Platformlarda bu hafta: Satılık hayatlar, hayaletler, tarikatlar
Bu hafta yüzümüzü farklı ülkelere çeviriyoruz. ‘Asaf’la iyi insan olmanın, ‘Eko Eko Eko’yla doğanın sınırlarını tartışıyoruz. ‘Get Millie Black’ bizi adalet arayışı için Jamaika’ya, ‘Waack Kızları’ gençlerin dans tutkusu için Hindistan'a çağırıyor.
Hafta sonunuza Netflix’in yeni yerli dizisi ‘Asaf’la suç dünyasına sürüklenerek başlayabilirsiniz. Üstelik bu kez platformun kadrolu oyuncuları da yok, ancak ünlü isimlerden bir geçit var. Adını ana karakterden alan dizide Asaf’ı Cihangir Ceyhan canlandırırken ona Burçin Terzioğlu, Saadet Işıl Aksoy, Ahmet Rıfat Şungar, Rıza Kocaoğlu, Tayanç Ayaydın gibi isimler eşlik ediyor. Dizinin yönetmeniyse, Ahmet Vatan’la birlikte senaryoda imzası olan, ayrıca bir başka yerli Netflix dizisi ‘Fatma’nın da yönetmeni Özgür Önurme.
Dizi bize altüst olan bir hayatın hikâyesini izletiyor. Asaf’ın yeni hayatıyla başa çıkış yöntemlerini izlerken şartların onu değiştirip değiştirmeyeceğini merak ediyoruz. Bu anlamda dizi, ‘iyi adamın sınavı’ hikâyesi: Dürüst ve sıradan bir şoför olan Asaf bir gün bir kaza sonucu kendini tehlikeli sırlarla dolu bir dünyanın içinde bulur. Bu tehlikelerin sevdiklerine sirayet etmemesi için de var gücüyle uğraşır.
Tüm bunlar olmadan önce bile Asaf türlü sınavlar veriyordur. Eşi tarafından terk edilen Asaf, hiç değilse babalığını çaresizce (ama en iyi şekilde) sürdürmeye çalışmaktadır. Kötü bir eş ve baba olmadığı gibi onu sürekli abisiyle karşılaştıran annesine de hayırsız bir evlat olmadığını göstermeye çalışmaktadır. Mecburen bulaştığı bu mafya dünyasından çıkamama nedeni başta kalp hastası oğluyken sonradan bu durum, Asaf’ın çevresine kendini ispat etme derdine dönüşür.
Asaf’ın bulaştığı kişiler bizi arka sokaklara, suç dünyasına götürüyor ama zenginlerin şaşaalı dünyasından da geri kalınmıyor. Asaf’ın girdiği bu yapının içi karanlık sırlarla doluyken dışı gayet ışıltılıdır. Platform veya televizyon dizisi fark etmeksizin yerli dizilerde bu tür mafyatik yapılanmalar yoksul semtlerle temsil ediliyor ancak ‘Asaf’ odağını, arka sokaklar ile lüks masalar arasında kurulan suç köprüsüne çeviriyor. Böylelikle güçlü olanın zayıf olana istediklerini yaptırabilmek için kaba kuvvete değil, paraya ve borçlandırmaya başvurduğu dünyanın eleştirisini de izliyoruz.
Asaf sevdiklerine zarar gelmesine engel olup Payen Kuyern adlı bu yapıda var olabilecek midir? Onların içinde onlara benzeyecek midir? İşi bittiğinde oradan çıkabilecek midir? Bir aile babasının tehlikeli ve sürükleyici sınavını izlemek isteyenleri ‘Asaf’ bu hafta sonu Netflix’te bekliyor.
Bu hafta sonu iklim krizinin Türkiye ayağını etraflıca öğrenmek isteyenleri BluTV’nin ‘Eko Eko Eko’ belgeseline alalım. İlk sezonu 2023’te yayınlanan belgeselin ikinci sezonu taze çıktı ve ilk iki bölümüyle BluTV’de. İlkay Nişancı imzalı belgesel sekiz yılda tamamlanmış, Türkiye karış karış gezilmişti. Sonucunda, ülkemizin karşılaştığı tehlikeye dair derli toplu ve derinlemesine bir ekoloji belgeselimiz olmuştu.
Belgesel, kapalı kapılar ardında günlük hayatımızı yaşarken çevre tahribatıyla bağımızın kopuk olduğunu (görmüyorsak bizim için yoktur) ve eylemlerimizin kelebek etkisi yarattığını unuttuğumuzu (varsa da bilmemize gerek yoktur) vurgulayarak başlıyor. (Tıpkı Carol J. Adams’ın ‘kayıp gönderge’ kavramı gibi.) Hemen ardından yerleşik hayata geçiş, sanayileşme, üretim ilişkileri, kapitalizm gibi üst başlıklarla bize tarihsel, sosyolojik, ekonomik bir çerçeve çiziliyor. Türkiye’nin bir vaka incelemesi olarak bu evrensel çerçevenin içinde işlenmesi de küresel sorunlar ile yerel sorunlar arasındaki bağı hatırlamamızı sağlıyor. ‘Eko Eko Eko’, orijinalliğini bu bağları ilmek ilmek kurmasından alıyor.
Yanı sıra belgesel, klasik belgesel anlatılarına da özgün bir yaklaşım getiriyor. Distopik film tadında sahnelerden oluşan belgeselin içinde, anlatımı sinematik hale sokan performanslar da var. Uzmanlar, akademisyenler ve bağımsız araştırmacıların belgesel formatına sadık kalarak sunduğu anlatı, sahneyi yer yer oyuncu Ceren Moray’ın vurucu performanslarına bırakıyor.
Ceren Moray bu sahnelerde iki karakteri aynı anda canlandırıyor: Ekolojik krizden kaygılanan biri ile bu kaygıyı basmakalıp bahanelerle bastırmaya çalışan başka biri. Yani izlediğimiz şey, çatışan iki persona. Ki bu sahnelerin ‘Persona’ filmine gönderme olduğu biliniyor. Alma ve Elisabet gibi, (Ceren Moray’ın ekolojik krizi görmezden gelen versiyonu) Eren Moray hep konuşur, karşısında Ceren sessiz ve düşüncelidir. Bu da hepimizin yaşadığı iç çatışmayı temsil ediyor aslında: “Ne yapabilirim/yapmayabilirim?” ile “Dünyayı ben mi kurtaracağım?” arasında gidip gelen haletiruhiyemiz.
İlk sezonun her bölümü bir soruna odaklanıyor. Böylelikle ‘Eko Eko Eko’, ekolojik krizin tüm alanlarını tek seferde aktaran, hap bilgi formatından da ayrışıyor. Bir bölüm gıdaya ayrılmışsa öteki bölümde su sorunu anlatılıyor; yarım yamalak bildiklerimizin içi doluyor. İkinci sezonda Ceren Moray’ın çatışan personalarını ara ara yine görsek de gerçek Ceren Moray’ı sahada, ekiple yollara düşmüş olarak izliyoruz, bölge halklarının verdiği mücadeleleri hatırlıyoruz.
Akkuyu, Aliağa, Akbelen, Dilovası, Deniş, İliç gibi nice bölgeler, madenler, taş ocakları, santraller, barajlar, her biriyle ilgili verilen mücadelelerin tek tek mercek altına alındığı ‘Eko Eko Eko’ bize aslında iklim krizi perspektifinden kapsamlı bir coğrafya dersi veriyor. Geniş çapta da iklim krizi kronolojik, coğrafi (küresel ve yerel), politik, kişisel olmak üzere her eksenden ele alınıyor. ‘Eko Eko Eko’ ilk sezonun tamamı ve ikinci sezonun ilk iki bölümüyle BluTV’de.
Sosyal adaletsizlik ile polisiye buluşuyor ve karşımıza BluTV’de ilk bölümü yayınlanan mini dizi ‘Get Millie Black’ çıkıyor. İngiliz yapımı dizi polisiye olarak geçerken aynı zamanda karakterlerin iç hesaplaşmalarıyla dolu sağlam bir dram da vadediyor. Diziyi diğerlerinden ayıransa ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf gibi toplumsal konuları gizem dolu olay örgüsüne yedirmedeki başarısı.
Marlon James imzasını taşıyan dizi, İngiliz dizisi olmasına rağmen Jamaika’da geçiyor. Millie Black (Tamara Lawrance) eskiden Londra’da polis olarak görev yapmıştır, ancak uzun zaman önce öldü sandığı erkek kardeşinin Jamaika’da yaşadığını öğrenince görevini memleketine aldırır. Kardeşine göz kulak olmak için Jamaika’da kalmaya karar veren Millie’nin hayat amacı, kaybolan genç bir kızı bulma görevini üstlendiğinde değişir. Bu genç kızın peşinde sürdüğü izin ucu Millie’yi uyuşturucu çeteleri, yolsuzluklar ve nüfuzlu ailelerle dolu bir karanlığa çeker. İngiltere’den gelen bir dedektifin de soruşturmaya dâhil olmasıyla olay uluslararası bir boyut kazanır.
Millie’nin polis olma motivasyonu, zamanında annelerinin şiddetinden koruyamadığı erkek kardeşi Orville’e (Chyna McQueen) hissettiği boyun borcudur. Millie memleketine döndüğünde Orville’i cinsiyet değiştirmiş Hibiscus olarak bulur. Çocukluğunda da bunun emarelerini gösteren Hibiscus artık kendi bedeniyle huzur içinde olsa da seks işçiliği yaptığı için bu huzurunun bozulmadığı gün yoktur. Jamaika’nın LGBT+ bireylere yönelik önyargılı tutumlarına ve işi şiddete kadar götürmelerine şahit olduğumuz dizi bu toplumsal temayla sınırlı kalmıyor. Millie başarılı bir polis olsa da erkek egemen bir meslekte kadın olmanın getirdiği sıkıntılara direniyor.
Toplumsal dertler bitmedi… İngiltere’de görev yaptığı sırada kurumsallaşmış ırkçılığa da tanık olduğundan söz eden Millie’nin bu konuda da her daim bir çift lafı var. Jamaika’ya döndüğünde azınlık olmasa da bu mücadeleyi sürdürmeye devam etmektedir, çünkü zamanında siyahilerin emekleri üzerinde yükseldikleri için şu an zengin olan beyazlarla iç içe yaşamaktadırlar.
Sömürge zamanlarından bugüne devam eden sosyoekonomik eşitsizlikler, çetelerle dolu mahalleler ve sistematik ayrımcılık temaları, ırk ve sınıf odağıyla iç içe işleniyor. Toplumsal yapıların tüm yozlaşmışlığına rağmen Millie’nin adalet arayışı ise direnişi, yani umudu simgeliyor. Tüm bu toplumsal mesajlar diziye katman ve derinlik katıyor, üstelik bunlar olay örgüsüne ve diyaloglara ustaca yedirildiği için bir mesaj verme kaygısı sezilmiyor. Bu nedenle olaylara ve karakterlerin gelişimine odaklanmamız kolaylaşıyor. Hem sürükleyici hem düşündürücü polise dizisi ‘Get Millie Black’ ilk bölümüyle BluTV’de.
Sırada bir Hint dizisi var ama telaşlanmayın, bu sizin bildiğiniz Hint dizilerinden değil. Prime’da yayınlanan ‘Waack Kızları’, dans tutkusu etrafında bir araya gelen genç kadınların başarı ve kendini var etme hikâyesini konu alıyor. Dizi ismini kurmaca dans grubunun adından, dans grubu da ismini 1970’lerde Los Angeles’taki kuir kulüplerinde ortaya çıkan ‘waack’ dansından alıyor. Hindistan Kalküta’da geçen dizinin yönetmenliğini de senaristliğini de Sooni Taraporevala üstleniyor.
Dizi, bir zamanlar fazlasıyla güzel olduğu belli olan devasa, ama artık kırık dökük ve toz kaplı bir binanın estetik çekimleriyle açılıyor. Bu koca bina, ana karakterimiz Ishani’nin (Mekhola Bose) dedesiyle yaşadığı aile yadigârı bir evdir ve dizinin önemli mekânlarındandır. Ardından, bu yıpranmış yapının tam tersi bir dünyayı çağrıştıran, şaşaalı bir dans sahnesiyle karşılaşıyoruz. Bunun rüya olduğunu anlamamızla birlikte dizi çerçevesini daha ilk karelerden kurmuş oluyor: Ishani bu harabeden o rüyadaki sahneye geçebilecek midir?
Bir yandan okuyan bir yandan da evi geçindirmek için bir mağazada çalışan Ishani’nin asıl tutkusu danstır, ancak özgüvenini kazanması zaman almıştır. Bir gün arkadaşı Manik’in (Achintya Bose) ısrarıyla küçük çaplı bir yetenek yarışmasının seçmelerine katılır. Burada Ishani’nin yolu, işletme okuyan ve menajerliğe soyunmuş Lopa’yla (Rytasha Rathore) kesişir. Lopa menajerliğini üstleneceği olağanüstü yeteneği aramak için izleyici olarak gittiği etkinlikte Ishani’nin performansını da izler. Ishani, geleneksel kodların kuvvetli olduğu bir toplumda tuhaf kaçan bir dans sergilediğinden Lopa dışında kimse oralı olmaz.
Bu dans, 1970’lerde Los Angeles’taki kuir kulüplerinde ortaya çıkan bir dışa vurum performansı ‘waack’tır. Hem Ishani’nin performansına hayran kalan hem de LGBT+ topluluğun parçası olduğundan ‘waack’a hemen kanı kaynayan Lopa, Ishani’yle çalışmak için kolları sıvar. Ishani dedesinin hastalığının ardından daha çok gelir etme etmesi gerektiğini anlayınca Lopa’nın teklifini kabul eder. Sıra, amatör menajer Lopa’nın hem hayal ettiği hem vadettiği kadın dans grubunu kurmaktadır.
‘Waack’ dansının kuir topluluklardan çıkması, haliyle akıllara yine LGBT+ topluluğundan çıkan ‘voguing’ performansını getiriyor. ‘Vogue’ dergisindeki pozlardan esinlenilerek sergilenen bu performansı ‘Pose’ filminden ve ‘Paris Yanıyor’ (Paris is Burning) belgeselinden hatırlarsınız. ‘Waack Kızları’ da LGBT+ temsillerini içermekle birlikte bu yapımlardan farklı olarak odağını, kadınların dans aracılığıyla kendilerini ifade etme ve var olma mücadelesine çeviriyor.
Bir hayale gönül vermiş gençlerin yollarının kesişmesini pek çok Amerikan yapımında izlemişizdir. Ancak ‘Waack Kızları’ sinematografisinden karakterlerine yapay Hollywood parıltısından uzak, daha samimi bir yapım. (Bunda ‘waack’ kültürüyle Hindistan kültürünün harmanlanmış olmasının payı da var elbette.) Bölümlerde provalara ve dans figürlerine olduğu kadar karakterlerin her birinin yaşam mücadelesine de tanıklık ediyoruz, bu anlamda dizinin perspektifi de geniş. Hafta sonunu ilham dolu geçirmek isteyenler için ‘Waack Kızları’ Prime’da sessizce, onca popüler yapım arasında keşfedilmeyi bekliyor.