Huzurlarınızda Yeni Roma Kenti ve iktidar savaşları
11 filmin vizyona girdiği haftanın en iddialı ve merak edilen filmi sinemanın ustalarından Coppola'nın 'Megalopolis' filmi. Usta belki de son filminde Roma'dan ilhamla çürümüş yozlaşmış bir dünyada yaşanan iktidar kavgalarını anlatıyor.
Francis Ford Coppola, ‘Baba’ ile sinemanın yatağını değiştirmiş, ‘Kıyamet’le savaşın insanı insanlıktan nasıl çıkardığını sinemada aşılamayacak bir noktada anlatmış, ‘Konuşma’ ile teknolojinin hayatımızı nasıl şekillendirdiğini çok erken öngörmüş, nice şahane filmlere imza atmış, sinemada farklı türlere hakimiyetiyle bilinen bir usta sinemacı. Ve maestro 2011 yapımı ‘Twixt’ten 13 yıl sonra kamera arkasına geçtiği, 40 yıllık hayalini gerçekleştirdiği ‘Megalopolis’ ile karşımızda …
Gayet şık bir fikirden yola çıkıyor Coppola, Roma İmparatorlu’nun yıkılış sürecinde yaşanan iktidar kavgasını Amerikan ‘imparatorluğu’nun kalbine taşıyor. Karşımızda Yeni Roma Şehri var ama her şeyiyle burası New York! Bulduğu Megalon maddesiyle Nobel alan idealist Cesar (Adam Driver), bu maddeyle kentteki herkesi mutlu edecek yeni bir şehir kurmak istiyor. Fakat karşısında da yozlaşmış, çürümüş bir kenti yöneten ama kendi iktidarını sağlam tutmak için otoriterleşmiş ve o iktidarı bırakmama konusunda kararlı belediye başkanı Cicero (Giancarlo Esposito) var. O ise sermayenin istediği türden bir şehir kurma derdinde. Yani koca kenti rant alanına çevirmek istiyor. Lakin bu otoriter başkanın yumuşak karnı kızı Julia Cicero (Nathalie Emmanuel). Tahmin edileceği üzeri Julia gidip Cesar’a aşık oluyor.
Denklemin diğer tarafındaysa Cesar’ın amcası olan ve şehrin ekonomisini kontrol altında tutan zengin para göz Crassus (JonVoight), babasının gözünde pul kadar değeri olmadığını bilen Crassus’un oğlu Clodio (Shia LaBeouf) ve sınıf atlamak için Crassus ile evlenmiş Wow Platinum (Aubrey Plaza) var. Hem Cesar-Cicero hem de Crassus ile oğlu Clodio arasındaki iktidar savaşında kadınların tutumu belirleyici. Kağıt üzerinde gayet iyi duran fikir böyle.
Senaryodaki kafa karışıklığı
Roma İmparatorluğu’nun ışıltısı, görkemi, kültürü, iktidar kavgası hem sinematografik hem de anlatı olarak ‘Megalopolis’te karşımıza çıksa da nihayetinde bir distopik bir bilimkurgu filminin içindeyiz. Ki sinema klasiği ‘Metropolis’e yapılan göndermeler biraz da bu yüzden. Coppola bu distotip gelecekten ve Roma imparatorluğunun çöküşü üzerinden günümüze dair tespitler yapıyor filmde. Bu tespitler aslında bilinen şeyler. Kısaca şöyle özetlenebilir: Filler tepişirken çimenler eziliyor.
Tabii filler farklı ekolden geliyor. Cesar daha insancıl bir dünyadan ve bilimden yana. Cicero sermayenin adamı. Yani günümüzdeki izdüşümü statükocu ve güç de onun elinde. Lakin ikisi de aynı zümrenin insanları. Naçizane filme değil ama Coppola’ya karşı hayal kırıklığım bu tespitten dolayı. Sıradan insanı çok iyi anladığını düşündüğüm, bunu filmlerinde çok iyi anlatan bir yönetmenken ABD imparatorluğunun çöküşünde çimenleri yani halkı pasif görüyor. Galiba senaryo 300 kere yazılırken halk gözden düşmüş!
Coppola karamsar bir dünyada, belki de veda filminde hem günümüze dair isyanını dillendirmek hem de geleceğe dair bir çıkış yolu reçetesi sunmanın derdinde. Ama iktidardakiler de iktidarı ele geçirmek isteyenler de belli bir zümreden zaten. Filmde halka reva görülen sadece bu kavgaya tutuşmuş zümrenin vaatleri. Tarih de diyalektik de bize iktidarın aynı zümrenin elinde kalmasıyla yozlaşmış, çürümüş düzenin değişmeyeceğini söylüyor. Ama Coppola bir kurtuluş reçetesi de sunmak istiyor hepimize yani çimenlere. İşte böylesi bir temel karışıklık filmin elini zayıflatıyor.
Senaryoda temel böylesi bir kafa karışıklığı var. Üstüne üstlük anlatının kitabi ve didaktik hali, bir tercih belki, çok da filme hizmet etmiyor. Lakin bunlar 300 defa yazılan senaryoya dair eleştiriler. İşin görsel ve estetik yanına gelirsek 85 yaşındaki yönetmen gayet iyi bir iş çıkarıyor. Görkemli bir sinematografi var karşımızda. Yer yer yenilikçi yaklaşımlar bile görüyorsunuz bu sinematografi içinde. Karmaşık da olsa görkemli bir atmosfer kurup sizi o dünyanın içinde tutmayı başarıyor. Dolayısıyla ustanın, şahsen veda filmi olduğunu düşünüyorum, son filmi öyle yabana atılacak bir yapım değil.
Bir başka ustanın sözüyle bitirelim. “İyi yönetmenlerin kötü film çekme hakkı vardır” derdi rahmetli Ömer Kavur. Coppola’nın da kötü demeyeceğim ama ‘Megalopolis’ gibi beklentileri karşılamayan bir film çekme hakkı var elbet. Ama işte, (keşke ve inşallah) bu bir veda filmi olmasaydı!
BÜYÜK AŞKLAR KAVGAYLA BAŞLAR
BİR GECE / Strangers by Night
Paris metrosuna son anda binen bir kadınla çarptığı adam arasında başlayan sert tartışma aslında Nathalie ve Aymeric için bir tanışmadır. Hem de kıvılcımlı bir tanışma. O kıvılcımın etkisiyle ikili yakınlaşır ve bir fotomatikte birlikte olurlar. Ansızın, beklenmedik bir çift olma hikayesi sonra Paris sokaklarında gecenin akışına kendilerini bırakırlar. Gün doğumuna kadar geçecek zamana birçok şeyi sığdırırlar.
Oyuncu Alex Lutz’un yönettiği ‘Bir Gece’ uzaktan tabii ki ‘Gün Doğmadan’ filmini hatırlatıyor. Lakin burada çiftimiz hayatın ikinci yarısında top koşturanlardan. Gece boyunca süren sohbet ve muhabbetleri de biraz yaşanmışlık üzerine… Cannes Film Festivali’nde gösterilen filmin hedef kitlesindeyseniz bu romantik drama ki yer yer komik kendinizi iyi hissettirebilir!
ADALARDAN GELEN BELA!
DİRİLİŞ ADASI
Kazak yönetmen Aysulu Onaran’dan bir yıkım filmi. Gerçek olaylardan uyarlandığına dair bir ibare var ama olay tam olarak nedir bilemiyoruz. Film gizemli bir adada biyolojik silahlar için yapılan deney ve çalışmalar esnasında tesadüfen bulduğu gizli bir savaş silahının kullanılmasını engellemeye çalışan CIA ajanı ve esir askerlerin mücadelesini anlatıyor.
AYRI DÜŞMÜŞÜZ YAN YANA
GELECEK YIL AYNI YERDE / This Time Next Year
Sophie Cousens’ın bizde ‘Bir Tesadüftü Aşk’ olarak yayımlanan kitabının film uyarlaması ‘Gelecek Yıl Aynı Yerde’. 1990 yılında aynı hastanede doğan Minnie ve Quinn yıllar sonra bir yılbaşında karşılaşırlar. Lakin Minnie için hesap sorma vaktidir. Çünkü aslında Quinn onun ismini çalmıştır ve hayatı boyunca yaşadığı talihsizliklerin sebebi olarak da bu olayı görür. Bu tanışma ile durumu tersine çevireceğini düşünürken süreç ikiliyi romantik bir evrene taşır! Nick Moore’un yönettiği Sophie Cookson, Lucien Laviscount’un başrollerde oynadığı film ortalama bir romantik komedi.