Müzisyenler tek ses: Yaşasın Cumhuriyet
Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren müzikle ilişkisi günümüzde de tartışılmaya devam ediyor. Etnomüzikolog ve akademisyen Melih Duygulu tartışılan konuları kitabı 'Cumhuriyet ve Müzik'e taşıyor. Biz de bu vesileyle kendisine işin aslını sorduk.
Cumhuriyetin müzikle ilişkisi yıllardır çeşitli tartışmaların konusu. Halk müziğini yasakladı mı? Cumhuriyetin alaturka müziğe bakışı nasıldı? Neden kurulan ilk eğitim kurumlarından biri Müzik Muallim Mektebi’ydi? Türk Beşleri başarılı oldu mu? Arabesk hayatımıza nasıl girdi? Bu ve benzeri soralara insanlar politik bakış açıları doğrultusunda savlarla cevap verdi. Etnomüzikolog ve akademisyen Melih Duygulu’nun yakın zamanda yayınlanan çalışması ‘Cumhuriyet ve Müzik’ pek çok tartışmalı konuya belgeleriyle cevap verip bir nevi tartışmaları da noktalandırıyor.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan kitap, müziğin Batılılaşma hareketleriyle birlikte girdiği dönüşüm sürecine ışık tutarken Cumhuriyet dönemindeki yaklaşımına da odaklanıyor. Yeni kitabı hakkında konuşmak için bir araya geldiğimiz Melih Duygulu, Cumhuriyetin müzikle ilişkisini 10Haber okurları için anlattı. Cumhuriyetin kültür politikalarını geniş bir perspektiften ele aldığı çalışması hakkında konuşan Duygulu, doğru bilinen yanlışları da açıklıyor.
-Çok konuşulan ama hakkında az yazılan bir konu üzerine kapsamlı bir çalışma hazırladınız. Bilgi ve belgelere ulaşmada zorluklar var mıydı?
Türkiye’de arşivler iyi çalışmadığı, tüm belgelerin envanteri çıkarılmadığı, yakın dönemdeki yönetmeliklerin bile kaybolduğu bir ortamda arşiv çalışması kolay yapılamıyor. Bu durum devlet arşivleri için geçerli; özel arşivler görece daha iyi durumda. Bu çalışmamda her ikisini de olabilecek en verimli ölçülerde kullanmaya çalıştım. Özel tutanaklar, kanunlar, yönetmelikler ve gazete koleksiyonlarından faydalandım. Bunların durumu diğer belgelerle kıyaslandığında biraz daha iyi…
-Hikâyeyi Osmanlı döneminden başlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Zira siz de kitabınızda öyle yapıyorsunuz. Özellikle saray eşrafının klasik müziğe ilgisi malum. Cumhuriyet’in de bu yönde bir teşviği var. İki farklı dönemin ne gibi temel farklılığı var bu hususta?
Türkiye’nin modernleşme serüvenini çeşitli tarihlerden başlatanlar var. Bunların başında Cumhuriyet’i milat alanlar bulunuyor. Bu tam manasıyla doğru bir yaklaşım değil. Size müzikten hareketle bir örnek vereyim: İlk resmî müzik modernleşmesi 19. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşti. II. Mahmut köklü bir reform programı uyguladı. Osmanlı ordusunun temel askeri birliğinin müzik takımı olan mehterhane kurumunu kaldırdı ve yerine Avrupa tarzı bandoyu getirdi. Bu olduğunda Cumhuriyetin kuruluşuna daha yüz yıl vardı. Elbette daha öncesinde de Avrupaî kültüre ve müziklere özenen çok sayıda besteci bulunuyordu.
II. Mahmut dönemindeki gibi, Tanzimat döneminde de devletin yaptırımıyla ortaya konan işler var. Bunlar o dönem için radikal girişimler. Padişahların birçoğu dönemin modası olan orkestral müziği, operayı, operetleri İstanbul’a, İzmir’e getirtiyor. Hatta bazıları Batı müziği tekniğiyle besteler yapıyor. İlginçtir, II. Abdülhamit’in Osmanlı/Türk müziğinden pek de hazzetmediğini biliyoruz. Batı müziğini severdi. Velhasıl bu serüven Cumhuriyet’le başlamadı ancak Cumhuriyet’le kurumsallaştı ve yapılan çalışmalar çok daha sistematik yürütüldü.
-Bundan birkaç yıl öncesinin tarih anlatısında halk müziği dinleyenlerin evine polis-jandarma baskını yapıldığı tasvir ediliyordu. Bunun bir gerçekliği var mı? Radyoda Türk Müziği yasağı neydi? Ne değildi?
Her rejimin kendince bir tutumu var elbette fakat halk müziği yapanlara Cumhuriyet hiçbir zaman olumsuz bir tavır takınmadı. Bu Osmanlı/Türk müziği için de geçerlidir. Zaten halkçılık ideolojisini esas alan bir rejimin böyle yapması düşünülemez. Örnek de yoktur. Şu var yalnız; ezanın Türkçe okutulmasıyla ilgili kovuşturmalar olmuştur. Kanun çıkartıldığı için o da. Halk müziği dinlenmesi veya eğitiminin yasaklanması diye bir şey söz konusu değil. Taşrada kolluk kuvvetinden biri bir irade gösterdiyse bu topyekûn bir yasak anlamına gelmez.
Radyoda Türk müziği yasağı ise başka bir şey. Orada kraldan çok kralcı olan bir kadronun kısa dönemli gayretkeşliği var; o da kısa zamanda geri alındı zaten. Osmanlı’dan gelen müzik kültürü ve bunun repertuvarı içinde muazzam eserler var. Bunu hiçe saymak abesle iştigaldir. Fakat maalesef 1934’ün sonunda ne kanunu ne de gerekçesi olan, tamamen keyfi bir tutumla yaklaşık 1,5 yıl fasıl müziği, Osmanlı/Türk müziği eserleri Ankara Radyosu’nun yayınlarından kaldırılıyor. Halk müziği yayınları için böyle bir kısıtlama getirilmemiş. Ayrıca şunu belirteyim, o dönemin plak piyasasında, canlı müzik ortamlarında eski tabirle “Alaturka müzik” tüm canlılığı ile devam ediyordu. Osmanlı/Türk müziğinin o tarihlerde ülke çapında dinlenme oranıysa çok düşüktü. Bugün bile bu müziğin dinleyicisi çok azdır.
-Bir önceki soruyla bağlantılı olarak; Cumhuriyet’in kurucu kadrosu Osmanlı/Türk müziğine düşman mıydı? Yoksa Batılılaşan bir toplum için yetersiz mi görüyordu? Yoksa bunların hiçbiri mi?
Size tüm açıklığı ile şunu söyleyeyim: Cumhuriyet’in kurulmasından yaklaşık bir yıl sonra Musiki Muallim Mektebi açılıyor. Bundan iki yıl sonra okullardaki müzik eğitiminin sistemli olması için büyük çaba sarf ediyor kurucu kadro. Osmanlı’dan gelen müziği Osmanlı döneminde Rauf Yekta Bey ve birkaç arkadaşı ile yurt dışından gelen birkaç kişi dışında araştıran, anlamaya çalışan yok. Aynı bugünkü gibi, çalıp söyleme derdinde dönemin müzik insanları. Cumhuriyet bu işe de el atıyor, Tasnif ve Tespit Heyeti kuruluyor. Eski müzik eserleri notaya alınıyor ve yayınlanıyor. Mevlevi Ayinleri, Bektaşi Nefesleri, ilahiler notalarıyla yayınlanıyor. Bunlar hep o dönemin çalışmaları. Sonra Suphi Ezgi Bey’e bir teori kitabı yazdırılıyor.
Bu müziği yasakladığı söylenen Cumhuriyet bunları neden yapsın? Ancak eğitimde Batı müziğinin ağırlığını yadsıyamayız. Osmanlı/Türk müziğinin sistematiğini oturtmaya çalışıyor Cumhuriyet. Osmanlı yapmamış çünkü. Zaten Cumhuriyet erkanı dediğiniz, Osmanlı bürokrasisi, askerleri, din adamları… Bunlar aydınlanmacı bir kadro kuşkusuz. Kendilerini küçük görmüyorlar ama gecikildiğini, yapılması gerekenlerin yapılmadığını düşünüyorlar. Ve bir an önce atılım yapmaya çalışıyorlar.
-Devlet nezdinde bir “makbul müzik” düşüncesi mi vardı? Varsa çizgileri nelerdi?
O dönemin devlet politikası, Batı müziğinin kendisini değilse bile, Türk müziğinin Batılı tekniklerle işlenmiş halini ideal olarak değerlendiriyor. Bu çok açık. Bunu yapabilmenin, yani kitlelerin böyle bir dönüşümü başarabilmesinin yolu olarak da Batı tekniği ile müzik eğitimi verilmesi öngörülüyor. Fakat bunun uzak bir hedef olduğunu göz ardı etmeyelim: Yakın ve ivedi hedef “temiz” ve “asil” bir kökten geldiği vurgulanan hayali ve ideal bir müzik kültürünü oluşturmaya çalışmaktı. Bazı şarkıcıların Avrupa’ya gidip şan dersi almalarını, Batı müziğinin tavrını değilse bile anlayışını ülkeye getirmelerini iyi değerlendirmek gerekir. Bunlar, kitapta da uzun uzun tartıştığım meseleler.
-Türk Beşleri ve onların yetiştirdiği kuşaklar bir Cumhuriyet projesi miydi? Burada amaç hâsıl oldu mu?
Türk Beşleri, Cumhuriyet dönemi müzik politikalarının çok sembolik, küçük bir örneği. Halil Bedi Yönetken’in Rus Beşleri’nden hareketle ortaya attığı bir proje. Birbirine müziksel değerler ve anlayışlar bakımından benzemeyen bu beş bestecinin eserleri, anlayışları ve üslupları çok farklıdır. Dahası bir birlik oluşturmak için çalışmamışlardır da. Cumhuriyet, Batı müziği tekniği ile yazan bir kuşak yetiştirmiştir. Kuşkusuz, bu bir Cumhuriyet projesidir ve bu proje başarıya ulaşmıştır. “Eserler halk tarafından dinlenmiyor,” gibi birtakım çıkışlar olmuş. Zaten bu popüler kültür ürünü değil, geniş halk kesimleri dinlesin diye yapılmadı. Bu, müzik tekniğimiz Batılı seviyeye gelsin diye sadece bir modellemeydi. Bu ilk kuşak bestecilerinden sonra, Batı müziği tekniği ile yazan orta kuşak gelir; şimdi de genç kuşak bir var ki bunlar çok özel eserler besteliyorlar. Yani maksat hasıl olmuştur.
-Ankara’da kurulan ilk eğitim kurumlarından biri Müzik Muallim Mektebi’ydi. Sonrasında Halkevlerinde de müziğin önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Büyük bir yokluk içerisinde kurulan Cumhuriyet’in önem atfettiği bu alan nasıl oldu da zaman içerisinde arka plana itildi?
Aslında arka plana itilmedi, kurumların niteliği değişti. Bu da zamanın ruhuyla ilgili. Fakat kitapta da belirttiğim bir şey var: Cumhuriyet bu kadar işi yaparken popülizm 1940’larda önce yavaş yavaş, 1960’larda ise güçlü bir dalgayla, virüs gibi girmiştir müziğin içine. İşte dönemsel politikaların ağırlığı derken kastettiğim budur. O tarihlerden itibaren Cumhuriyet’in temel değerleri kaygısı kalmadı; müzik tamamen piyasanın ve popülizmin aracı haline geldi. Kısa bir süre sonra da “Kırılma” ve “Kopuş” yaşandı.
-Mısır radyolarının dinlenmeye başlaması ve yavaş yavaş hayatımıza girmeye başlayan Arabesk. Bir zamanlar Suna Kan, şimdi de Fazıl Say bu durumu bu ülkenin müzik yaşantısının başına gelen en kötü şeylerden biri olarak nitelendiriyor. Arabesk, Türk müziğini nasıl değiştirdi? Daha doğrudan sorayım; denildiği gibi “bozdu” mu?
Bu “bozma” meselesi, çok subjektif bir kanaat. Sanki muazzam rafine, el değmemiş, otantik, orijinal (bu terimleri özellikle kullanıyorum) bir müzik var da bir dönem sonra bu bozuluyor; yok böyle bir şey. Müzik de yaşam gibi değişir. Eskiyi iyi bilmiyoruz. Ayrıca Mısır Radyosu’nun yayınları arabeskin başlıca sebebi gibi gösterilir ki bu bir şehir efsanesidir. Mısır Radyosu’ndan ziyade Mısır filmleri etkili olmuştur. Bu, bir dönem “mağdur” edildiklerini düşünen az sayıda müzik meraklısı ve müzisyenin söylemidir.
Konuya tekrar dönecek olursak; Mısır radyosu o dönemde nerelerde dinleniyordu? Mesela Trabzon’da, Kütahya’da, Sivas’ta, Kars’ta, Muğla’da dinlendiğini kim söylüyor? Buralarda o dönemdeki radyo alıcısı sayısı bir elin parmakları kadar. Halkın radyoya kolay ulaştığı zannediliyor. Oysaki radyoyu bırakın dinlemeyi, kendisini bulamıyorsunuz. Bazı Güneydoğu Anadolu şehirlerinde dinlendiği doğrudur; mesela Antep’te ancak orada da sadece şehir merkezindeki birkaç ailede radyo var. Kasaba ve köylerde radyo alıcısı yok.
Dolayısıyla “bozulma” kavramının içini iyi doldurmak gerekir. Bozulma varsa –ki bana göre bu bir değişimdir, bu bozulmayı geleneği anlamaya, öğrenmeye çalışmadan açılan korolarda, topluluklarda ve piyasanın istismarcı tutumlarında aramak lazım.
-Arabesk şekil değiştirse de varlığını hep koruyor. Saf haliyle Türkiye’de başladığı yolculuğunda Zeki Müren ile Türk Sanat Müziği’ne de etki etti. Sonra işin içine daha popüler seslerle fantezi müzik girdi. En nihayetinde de şimdi arabesk pop ve arabesk rap var. Kentlileştikçe arabeskten kopuş olacak beklentisi vardı. Öyle olmadı sanki?
Arabesk, bir sosyolojik dönüşümün müziksel yansımasıdır; bu toplumun içindeki müzikal kaosun dışa vurumudur. Bu bir müzik türünden çok, müziksel bir tarz, üslup. Her müziğin içine girip kendince başkalaştırıyor o müziği. Arabeskin en can alıcı yönü, müzikal bakımdan her şeyin mübah olması. 1970’ler ve 80’lerde arabeske engel olmaya çalışan devletin müzik bürokrasisi bu konuyu bırakın söndürmeyi, daha da alevlendirdi. Çünkü konuyu etraflıca ele alabilecek entelektüel birikimleri yoktu, karşı argümanları da temelsizdi. Çareyi yasaklamakta buldular. Zihinlerindeki “kutsal Türk musikisi” hiçbir şekilde ve koşulda değişmezdi, değişmemeliydi. Halbuki 1900’lerin başlarındaki plaklara bakın, 1940’lar ve 50’lerden sonra nasıl başkalaşıyorlar. Bu, büyük oranda müzik bürokrasisinin, piyasanın ve beraberinde medyanın marifetiyle oluştu. Cumhuriyet’in modernleşme projesine karşı bir hamleydi. Ben ona “kaotik yerelleşme” diyorum.
-Kitabın son bölümü Türkiye’nin müzik serüvenini 10’ar yıllık periyotlara ayırıyor. Burada “Ücretsiz konser”lere değiniyorsunuz. Başlangıçta bir iyilik ya da hastalığa ilaç gibi görülen bu durumun müziğe bakışı sorunlu bir hale getirdiğini yaşayıp görüyoruz. İdealde bunun çözümü ne olmalı?
Türkiye müzisyen enflasyonunun yaşandığı bir ülke oldu. Böyle bir yerde kaliteli müzikten bahsedilemez. Bu konser sarhoşluğundan en kısa sürede vazgeçilmeli. Bakanlık ve belediyeler konser organizasyon bürosu gibi çalışıyor. Halbuki sahneye çıkıp yapay bir müzik ortamı yaratılması dönemi, bütün müzikler için bitti. Ödenekli sanat yapan topluluk anlayışından, müziği tabana yayan anlayışa geçmek; dinleyiciyi edilgenlikten kurtarıp etken bir unsur haline getirmek gerekiyor. Konser organizasyonlarında nitelikli sanatçılar nitelikli konserler vermeliler.
-90’ları müzikal anlamda da bir kopuş olarak niteliyorsunuz. Müzik alanında Cumhuriyet’in kuruluşundan 80’lerin sonuna kadarki dönem ve sonrası arasındaki bu kopuşun içeriği nedir?
Bu, siyasal bir kopuşun sanatsal iz düşümüdür. Müzik burada başat rol oynamıştır çünkü sanat dallarının içinde en kitlesel olabilen ve kitleleri sürükleyebilen sanat müziktir. Cumhuriyet değerlerinden kopuş, Cumhuriyet’in müzik değerlerinden kopuşu da beraberinde getirdi. Neydi o değerler? Geleneğe saygılı olmak, incelemek, bilimsel araştırmalarla bir sisteme oturtmaya çalışmak… Bunların hepsi bir kenara atıldı. Devletin müzik icra kurumları piyasayla yarışa girdi ki bu yarıştan başarılı çıkmalarına imkân yoktu; çıkamadılar da zaten.
-Cumhuriyet tarihinin en uzun soluklu iktidarı artık AK Parti dönemi. Hem bakanlık hem de yakın zamana kadar belediyelerdeki çoğunluk olmaları göz önünde bulundurulduğunda müzik eğitimi ve bizzat müziğin kendisi için neler yapıldı? Neler yapılmadı? Ve neler yapılmalıydı?
Bu siyasi bir tercihtir ama az önce de söylediğim üzere hem bakanlık hem de belediyeler, 1990’lardan beri Türkiye’nin müzik alandaki potansiyelini açık hava ve kitlesel konserlerle heba ediyorlar. Bunun değişmesi için radikal kararların alınması lazım.
-Türkçe saykedelik ve Anadolu Rock’ın, küresel çapta rock dünyasında bir karşılığı olduğunu görüyoruz. Yabancı müzisyenler 60’lar ve 70’lerin bu melodilerini şarkılarında kullanıyor. Sizce bu ilginin nedeni ne? Sadece otantik bulmaları mı, daha fazlası mı?
Bunlar piyasa müziğinin anlayışıdır. Popüler müzikte kaygı, kitleyi harekete geçirip ekonomik, siyasal, ideolojik rant elde etmektir ve bu yolda da her şey mübahtır. Popüler müziğin bir ilkesi olmaz. Tekniği de olmaz. Döneme göre değişir, kişiye göre değişir, beklentiye göre değişir. Yerel müzikleri popüler müziklerin hammaddesi yapmak eski bir alışkanlıktır.
Bir diğer mesele ise şu: Yabancıların yaptıkları müziklerin sektörel bir yanı var, o işler uluslararası nitelikte bir pazarın metası. Bizim popüler müziğimizse havanda su dövüyor. 1980’lerden itibaren Arap ülkeleri başta olmak üzere Doğu dünyasına hitap eden bir popüler müzik sektörü doğdu. O da kısa sürede heba olup gitti. Türkiye’de popüler müziğin piyasadaki konumu abartılacak düzeyde değil. Bunu, satış rakamları üzerinden söylüyorum. O dönemin plak satışlarından ve radyo emisyonlarının dinlenme oranlarından biliyoruz. O dönemde halk müziği ve ardından arabesk, diğer müziklere göre açık ara öndedir.
-Karşımızda Güney Kore’nin K-Pop başarı hikâyesi var. Türk dizilerinin dünyada ne denli izlendiği de malum. Ama müzik konusunda aynı seviyelerde olmadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. K-Pop benzeri bir “T-Pop” fenomeni yaratılabilir mi? Bunun için nasıl bir politika uygulanmalı?
Türkiye’de müzik prodüktörlüğü, bu işi başarabilecek bir firma ve arka planda çalışacak bilimsel bir kadro olmadığından ve bir türlü de oluşamadığından, bahsi geçen örnekteki gibi bir şey mümkün görünmüyor. Bizde müzik firmaları gündelik düşünür, yıldız yaratıp para kazanmanın peşindedir. Sizin dediğiniz büyük proje, buraların aklıyla yürütülmez. Müzikal bakımdan böyle bir potansiyelimiz var mı derseniz, hem müzik eserleri bakımından hem de müzisyenler bakımından bunların âlâsını çıkarabilecek bir birikimimiz var ancak maalesef bir vizyonumuz, kadromuz, yatırımımız katiyen yok.