyorsam gazetenin 15 sayfası Kemal Sunal’a ayrılmıştı. Bu bir yandan normaldi. Çünkü yarattığı sinema personasıyla kitleler üzerinde bu derece etkili olan, bırakın Türk sinemasında dünya sinemasında bile çok az oyuncu vardı. Böylesi bir oyuncuya veda ederken de bir gazetenin 15 sayfa ayırması normaldi.
11 Kasım 1944’te (Aslen 10 Kasım’da doğduğunu ama Atatürk’ün ölüm gününde doğum günü kutlamayacağı için 11 Kasım’ı doğum günü olarak seçtiğini söyler) İstanbul Küçükpazar’da başlayan yaşam öyküsü, 56 yaşında, 3 Temmuz 2000’de sona ermişti. Ama Kemal Sunal’ın toplum üzerindeki etkisi hala devam ediyor. Bunun sırrı çözüldü mü derseniz, galiba çözülemedi.
Türk sinemasının tartışmasız en önemli starlarından biriydi o. Büyük bir fenomendi. Sinemada filmleri büyük ilgi görüyordu. 80’lerde video dönemi patladığı zaman evlerde çılgınlık düzeyinde Kemal Sunal filmleri izleniyordu. Özel televizyonların yayına başlamasıyla bu çılgınlık aldı başını gitti. Türk halkı onu defalarca izlemekten kendini alamıyordu. Ama bu denli bir fenomen olmasına rağmen gerçek kişiliği, mazbut yaşamıyla ilgili yakın çevresi dışında fazla bilgi sahibi olan yoktu. Peki gerçekte Kemal Sunal nasıl biriydi?
İstanbul’un bugün göçmenlerin ve Anadolu’nun dört bir yanından gelen İşçilerin sığındığı Küçükpazar’da dünyaya geldi. Şöyle hatırlıyordu o günleri: “Babam o yıllarda kurulan Migros’ta işçiydi. Annem ev hanımı. Üç kardeşin en büyüğü bendim. Küçükpazar’da yoksul ama mutlu bir çocukluk geçirdim. O yılların Küçükpazarı farklıydı. Küçükpazarlılar, zengin olma umudu taşımazlar, köşe dönme hayalleri kurmazlar, hep ölçülü, hep karınca kararınca yaşarlardı. Tek amaçları çoluğu çocuğu ele güne muhtaç etmeden yaşatabilmek olurdu.”
Fizik olarak daha çok babasına benzeyen Kemal Sunal, çoğu çocuk gibi üç numara saç tıraşıyla dolaştı küçüklüğünde. Çekingendi, hatta zaman zaman dış dünyayla irtibatını kesiyordu. İlkokula âdet olduğu üzere annesi Sultan Sunal’la birlikte gitti. “Bütün çocuklar feryan ederken,” diye anlatacaktı Sultan Sunal o günü, “Kemal hiçbir şey demiyor, yanımda duruyordu, içine kapanmıştı.”
Vefa Lisesi’ne başladığında ileride oynayacağı ‘Hababam Sınıfı’ serisine benzer bir sınıfa düştü. Herkesin bir lakabı vardı. Tiri Süha, Mezarlık Kedisi, Korsan Cevat, Gogo Cavit gibi… Sunal’a da Koçero lakabı takıldı. Ortaokul yıllarında efendi, utangaç bir insan olarak algılansa da daha sonra çekingenliğini üzerinden attı. Lisede neşeli bir hali vardı, grupla birlikte yaramazlık yapmaktan geri durmadı. Fakat sınıf başkanı olması onun diğer arkadaşları gibi zıvanadan çıkmasına engel oldu. Sorumluluk aldığı için hocalarına karşı daha saygılı ve mesafeliydi.
Sınıfta güldüren değil, gülendi. Ama muzipliğin, hareketliliğin karşısında da olmadı. Hatta ses çoğaldıkça koroya dahil oldu.
Aklının bir ucunda tiyatro yapmak vardı. Okulda müsamereleri organize etme işini üstlendi. Bu ilgisi felsefe öğretmeni Belkıs Bakır’ın gözünden kaçmadı. Öğretmeni onu doğru yönlendirmek istedi, bu işi profesyonelce yapabileceği insanlarla tanıştırabileceğini söyledi. Fakat bu şahane fırsata babası Mustafa Sunal önce karşı çıktı. Onu ikna etmek Belkıs Bakır’a düşecekti. Sonra soluğu Kenter Tiyatrosu’nda aldılar.
Belkıs Hoca ‘eti senin kemiği benim’ prensibiyle Müşfik Kenter’le el sıkıştı. Kemal Sunal’ın sanat macerası işte böyle başladı. İlk oyun Deli İbrahim’di. Cellat yamağını oynadı. Mızrak tutuyordu. Heyecanlıydı. Sahneye çıktığı an hiçbir diyaloğu olmamasına rağmen seyirci gülmekten kendini alamadı. Kenterlerle birlikte Sunal da bu tepkiye pek anlam veremedi. Fakat onun yüzünün, mimiklerinin, vücut dilinin seyirci üzerinde müthiş bir etkisi vardı. Kenter Tiyatrosu’nda çok fazla durmadı.
İki oyun sonra Pendik Tiyatrosu’nun kurulacağını haber aldı. Bülent Kayabaş’la o sıra tanışmıştı. Cepte para yok, aç kalınca pazardan domates çalıp ekmeğe katık edecek kadar fakirdiler. Yapacak bir şey yoktu, ikisi de tiyatroya âşıklardı. Girişimleri tam bir fiyaskoyla neticelendi. Beklenen seyirci gelmeyince tiyatronun kapısına kilit vurdular. Sonra da Kemal Sunal; Ulvi Uraz, Ayfer Feray, Devekuşu Kabare tiyatrolarında sahneye çıkmaya başladı. Devekuşu Kabare’de sahnelenen ‘Dün Bugün’ oyununun o gün çok önemli konukları vardı. Arzu Film sahibi Ertem Eğilmez, Münir Özkul ve Engin Orbey.
Kemal Sunal sahnedeyken Münir Özkul’un dikkatini çekti. Hemen Ertem Eğilmez’e bir dirsek atıp kulağına fısıldadı. “Bak Ertem” dedi, “Bu çocuğa dikkat et, iş var bunda.” Ertem Eğilmez de Özkul’un sözünü dinledi. İlk filmi ‘Tatlı Dillim’in kadrosuna alındı. Böylece sinemada boy göstermeye başladı.
Evhamlı bir adamdı Sunal. Herhangi bir şeyden bir kere tedirgin oldu mu, o an aklındaki her şeyi bir kenara bırakıyordu. Bu özelliği çabuk keşfedildi arkadaşları tarafından. “Devekuşu Kabare’de çalıştığım yıllardı. Oyunun adını hatırlamıyorum. Garson rolünü oynuyorum. Yazlık açık bir yerde oynuyoruz. Arkadaşlar muziplik olsun diye giysilerimin içine kurbağa koymuşlar. Sahneye çıktığımda birden vıcık vıcık kıpırdanmalar hissettim. O halde öldürseler sahnede duramazdım. Hemen içeri kaçtım.”
Daha ilk filmi ‘Tatlı Dillim’de açık vermişti. Bir sahnede Eğilmez’in bütün ısrarlarına rağmen bir türlü denize atlamadı. Yine bir gün, Tarık Akan ile Halit Akçatepe bir kağıdı buruşturup, “Bak tavandaki örümcek kafana düşecek” dediler, sonra da kağıdı üzerine attılar. Kemal Sunal düşüp bayıldı.
Okul yıllarından başlayarak fiziği ve her türlü şeyden korkması nedeniyle üzerine çok gidildi. Bu, sanat yaşamında da sürdü. Kemal Sunal da yıllar içerisinde kendince kurallar koyarak bir savunma mekanizması geliştirdi. Daha kontrollü bir yaşam sürmenin yollarını keşfetti. Huyunu suyunu bilen arkadaşları ona ne zaman şaka yapılır, onunla ne zaman konuşulur, tahmin ederek hareket etti. Çünkü zamanlama tutmayınca ürküp, ortamı terk edebilirdi.
Genellikle içe dönük bir insandı. Ancak çok yakın dostlarının yanında gerçek kişiliğini gösterirdi. Her şeye gülen, çok sıcak ve sempatik bir adama dönüşüyordu dostlar arasında. Hatta çok keyifli olduğu zamanlar esprileri arka arkaya sıralıyordu. Ama başkasının yanında, ya da tam muhabbetin en koyu yerinde tanımadığı birisi geldiği anda, midye gibi kapanır, katiyen konuşmazdı.
Yıldızının parladığı yıllarda Ankara’da eşi Gül Sunal’la tanıştı. “Bir büroda çalışıyordu. Tanıştıktan sonra kanımız kaynadı birbirimize. Gezdik, dolaştık, buluştuk. Gül benim ilk ve son aşkımdır. Onu ilk gördüğümde tıpkı filmlerindeki gibi yıldırım aşkı ile bağlandım. Hayatım boyunca Gül’ün üzerine gül koklamadım. Sonra evlenmeye karar verdik. Gül işinden ayrıldı, evinin kadını oldu.”
Kemal Sunal evlendikten sonra bir süre İstanbul’un Avrupa yakasında yaşasa da, sonraları Anadolu yakasına taşındı. Ama denizden korktuğu için yine birtakım prensipler edindi. Mecbur olmadıkça vapura binmedi. Mecbur kalınca da özellikle Fenerbahçe, Fahri Korutürk ve Dolmabahçe gibi büyük vapurlarla seyahat etti. Denize girmeyi de pek sevmezdi. Girdiği zaman da yanında çok güvendiği -bu ya Zeki Ökten ya da oğlu Ali Sunal olurdu- insanların olmasını istiyordu. Ama her halükarda derine gitmez, göğsünü geçmeyecek kadar suda durur, dalar, çıkardı.
Hayat onu zaman zaman uçağa binmeye zorladı. ‘Hababam Sınıfı’, Hindistan’da da çok beğenilince oyuncuları davet edildi. Ertem Eğilmez de Eriş Akman’la birlikte Sunal’ın Hindistan’a gitmesini istedi. Akman ve Sunal havalimanına gittiler, hatta bagajlarını bile teslim ettiler. Fakat son dakikada Kemal Sunal’ın korkusu depreşti. “Baktım Eriş içeri girmiş, ben yalnız kaldım. Binmedim” diye hatırlamıştı bu olayı.
Birkaç yıl sonra ise kaçamadı. 1979’da Arif Keskiner, Kemal Sunal’ı Moskova Film Festivali’ne götürmek istedi: “Hiç yurtdışına çıkmamıştı. ‘Gel seni Moskova’ya götüreyim’ dedim. O da ‘Ben uçakla gidemem, trenle gitsek olur mu’ dedi. Ben de ‘Buradan Moskova’ya trenle gidilir mi?’ dedim. Gittik havaalanına, içtik içtik, uçağa bindik. Uçak da kalabalık. Yan yanayız, uçakta da içiyoruz tabii. Ha ha, hi hi derken uçak alçalmaya başladı. Aşağıda evler göründü. ‘Biliyor musun, geldik’ dedim. ‘Yapma yahu!’ dedi. ‘Valla geldik’ dedim. Çok sevindi. ‘Ne kadar kolaymış bu iş’ deyiverdi.” Ama bu yolculuğa rağmen uçak korkusu devam etti. Şerif Gören 1988’de onu yeni filmi ‘Polizei’ için Berlin’e çağırdığı zaman uçağa binmek yerine Almanya’ya arabayla gitmeyi tercih etti.
Özel hayatında titiz ve ketumdu. Çok sevdiği yakın dostlarıyla sıklıkla buluşurdu. Bu buluşmalar ya evlerde olurdu ya da Arif Keskiner’in Çiçek Bar’ında. Çoğu zaman eğlenceli geçen bu buluşmalarda ciddi konulara da yelken açılırdı. Siyasi görüşü konusunda pek renk vermedi. Ama Tarık Akan onun sosyal demokrat olduğunu söyler. Arif Keskiner ise bütün görüşlere objektif baktığını düşünüyor.
Bu buluşmalarda Kemal Sunal’ın tutumluluğu çoğu zaman muziplik konusu oldu. Oysa o yoksulluğu bilirdi, har vurup harman savurmak onun harcı değildi. Adı cimriye çıktı. Yıllar önce Rutkay Aziz’e beş bardak Gordon Cin ısmarlaması olay olmuştu. O ise tüm bunlara bıyık altından güldü. Gerçekte oldukça yardımseverdi. Kimi yoksul çocukların eğitim masraflarını üstlendiğini herkes sonradan öğrendi.
1972’de ‘Tatlı Dillim’le başlayan sinema hayatı 1991’de ‘Varyemez’e kadar yoğun bir şekilde devam etti. 91’den sonra ise sinemaya biraz da sektördeki kriz nedeniyle ara verdi. Ama tam da o yıllar özel televizyonların yayına başladığı dönemdi. Ve Kemal Sunal filmleri yeniden keşfedildi. Yıllarca sinema yıldızı olarak anılan komedyen bir anda televizyon yıldızı olup çıktı. Bu yoğun ilgi garip söylentilerin de çıkmasına neden oldu. En garibi ve yaygın olanı Kemal Sunal’ın öldüğü, fakat vasiyeti üzerine bunun Türk halkından saklandığı dedikodusuydu. Bu dedikoduya yanıtını gülerek verdi: “Daha ölmeye niyetim yok!”
Aslında bu yıllarda zaman zaman televizyon dizilerinde boy gösterse de asıl olarak yarım kalan eğitimine devam etti. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Sonra da master yaptı. Master tezinin konusu ise TV ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü’ydü. Akademik kariyerine devam da edecekti. Eşi Gül Sunal’a profesörlüğe kadar işi götürmek istediğini söyledi.
Yaşamının son yıllarında oyunculuk kariyerinde yeni bir pencere açmak niyetindeydi. Sinan Çetin’in yönettiği ‘Propaganda’ bu niyetinin ilk göstergesiydi. ‘Balalayka’ ile yoluna devam etmek istemişti. Ama olmadı.
Nevi şahsına münhasır bir insan olarak 56 yıllık yaşamı boyunca 82 filmde rol aldı Kemal Sunal. Çok iyi filmlerinin yanı sıra (Kibar Feyzo, Zübük, Hababam Sınıfı, Düttürü Dünya, Süt Kardeşler, Öğretmen, Yoksul onun için özel olan filmlerdi) vasat filmlerde de oynadı. Ama yine de bütün filmleri ilgiyle izlendi.
“Kemal Sunal Türk halkının kendisidir, yansımasıdır, her şeyidir” diyecekti. Bir başka zamansa “Kemal Sunal’da sevgi, hoşgörü, sıcaklık var. Meseleleri sevgiyle hallediyor. Tabii biraz da çarıklı tarafı var, o da halkımızın genel karakteri” diye tarif edecekti neden bu kadar sevildiğini. Bir başka iddiası da iktidarların onun sayesinde ayakta durduğuğuydu. Sosyologları bu konuyu araştırmaları için göreve bile davet etti.
Kemal Sunal Türkiye’deki değerler bunalımının simgesidir.
Ama bu işi de kendi üstlendi. Ve kendi sineması üzerine yazdığı tezin sonuç bölümünde kendi sinema personasının neden güçlü olduğunu açıklıyor: “Kemal Sunal’ın kimliğinde Türk izleyici kendini buluyor. Feodal değerlerden koparak kente gelmiş, ama endüstriyel değerleri benimseyememiş, yani iki arada bir derede değerler sistemi arasında sıkışıp kalmış insanı anlatıyor. Bu sıkıntılar çerçevesinde yaşanan gülünçlükleri aktarıyor. Ama aynı zamanda doğru yolu, güzelliği, saflığı, dostluğu, aşkı, aramaktan vazgeçemediği için sonunda başarıyı yakalayan tiplemelerdir Kemal Sunal’ın canlandırdıkları. Kemal Sunal 1950’lerden beri Türkiye’de gerçekleşen değişim ve değerler bunalımının simgesidir. Bu nedenle son 25 yıldır Kemal Sunal filmlerine olan talebin artarak devam etmesi yukarıda söylediklerimizi teyit etmektedir.”