Haftanın kitabı: Tindari Gezisi ve Sicilya usulü suçlar
40 yaşından sonra yazmaya merak saran Claire Fuller, yazdığı kitap ve aldığı ödüllerle edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştırdı. Yazar 'Acı Portakal'da farklı temalar üzerinden ilerleyen hikayeyi sınıflandırmaya meydan okuyacak şekilde anlatıyor.
İngiliz yazar Claire Fuller’ın ‘Acı Portakal’ı farklı türler kullanılarak yazılmış sürükleyici psikolojik derinliğe sahip bir roman. Yalnızlık, aşk, cinsellik ve kefaret hakkında dolambaçlı, hüzünlü ve karanlık atmosferli bir hikaye.
Claire Fuller, 1967 yılında Oxfordshire’da doğdu ve büyüdü. 1980’lerde Winchester Sanat Okulu’nda heykel eğitimi aldı. Ancak hayatını kazanmak için farklı bir yolu seçerek pazarlamacılık kariyerine yöneldi. Edebiyata 40 yaşından sonra merak sardı ve Winchester Üniversitesi’nden yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisans eğitimi gördü.
Bir yandan da yazıyordu. Öyküleri eleştirmenlerin beğenisini kazanmıştı; 2014 BBC Opening Lines Short Story Competition ve Royal Academy & Pin Drop Short Story Award ödüllerine değer görüldü. Aynı başarıyı roman alanında da yakalayacaktı. İlk romanı ‘Our Endless Numbered Days’ ile 2015 Desmond Elliott Ödülü’nü kazandı. Royal Society of Literature Encore Award ödülü kısa listesine alınan ikinci romanı ‘Swimming Lessons’ ve International Dublin Literary Award ödülüne aday gösterilen ‘Acı Portakal’la edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştıran Fuller, dördüncü romanı ‘Unsettled Ground’ ile 2021 Costa Book Novel Awards’ın sahibi oldu. Kariyerini ‘The Memory of Animals’ (2023) ile sürdürüyor.
Fran(ces) Jellico, ölümcül bir hastalığa yakalanmış, günleri sayılı bir kadın. 60 yaşında ama hastalıktan derileri buruşup sarkmış, hafızası buğulanmış durumda. Yegane ziyaretçisi, bir zamanlar yaşadığı kasabanın rahibi olan Victor.
Victor’un Fran’dan istediği ise son nefesini vermeden önce, 1969 yılında Lynton’da olup bitenleri itiraf etmesi. İşte böyle başlıyor hatırlamaya Fran; geçmişin görüntüleri rahibin ısrarlı sorularıyla canlanan hafızasına dalgalar halinde ulaşıyor, önce hafif giderek sertleşen vuruşlarla. Böylelikle 20 yıl öncesine, Fran’ın hayatını sonsuza kadar değiştiren o sıcak yaz günlerine dönüyoruz.
1969 yazı. Fran, 39 yıllık hayatında ilk kez gündelik işlerin rutininden, sorumluluklarından kurtulmuş durumda. Zira doğumundan beridir hiç ayrılmadığı, son 10 yıldır bakımını üstlendiği annesini bir ay önce kaybetmiş, oturdukları evden ayrılarak bir pansiyon odasına yerleşmiş, kendisine yeni bir hayat kurmaya hazırlanıyor. Ancak maddi durumu iyi değil. Annesine bakmak için Oxford’da başladığı eğitimini terk ettiği için belli bir mesleği yok ama amatör bir araştırmacı olarak bahçe mimarileri hakkında yayımlanmış makaleleri var. İşte bu makaleler sayesinde alır ilk iş teklifini. Londra yakınlarındaki Lyntos malikanesinin yeni sahibinin mülkün bahçe mimarisini araştırması teklifini düşünmeden kabul eder.
Fran, Lynton’a geldiğinde orada yaşayan bir çiftle tanışır. 20’li yaşların sonlarındaki Cara ve ondan bir hayli yaşlı kocası Peter, mülkteki varlıklarının durumunu ve değerini değerlendirmek üzere oradadır. Saray yavrusunu andıran ama hayli yıpranmış malikanede başka hiç kimse yoktur ama Fran, yaşamak için tavan arasındaki – tesadüfen tam da Peter ve Clara’nın odasının üstündeki- bir odayı seçer.
Bir başka tesadüf, odasının yer döşemelerine gizlenmiş – aşağısını gözetleyebileceği- bir delik bulmasıdır. Böylelikle bu tuhaf çiftin mahrem hayatlarına yakınlaşacaktır. Bir süre sonra gözetlemeye bile gerek kalmaz. Zira Peter ve Cara, Fran’i kendi hayatlarının içine çekmekten hiç rahatsızlık duymazlar. Özellikle Cara, hayat hikayesini anlatmakta çok heveslidir.
39 yıllık hayatının yalnızlığı, güvensizliği ve sosyal ilişki kurma beceriksizliğiyle Fran, ilk kez bir arkadaş bulmanın heyecanını yaşar. Cara’nın gönüllü dinleyicisi olur. Birbirine benzemez üç insan arasında güzel bir bağ kurulmuştur. Ne var ki zaman ilerledikçe Cara’nın hikayelerindeki tuhaflıklar ve Peter ile Cara ilişkisindeki çatlaklar ortaya çıkacaktır. İçinde daha önce hissetmediği arzular kabaran Fran, bu çatlaklar arasından Peter ile kendisi arasında bir yakınlaşma ihtimali görecektir ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir…
‘Acı Portakal’da karakter -iki kadın, bir erkek, eski ama gösterişli bir malikane- odaklı hikayesini anlatırken -onların karanlık mazileriden ve 1969 yılının sıcak yazından oluşan- malzemesini çok ekonomik kullanmış Fuller. Fran, Cara ve Peter’den oluşan şahıs kadrosunun her bir ferdinin kişilik özelliklerini, psikolojilerini, arızalarını -ilk sahneye çıktıkları anda değil, hikayeye usul usul yedirerek, gizem ve gerilimi artırarak- gerçekçi biçimde tasvir etmiş.
Lynton Malikanesi bu üç karakter kadar romanın merkezinde. Terkedilmiş devasa malikanenin heybetine, eskimişliğine, ürkütücülüğüne, en nihayetinde klostrofobik atmosferine -seslerle, kokularla, soluk renklerle ve geçmişten gelen rivayetlerle- nüfuz ediyoruz. Zamanın, doğanın, mekanın ve eşyaların tasvirindeki mahareti sayesinde Fuller, her bir ayrıntıyı netleştirmeyi başarmış. Yazın bunaltıcı sıcağı, mevsimin getirdiği durağanlık, doğanın renkleri, yıpranmış ama güzelliğini yitirmemiş bir malikane, basit ama keyifli akşam yemekleri neredeyse elle tutulur hale geliyor.
Malikane -aynı zamanda- barındırdığı sırlarıyla, ilk bakışta güzel ama solmuş, çürümüş eşyalarıyla hikayedeki diğer karakterlerin kişilik yapılarının ve birbirleriyle ilişkilerinin metaforu. Bir diğer metafor malikanenin bahçesindeki portakal ağacının meyveleri. Bu meyveler göründüğü gibi değiller; portakal kadar çekici görünmekle birlikte tatları yenilemeyecek kadar acı ve ekşi. Roman karakterlerinin kişilikleri tam da acı portakallar gibi; cana yakın ve barışçıl yüzeyin altı bir hayli arızalı. Fuller, karakterlerini gerek iyi gerek yaralı, kusurlu hatta apaçık kötü yanlarıyla birlikte canlandırmak konusunda hiç sıkıntı çekmemiş.
Romana dinamiğini veren etkenlerden belki de en önemlisi kişilerin -özellikle Fran’ın- çatışmalı iç dinamiklerinin izinin sürülmesi. Fran’daki değişim hikayenin sürükleyici unsuru. 40’ına yaklaşan bir kadınının -deyim yerindeyse- ‘metamorfozu’ sergilenirken fiziksel özelliklere ve giysilere vurguyu, röntgenciliğin kışkırttığı arzuları, duygulardaki ince değişimleri ve bastırılmış özlemi ustalıkla yakalıyor yazar. Bu andan sonra Fran ve Cara’nın Peter’ın dikkatini çekmek için -başta farkında olmaksızın- rekabete sürüklenmesiyle üçlü arasındaki ilişkinin yeni bir boyut kazanması ve gerilimin tırmanması elbette şaşırtıcı olmuyor. Kısacası karakter ve mekan tasvirleri ile olayların akışı ve hikayenin gerilimi arasındaki denge güzel kurulmuş.
Olay örgüsünü de beğendiğimi söylemeliyim. Yavaş bir tempoda başlıyor hikaye. Karakterlerin sahneye çıkmasıyla her birinin geçmişi yine yavaş yavaş, daha doğrusu parça parça veriliyor. Veriliyor dedim ama ne kadarının verildiğini, ne kadarının doğru ne kadarının yalan ya da mübalağa olduğunu bilemiyoruz. Zira başta Fran olmak üzere hiçbiri güvenilir anlatıcı değil. Sakladıkları, yüzleşmek istemedikleri pek çok sırları olduğunu ilerleyen sayfalarda öğreneceğiz – ve kendileri hakkında anlattıkları hikayeciklerdeki yalanları. Ama dikkatli bir okuyucu onların sakladıklarını satır aralarından yakalayabilir. Ayrıntı gibi gözüken şeyler onlar hakkında pek çok ipucu barındırıyorlar.
Fuller’in gerilim yaratmadaki ustalığına da değinmek hakkaniyetli olur: Okuyucunun zihnindeki gerilimi her şeyi söylemeyerek, boşlukları okuyucuya doldurtarak, imgeleri zihninde canlandırmasını sağlayarak geliştirdiğini söylemiş bir röportajında: “Ve kafamızdaki görüntüler her zaman gerçeklikten daha kötüdür. Bu yüzden bir yazar veya senarist asla canavarı göstermemelidir.”
Sayfalar ilerledikçe tempoyu arttırıyor Fuller; “romanın trajik sonu etrafında giderek daralan çemberler çizerek okuyucuyu hikayenin içine çekiyor”. Diğer taraftan hikaye anlatım zamanı ile olayın geçtiği zaman -ölümün eşiğindeki Fran ile 1969 yazındaki Fran- arasındaki geçişleri de çok iyi ayarlamış. Belli bir andan sonra baş döndürücü bir tempoya ulaşan anlatı sonlandığında sürpriz bir son bekliyor okuyucuyu. Fran’ın suskunluğunun ardındaki kefaret duygusunu öğreniyoruz ve hikayeyi baştan sonra yeniden değerlendirmek ihtiyacı duyuyoruz. .
Romanların türlere ayrılmasından bu yana okuyucular kadar yayıncılar, kitapçılar, dergiciler hatta eleştirmenler bile çıkan bir kitabı kategorize etme eğilimindedir. Kitabevi raflarında ya da internet sitelerinde alışık olduğumuz tarzda kategorilerden söz ediyorum; romantik, polisiye, bilim kurgu, tarihi, politik ve benzeri etiketlerden. Peki gerilimli ve sürükleyici hikayesiyle, doğaüstü çağrışımlarıyla, ürkütücü malikanesiyle, barındırdığı yakıcı aşklarıyla ‘Acı Portakal’ı hangi rafa koymak gerekir? Yanıtlamak zor, zira ‘Acı Portakal’ sınıflandırmaya meydan okuyan, melez, Claire Fuller’in deyişiyle “kaygan” bir roman.
Bu romanda tartışılacak çok fazla tema var. Cinsellik, tatminsizlik, hayal kırıklığı, kıskançlık, suçluluk, yalnızlık, hafıza ve kefaret… Buna karşılık siyasal ve toplumsal meselelerden neredeyse hiç söz edilmemiş. ‘Acı Portakal’ın en büyük eksikliği hikayesini ve karakterlerini dış dünyadan izole etmesinde. Buna rağmen okurken çok keyif aldım. Claire Fuller, izlenilmesi gereken bir yazar.