Vasat, heyecansız, sıradan: Efsane müzisyenler albümleri hakkında böyle düşünüyor
1973 yılı müzik tarihinin kilometre taşlarından biri. Pink Floyd'dan The Rolling Stones'a, David Bowie'den Lou Reed'e, Elton John'dan Led Zeppelin'e bugün efsane olarak anılan pek çok ismin en başarılı albümlerinden bazıları tesadüf bu ya tam da o yıl dinleyiciyle buluşmuştu.
Pink Floyd, The Rolling Stones, Led Zeppelin, David Bowie, Aerosmith, Elton John ve Lou Reed… Hepsinin en özel albümleri aynı yıl, yani 1973 yılında yayınlanmıştı. Dile kolay tam yarım yüzyıl önce popüler müziğin sonraki on yıllarına yön verecek birbirinden özel albümleri müzikseverler o sene dinlemişti. O yılı özel kılan dönemin bu gençlerinin dünyaya, güncel politikaya ve büyük oranda 19. yüzyıldan izler taşıyan normlara olan tepkileriydi. Birkaçı hariç İngiltere’de çıkma bu günçler aynı zamanda bu ülkenin müzik kültüründeki dominasyonunun da önünü açmıştı.
Uluslararası yayınlara imza atan Taschen yayınevinin birkaç yıl önce İngilizce, Almanca ve Fransızca dillerinde çıkardığı “Tarih Yazan 750 Albüm Kapağı” kitabında 1973 yılında çıkan bu albümler de var. Sadece melodileriyle değil görsel bütünlüğüyle de bu albümler tarih yazdı, yazmaya da devam ediyor. Hepsi için ayrı ayrı sayfalarca yazı yazılır -ki yazıldı da- ama biz çok uzatmadan bu özel yılın alametifarikalarına bakalım.
1973 yılı “yeni” Pink Floyd için özel bir seneydi. Yeni diyoruz zira artık grubun kurucularından Syd Barrett, bambaşka bir yola savrulmuş öte yandan 1967 yılında gruba katılan David Gilmour da topluluk içinde ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Roger Waters ile şimdilik uyumlu çalışan ikilinin birlik olup ortaya neler çıkarabileceklerinin en güzel örneği ‘Dark Side of the Moon’ olsa gerek. On yıldan uzun bir süre boyunca listelerde yer almayı başaran hatta bazı araştırmacıların iddiasına göre de dünyanın dört bir yanında herhangi bir şarkısı yankılanan bu albüm sunduğu konseptle grubun dilinin olgunlaşmasına da katkı sundu. Bu arada yukarıdaki bağlantıya tıkladıysanız albümün gezegenimizde yankılanmasına siz de vesile oldunuz. Tebrikler.
Bu hafta hayranlarına yeni albüm haberiyle adeta bayram yaşatan The Rolling Stones’ın bazıları için mide bulandırıcı olabilecek ada sahip albümüyle devam edelim. 1973 yılının en özel işlerinden biri olan ‘Goats Head Soup’, içindeki şarkılarla 50 yıldır kuşakları etkilemeye devam ediyor. Albümün adı kelle paça çorbası çağrışımı yaratsa da içindeki ‘Angie’ şarkısının hikâyesi hâlâ tartışmalı. Yaygın inanış şarkının Mick Jagger tarafından aşık olduğu David Bowie’nin eşi için yazdığı yönünde. Ancak Jagger bu iddiaları reddederek şarkıyı grubun bir diğer üyesi olan Keith Richards tarafından kızı Angela için yazıldığını savunuyor. İçinde bir aşkı hikâyesi ve epey de sansasyon barındırdığı için elbette ilk şık daha çok kabul geriyor. Bir başka yazının konusu olur ama bu noktada Cat Stevens’ın ‘Lady D’Arbanville’ şarkısını da anmamak olmaz. Malum Cat Stevens, kendisini terk edip Mick Jagger ile sevgili olan Patti D’Arbanville’in ardından o meşhur şarkıyı yazmıştı.
Hazır yukarıda bahsetmişken David Bowie ile devam edelim. 20. yüzyılın en büyük ikonlarından biri olan İngiliz müzisyenin 1973 yılında yayınladığı ‘Aladdin Sane’, ilk albümü ‘The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars’ın devamı niteliğindedir. Ziggy Stardust fenomeninin de haliyle devamı niteliğindeki bu albüm, sanatçının en özel çalışmalarından biri olmayı başarmıştı. Bugün değeri daha çok bilinen albüm o tarihte İngiltere dışında zirveye hiç çıkamamıştı. Bowie bir numaraya yerleşmek için 1975 yılını bekleyecekti.
Haydi biraz da okyanusun diğer tarafına geçelim. ABD’nin kuzeydoğusunda İtalyan ve İrlandalı göçmenlerin çoğunlukta olduğu Boston kentinde yine o topraklardan gelenlerin kurduğu Aerosmith, 1973 yılında kendi adını taşıyan ilk albümlerini yılın ilk haftasında yayınlamıştı. Albümdeki bir şarkı aradan geçen 50 yılda defalarca yeniden yorumlanacaktı. Bu şarkı ‘Dream on’dan başkası değildi. Steven Tyler’ın arşa çıkan ve taklit edilemez vokaliyle özdeşleşen şarkı vaktiyle Eminem tarafından da ‘Sing for the Moment’ adıyla seslendirilmişti. Ki bu da aslında Tyler ile bir düet çalışmasıydı. Albüm kapağı çok bir şey vaat etmese de içindeki şarkılar rock tarihini ABD’den büyük bir katkı ve “biz de buradayız” mesajıydı.
Ahmet Ertegün’ün insanlığa en büyük armağanlarından biri olan Atlantic Records harikası Led Zeppelin de 1973 yılını boş geçmeyenlerden. Sık sık Pink Floyd ile kıyaslanan halbuki bu tip bir kıyaslamaya gerek duymayan Hall of Fame’de tescilli topluluk davulcuları John Bonham’ın 1980’de hayatını kaybetmesi üzerine bir daha hiç albüm yapmadı. Bu üzücü gelişme haliyle grubun her albümünün ayrı bir öneme sahip olmasına neden oldu. ‘House of the Holy’ de bunlardan biri. ‘Over the Hills and Far Away’ ve ‘D’yer Mak’er’ gibi hit parçaların yer aldığı albümün kapağı, barındırdığı çıplaklık nedeniyle yayınlandığı dönemde tartışmalara neden olmuştu.
1973 yılının bereketinden Elton John da nasibini almıştı. ‘Goodbye Yellow Brick Road’ adını taşıyan albümdeki pek çok şarkı Spotify verilerine göre aradan geçen 50 yıla rağmen milyonlarca müziksever tarafından dinlenmeye devam ediyor. Uzun soluklu turnesiyle bu denli büyük organizasyonlara veda ettiğini açıklayan Elton John’ın tam elli yıl önce Marilyn Monroe için yazdığı ve bu albümde yer alan ‘Candle in the Wind’ 1997 yılıında bir başka ikonla özdeşleşecekti. Paris’te geçirdiği kaza sonucu hayatını kaybeden Lady Diana’nın cenaze töreninde eski arkadaşı Elton John tarafından seslendirilen şarkı, prenses ile özdeşleşti. Öyle ki günümüzde de albümle aynı adı taşıyan ve yayınlandığında hit olan şarkının dahi önüne geçti.
https://youtu.be/ffl_jlKrTOo?si=cOKZpqC5H6n5gBSd
Son olarak rotamızı yeniden okyanusun karşı kıyılarına bu kez New York’a çeviriyoruz. Burada doğup büyüyen tıpkı David Bowie gibi Andy Warhol ile yakın bir ahbaplık kuran Lou Reed’in, Berlin’de geçirdiği günlerinin izini taşıyan 1973 çıkışlı albümü de bu sene 50. yaşını kutluyor. Soğuk Savaş bitine kadar bu iki kutuplu dünyanın başlangıç ve bitiş noktası olan bölünmüş kent o dönem pek çok müzisyene ilham olmuştu. Ömrünün bir bölümünü bu kentteki Türk mahallesinde geçiren ve duvarda gördüğü “yaşasın” yazısını görüp ‘Yassassin’ adlı şarkısıı besteleyen David Bowie kadar Lou Reed de ilhamını Berlin’den almıştı. Velvet Underground sonrası kendisine yeni bir yol çizen New Yorklu müzisyenin bu albümü, müzikal kimliğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktı.