‘Kilitli Oda Muammaları’: İmkansızı aramak

Suç ve gizem kurgusu alanında uzmanlığıyla tanınan Otto Penzler’in 55 yazardan 55 hikaye seçtiği 1000 sayfalık 'Kilitli Oda Muammaları', polisiye okurlar kadar araştırmacıların da ilgisini çekecek bir başucu kitabı.

13 Aralık 2024

Bu haftanın kitabı tam 1000 sayfalık -işlenmesi imkansız gibi görünen cürümleri anlatan hikayelerden derlenmiş- bir suç antolojsi. Yayıncı, editör, koleksiyoncu ve kitabevi sahibi olarak gizem ve suç kurgusu alanında uzmanlığıyla tanınan Otto Penzler’in seçtiği ve Algan Sezgintüredini’nin çevirdiği -55 yazarın 55 hikayesini barındıran- ‘Kilitli Oda Muammaları – Yazılmış En İyi İmkansız Suç Hikayeleri’, polisiye okurlar kadar araştırmacıların da ilgisini çekecek bir başucu kitabı.

Hikayelerin -muammalarının kurgusu gözetilerek- ‘Duymak Ne Mümkün’, ‘En Can Acıtanı Buydu’ , ‘İzleri Kim Gizler’, ‘Ebediyen Kaybettik’, ‘Akla Ziyan Cinayetler’, ‘Mecbursan Vur’, ‘Şeytan Aldı Götürdü’, ‘Birinin Zehri, Senyor, Diğerinin Gıdasıdır’ ve ‘Son Çaremiz, Düpedüz Çaresizlik’ adlı bölüm başlıkları altında toplandığı kitapta Edgar Allan Poe, Wilkie Collins, G. K. Chesterton Arthur Conan Doyle, John Dickson Carr, Stephen King, William Irish, Dashiel Hammett, Ellery Queen, Lawrence Block, Agatha Christie, Georges Simenon, Erle Stanley Gardner, Maurice Leblanc, Dorothy L. Sayers gibi ülkemizde de tanınan isimler var. Ama daha önemlisi Türkçeye ilk defa çevrilen pek çok önemli polisiye yazarının onlara eşlik etmesi. Böylelikle hikayelerin “geçtikleri dönemleri, geçtikleri dönemlerin toplumsal yapılarını, konuşma, anlatma ve anlama biçimlerini, farklı yazarların seslerini” görme fırsatı buluyoruz.

‘Polisiye roman bir oyundur’

Hikayeleri teker teker ele almak elbette mümkün değil. Ancak ortak paydalarını tespit edebiliriz. Hepsinde okuyucuyu şaşırtan ama çözümlendiğinde akla uygun gelen muammalar var. Mantıklı açıklaması yapılan olaylar kadar yaratılan gizemin hikayelere yer yer doğaüstü bir hava hatta ürkütücü bir atmosfer kattığı ve bu seçkide yer alan suç/gizem öykülerinin çoğuna bulmacamsı bir yaklaşımın hakim olduğu söylenebilir. Tıpkı S.S Van Dine’in belirttiği gibi:

“Polisiye roman bir oyundur. Hatta daha da ileri gidip, bir spor olduğunu bile söyleyebiliriz. Fakat yazar okuyucusuyla ‘centilmen’ce bir oyun oynamalıdır. Küçük numaralar yapsa bile dürüstlüğünü mutlaka korumalıdır. Yazar, zekice yöntemler kullanarak okuyucunun ilgisini sürekli olarak yazdıklarında tutmayı başarmak durumundadır. Öz saygısı yüksek bir polisiye yazar, cinai roman yazmanın herkes tarafından bilinen, ama yazılı olmayan kurallarına uyar.”

Bu satırları 1928 yılında, polisiye romanın kurallarını koyarken yazmıştı S.S.Van Dine. Romanlarını okumayanlar bile, “polisiye roman yazmanın kuralları” başlığı altında topladığı 20 önermeden mutlaka haberdardır.

Peki şart mıdır bugün bu kurallara uymak?  Elbette hayır. Farklı türde polisiyeler yazılamaz mı? Kuşkusuz evet. Öyleyse S.S.Van Dine ve kurallarının ne önemi var diyebilirsiniz. Önemi var, çünkü bu kurallar polisiyelerin özellikle klasik ya da ‘altın’ çağın karakteristiklerini kavramak, polisiye yazımının değişim yönünü saptamak açısından önemlidir. Önemlidir, çünkü detektif romanlarının klasiklerini karakterize eden ve onları kendilerinden önceki ve sonrakilerden ayıran en önemli özellik, hiç şüphesiz belli kalıp ve kuralları bıkmadan tekrarlamalarıdır.

Polisiyelerin altın çağı denilen iki dünya savaşı arasındaki yıllarda yayımlanan binlerce romanda yazarların izlediği yol tam da buydu; içinden çıkılamayacak suç mahalleri yaratmak, katilin kimliğini olabildiğince gizlemek, okuyucuyu -deyim yerindeyse- bir satranç oyununa davet etmek. Okuyucuyu çeken nedenlerin başında gizlenmiş ipuçlarını bulup çıkarma konusunda detektifle boy ölçüşmek, kendi kendine de olsa zekasını kanıtlamaktı. Mandel’den bir alıntıyla sürdürelim:

“Simon Vestdijk, dedektif romanıyla satrancın benzer ve benzer olmayan yanlarına dikkat çekmiştir. Her iki durumda da sınırlı sayıda oyuncu ve kesin biçimde görenekleşmiş kurallar vardır ve bunlar nitelik itibariyle mekanik ve bütün bütüne rasyoneldir. Her ikisinde de gerekirci bir yan vardır; her hamle daha önceki hamlelerce belirlenip bir sonraki hamleye yol açar. Ama farklı yanları da daha az çarpıcı değildir. Satrançta, kazanan taraf, üstün rasyonel beceri ve belleği gerçekten ortaya koyan taraftır (gerçi yoğunlaşma yeteneği ve bunun yanı sıra aşırı sinirsel tepki ve endişe göstermemek de kazananı belirlemede rol oynar) . Öte yandan, klasik dedektif romanında, kazanan taraf, yazar tarafından önceden belirlenir.”

Kim yaptı, Neden Yaptı, Nasıl Yaptı?

Bu tarz romanlardan ne gerçek hayatı ne de suçun bireysel ve toplumsal etkilerini göstermesi beklenir. Okuyucu nezdinde yazarın rütbesini gösteren muammanın niteliğidir. Muamma odaklı polisiye yapıtların en zorlu türü olaraksa kilitli oda cinayetleri gösterilir ki ilk örneği aynı zamanda ilk dedektiflik öyküsüdür; elimizdeki seçkinin de başına yerleşen Edgar Allan Poe’nun ‘Morg Sokağı Cinayetleri’ (1841) çok uzun yıllar boyunca polisiye edebiyatın yolunu çizecektir.

Söz konusu yolun kilometre taşlarından birisi de hiç kuşkusuz Gaston Leroux’un ‘Sarı Odanın Esrarı’ romanıydı. Leroux’un 1909 yılında yayımlanan bu polisiye klasiği kapalı kapılar arkasında işlenen ‘imkansız’ bir cinayet üzerine kuruluydu. Leroux, hem imkansızın altını çizmek hem okuyucuyu da ‘oyuna’ çekmek için kitaba evin mimarı planını bile koymuştu. Romanın ikinci yarısında polisiyeden maceraya kaymış olsa bile ‘Sarı Odanın Esrarı’ndaki muamma kendisinden sonra gelen pek çok yazar için aşılması gereken bir karmaşıklığa sahipti.

Kısaca ‘whodunit’ diye anılan ‘kim’ yaptı, ‘neden’ yaptı, ‘nasıl’ yaptı soruları üzerine kurgulanan polisiye türü ve bu türün gözdesi olan ‘Kilitli Oda Muammaları’ – Agatha Christie, Dorothy L. Sayers, Ellery Queen, E.S.Gardner, John Dickson Carr gibi isimlerin öne çıktığı- polisiyenin altın çağında olgunluğa erişti.

Adını andığım bu yazarların yanı sıra seçkide yer alan ve bu yıllarda ürün veren diğerleri gerçekten de akla hayale gelmeyecek muammalar üretmekte yarıştılar. Ancak kapalı kapılar ardında işlenen cinayetlerin en heyecan verici olanlarının yazarı John Dickson Carr ya da zaman zaman kullandığı adıyla Carter Dickson’du. Gaston Leroux’un ‘Sarı Odanının Esrarı’ ile başlayan mimari planlara dayalı cinayet kurgusu, Carr’ın polisiyelerinde zirvesine ulaşmış, Carr’a ‘Kilitli Odalar’ ustası ünvanını kazandırmıştı. Çocukluğumda tanıştığım altın çağ polisiyelerinin benim için en heyecan verici yazarıydı Carr. Özellikle ‘On Çay Fincanı’ ve ‘İğne Deliği’ romanlarını mutlaka okumanızı öneriyorum.

‘Whodunit’ polisiyelerinde ‘neden’in yanıtı fazla karmaşık değildir; önce para, sonra aşk, kıskançlık, intikam… Hikayeyi sürükleyen cinayeti işleyenin “kim’liğidir. Okuyucu, hele ki iddalı bir polisiyesever bu kimliği tahmin etmek ister. Çoğu zaman sezgiler yeterlidir katili bulmak için. Ama altın çağ polisiyelerinde asıl önemli olan katilin cinayeti ‘nasıl’ işlediğidir. Sonraki yıllarda polisiyelerin geçirdiği evrim tam da burada çıkar ortaya: ‘Kim’ ve ‘nasıl’ soruları önemini yitirirken sosyolojik ve psikolojik tahlillere açılan ‘neden’ sorusuna cevap aranır. ‘Kilitli Oda Muammaları – Yazılmış En İyi İmkansız Suç Hikayeleri’ seçkisinde söz konusu değişimi izleyebilirsiniz.

Aslında ‘Kilitli Oda Muamması’ nitelemesinde eksik bir yan var. Bu türden hikayeler sadece mekanla sınırlı değil; kapalı bir cinayet mahallinden ziyade kurbanın erişilmezliğine işaret ediyor. Mesela “pürüzsüz karla kaplı bir alanda bulunan bıçaklanmış, kunt bir cisimle kafasına vurulmuş veya boğazlanmış bir cesede”. Kısacası asıl mesele imkansızın sınırlarını zorlamak, çözümlenmesi zor bir bulmaca yaratmak, okuyucuya heyecanlı ve eğlenceli zaman geçirtmek.

Kitabın önsözünü yazan Sir Thomas Browne’nin cümleleriyle noktalıyorum: “Tüm kurmacalar gibi ya da tüm kurmacaların olması gerektiği gibi, öncelikli amaç, eğlencedir (…) Aynısı, kilitli oda muammalarının zirvesinde durduğu polisiyenin iyi bir eserini okurken de benzer ölçüde, üstelik büyüleyici ve bazen unutulmaz karakterlerle, sıradışı arka planlarla ve şanslıysak kimi zaman hayranlık uyandırıcı bir yazım tarzıyla kaleme alınmış öyküye kendimizi kaptırdığımızda da geçerlidir. Bu öyküleri metroda ya da bir arabanın arka koltuğunda okumayın. Bu öyküler rahat bir koltuğa kurulmuş veya bol yastıkla desteklenmiş bir yatağa uzanmış, belki bir fincan çay yahut bir kadeh şarap eşliğinde okunmak istiyorlar. Ah, ne güzel!”

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.