Raf Gezgini: Hep dinliyoruz, biraz da okuyalım
Raf Gezgini bu hafta Pınar Öğünç'ün 2019 tarihli öykü kitabı 'Beterotu' ile Agrobay Seracılık'ta işten çıkarılan ve sera önünde eylemlerini sürdüren kadın tarım işçilerinin direnişine selam gönderiyor; Twitter'daki Yılmaz Güney tartışmalarına "Buyrun kendiniz okuyun" diyerek kitap reçetesi yazıyor.
Bu haftanın yoğun gündeminde en çok kulak verilmesi gerekenlerden biri onlar. İzmir, Dikili’de Agrobay Seracılık’ta işten çıkarılan ve sera önünde eylemlerini sürdüren kadın tarım işçileri. Agrobay işverenleri ve temsilcileriyle görüşmek isteyen işçilerin direnişine jandarma da müdahale ediyor. Haklarını almak için direnen işçilere şu an verilecek en önemli desteklerden biri seslerinin duyurulmasına yardımcı olmak. 10Haber kadın işçilerin direnişini takip ediyor, detaylar burada.
Bu girizgah bizi elbette edebiyata getirecek. Edebiyat tarihi işçi sınıfının mücadelesini ve hak arayışını konu edinen romanlarla dolu. Elbette tüm külliyatı buraya sığdırmak mümkün değil. Birini yazsak diğeri eksik kalacak çekingenliğiyle kara kara düşünürken Tarım İşçileri Sendikası’nın Twitter hesabının bir gönderisi düştü önüme. Yeniden paylaşan isim ise Pınar Öğünç. Gazeteci kimliğiyle tanıdığımız Pınar Öğünç, uzun zamandır kıdemli bir edebiyatçı aynı zamanda. Onu yakından tanıyanlar için bu paylaşımı hiç şaşırtıcı değil elbette. Ancak bir şekilde Raf Gezgine işaret fişeği çaktı diyebiliriz. Bu vesileyle, biz de direnen kadın tarım işçilerine, Öğünç vesilesiyle selam gönderelim istedik, istikamet 10 öyküden oluşan ‘Beterotu.’
Günümüz Türkiyesi’ne dair her şeyi bulabileceğiniz bir kitap bu. 2019’da yayınlandı ancak dert ettiği sorunlar -maalesef- hala güncelliğini koruyor. Öğünç, hemen her öyküde emek-sermaye çelişkisine dair incelikli anlatılarla karşılıyor okuru. Kimi zaman plazalardaki ‘farklı dünyalara’ sızıyor; kimi zaman orta sınıftan birinin evine girip iç daraltan atmosfere davet ediyor.
Öğünç’ün alametifikarikası bize, bizi, bugünde anlatması. Öykülerindeki kahramanların başlarına inanılmaz olağanüstü olaylar gelmiyor ya da dünyanın en orijinal karakterleri değil hiçbiri. Hatta çok tanıdıklar, çok ulaşılabilirler. Bir iç çamaşırı dükkanında çalışan genç kadınla, esnaf lokantasının motokuryesinin ilişkisi; iki plaza çalışanının kendilerine kurduğu dünya, kentsel dönüşüme uğrayan binanın temelinde gizlenen bir iş cinayeti… Öğünç bugüne, bize, emek ve sermaye çelişkilerine ayna tutuyor. Bu arada kitaptaki Plazada Huzur ve Çimento adlı iki öyküye işaret düşelim, kitabı elinize aldığınızda belki öncelik vermek istersiniz.
Bir hatırlatma daha: Pınar Öğünç’ün yaratıcılığını üstlendiği ‘Sen Ben O’ isimli podcast serisi. 10 bölümlük bu seride birbirinden farklı konuklar hayatlarından bir anı ya da genel olarak hikayelerini anlatıyor. Konuklar arasında 25 yıldır valelik yapan Murat Bayım, ünlü olmak için İstanbul’a gelen Azerbaycanlı bir sokak müzisyeni, setlerde figüranlık yapan öğretmen emeklileri var.
Deniz Gürler’in fabrika işgallerinin işçi sınıfı mücadelesine katkılarını tartışan, mücadeleye yeni bir perspektif sunan ‘İşgal, Direniş, Üretim!’ adlı çalışmasının dumanı üzerinde tütüyor. Gürler, 20. yüzyılda görülen işçi denetimi ve fabrika işgal hareketlerini gerek tarihî gerek ekonomik yönleriyle ortaya koyarak çeşitli dönemlerden örnekler veriyor. Üstelik bu örnekler dünyanın dört bir yanından. Yazar, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Venezuela gibi Latin Amerika ülkelerindeki deneyimler başta olmak üzere Yunanistan, Türkiye, İtalya, ABD, Mısır, Endonezya gibi farklı ülkelerde yaşananlara göz atıyor. Arka kapaktan, iştah açıcı, kısa bir alıntı:
“Bugün ‘İşgal et, diren, üret’ sloganı her dilde aynı anlama gelmekte ve aynı zamanda bir çağrı niteliği taşımaktadır. Ne mevcut deneyimler özyönetimin tamamlandığı projelerdir ne de hareket işçi sınıfının diğer örgütlenme ve mücadele araçlarının bir ikamesidir. (…) Bertolt Brecht’in dediği gibi, ‘Savaşan kaybedebilir, savaşmayansa çoktan kaybetmiştir.’”
İletişim Yayınları’ndan bir öneri daha. Akın Bakioğlu’ndan Büyük Madenci Yürüyüşü’nün detayları…Türkiye işçi sınıfı hareketinin tarihindeki en “büyük” olaylarından 1991 madenci grevini ve Ankara’ya doğru çıkılan uzun yürüyüşü anlatıyor.
Twitter’ımız sağ olsun, yeni bir tartışmayla daha gündemi işgal etmeyi, satırlar süren tweetler attırmayı başardı. 9 Eylül, Yılmaz Güney’in 39. ölüm yıldönümüydü. Sosyal medyada Güney hakkında tartışmalara katılan isimlerden biri de oyuncu Farah Zeynep Abdullah oldu. Oyuncu, Güney için “Sinemamızın en iyi yürüyen ve kadın döven erkeği” yazdı. Bu yoruma, Güney’in ailesinden yanıt geldi. Aile adına avukatının yaptığı açıklamada Abdullah’ın yorumu samimiyetsiz bir alkış alma hezeyanı olarak değerlendirildi.
Güney, yerli sinema tarihinin en önemli isimlerinden biri. 53 yıllık ömrüne 111 film sığdırdı. Sinemanın ‘Çirkin Kralı’ oldu. Başarıları, politik görüşü, yerli sinemaları katkıları, dönüşümü ve özeleştirileri onu kimileri için dokunulmaz ya da ‘kahraman’ yapsa da hayatı, eylemleri, söylemleri daima tartışıldı.
Baştan net bir şekilde vurgulamak gerek. Kadına şiddetin meşrulaştırılması ya da aklanması gibi bir durum söz konusu olamaz. Eylemlerinden sonra samimi bir özeleştiri vermiş olması onu “aklamasa” da çölde görülecek vaha nadirliğinde olduğu için dikkate değer. Güney’in failliği bununla sınırlı olmasa da onun üzerinden yürütülen tartışmalar bunun çok daha ötesinde. Özellikle sosyal medyada politik duruşu, kimliği ya da “cahil, entelektüel açıdan yetersiz” gibi nedenlerden ötürü adı silinmeye çalışılıyor. Yani şiddet faili olduğu vurgusu yalnızca ‘ateşi harlamak’ için yapılıyor. Büyük bir çoğunluk için Güney’e vurmanın en ‘güvenli’ yolu bu çünkü. Burada esas tartışılması, üzerine konuşulması gereken şey ‘cancel/iptal kültürü.’
Bu başka bir yazının konusu ancak tartışmalar devam ederken- ve muhtemelen sonsuzluğa uzanan bir döngüde devam etmeye bile devam edecekken- yapılacak en iyi şey okumak ve izlemek. Hakkında yazılanları, kendi anlattıklarını, özeleştirilerini… Tam da bu nedenle Yılmaz Güney hakkında okuyayım; hatta bizzat kendisini okuyayım diyenlere birkaç önerimiz var.
İthaki Yayınları ile başlayalım. Yayınevi Yılmaz Güney’in birçok eserini yayınladı. Bunlardan bazıları şunlar: 1972-74 yıllarında Selimiye Cezaevi’ndeki deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı ‘Selimiye Üçlemesi’; yoksul mahallelerin, çaresiz insanların, tacizi ve uyuşturucuyu daha el kadarken öğrenen çocukların hikayesini anlattığı ‘Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz’; 1979’da Locarno Film Festivali, Altın Leopar Jüri Özel Ödülü ve 1980’de Altın Portakal En İyi Film ödülü başta olmak üzere birçok ödül kazanan ‘Sürü’; 1982 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan ‘Yol’un hem senaryo metnini hem de filmin yurtdışında uyandırdığı tepkileri ve Yılmaz Güney’le Yol projesi üzerine yapılan röportajların yer aldığı ‘Yol’; Yılmaz Güney sinemasının başyapıtlarından biri olarak kabul edilen ‘Ağıt.’
Bir de başkasının gözünden okuyayım derseniz Nihat Beyram’ın ‘Yılmaz Güney ile Yasaklı Yıllar’ı var. Güney’in yakın dostu Nihat Behram’ın, cezaevi koğuşlarından devlet kokteyllerine, mahkeme kapılarından uluslararası davetlere uzanan anılarını okumak mümkün. Kitapta Güney’in cezaevi mektuplarını, öncesi ve sonrasına dair anlatıları da yer alıyor.
Bir başka seçenek ise sinema yazarı Atilla Dorsay’ın kaleme aldığı ‘Yılmaz Güney Kitabı.’ Dorsay’ın yazdığı çeşitli yazıları, belgeleri ve anıları bir araya topladığı kitap yenilenmiş baskısıyla Puslu Yayıncılık tarafından tekrar yayınlandı. Güney’i hapishane yıllarında da ziyaret eden Dorsay’ın kitabı, sekiz bölümden oluşuyor.
Agâh Özgüç ise sinemanın çirkin kralının filmografisine odaklanıyor. Tüm filmleri ve bu filmlerin geniş öyküleriyle Yılmaz Güney’in sinema serüvenini anlatıyor.
Fatoş Güney imzalı ‘Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun’ romanı ise Güney’i daha yakından tanımak için başka bir alternatif kaynak. Üstelik hayli yakın bir tanıklık hali, bizzat Fatoş Güney’in kaleminden. Fatoş ve Yılmaz Güney’in aşkları pek çok açıdan tartışmaların odağındaydı. Cezaevi, sürgün, ayrılık gibi birçok aşamadan geçti. Ancak bir yönüyle de bir döneme tanıklık etti. ‘Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun’ Yılmaz Güney ve Fatoş Güney’in dillere aşkına, Türkiye politik sinemasına, Yılmaz Güney’in hayatına ve döneme dair pek çok olaya ışık tutuyor.
Fatoş Güney için Yılmaz Güney, bir aşk ama aynı zamanda bir mücadele arkadaşı. Bunu kaleme aldığı bir diğer kitapla daha iyi anlıyoruz. ‘Dağlar Kendini Seveni Sever’ ile ise Yılmaz Güney’i ve onun kendi hayatına olan etkilerini ele alıyor. Ülkenin önemli gazete ve dergilerinde yayımlanan röportajları, kimi sataşmalara verdiği cevapları ve çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarıyla bambaşka bir bakış açısı kazandırıyor okura.
Sinem Sal’ın yeni romanı ‘Behice’nin Yarım Kalan İşleri’, Karakarga Yayınları etiketiyle yaz aylarında raflardaki yerini almıştı. Gözden kaçtıysa ya da kitap okumak için şehre dönmeyi bekliyorsanız, hatırlatmış olalım. Kadıköy’de geçen bu romanın kahramanı Ayşe Püren. Yıllar önce Behice’nin Hıdırellez gecesinde gül ağacına gömdüğü dilekleri buluyor ve annesinin yarım kalan bu dileklerini birer birere hayata geçirmeye çalışıyor. Tabii bu sırada kendi hayatında da yeni adımlar atmaya başlamış oluyor. Birbirinden farklı hayatlar süren ve doğal olarak da çatışan ama her ikisi de toplumun yüklediklerini sırtında taşıyan iki kadının hikayesini anlatıyor bu kitap.
Deniz romanıyla 2005’te Booker Ödülü alan John Banville’den, Sır ve Ölmüş Yıldızların Işığında’yla tamamlanacak bir üçlemenin ilk adımı Güneş Tutulması. Sia kitap etiketiyle yayınlanan kitabı Suat Ertüzün Türkçeleştirdi. Yeni bir kitap değil ancak gözden kaçtığını söylemek yanlış olmaz. Konusu nedir diyenlere: Yaşadığı bir kriz nedeniyle sahneden inen ve her şeyi bırakıp bir hesaplaşmanın peşinden giden Alexander Cleave’nin hikayesine konuk olacağız. Geçmiş, gelecek, hayaletler, hayatla uzlaşmak üzerine düşünmek isteyenlere duyurulur.
Simone de Beauvoir’ın fazla kişisel bulduğu için yayımlamamayı tercih ettiği, manevi kızı Sylvie Le Bon de Beauvoir tarafından kısa bir süre önce gün yüzüne çıkarılan Ayrılmaz İkili, ikonik yazarın ergenlik döneminin, çocukluk arkadaşı Zaza Lacoin’le kurduğu dönüştürücü ve trajik dostluğun hayatını ve yazarlığını nasıl etkilediğini hissettiren otobiyografik bir roman. Bu ay raflarda yerini alanın kitabın önsözünde ise tanıdık bir sima var:Margaret Atwood!
Margaret Atwood demişken… Bizim buralara ne zaman gelir; hatta gelir mi bilemiyoruz ancak Margaret Atwood’un yayıncısı Penguin Books’tan bir duyuru geldi. Margaret Atwood kısa süre önce bir Guardian röportajında “tartışmalı olarak dünyanın yaşayan en ünlü edebi romancısı” olarak tanımlandı. Hal böyleyken bu kitap biraz daha artırıyor kalp çarpıntılarını. Hem de yeni bir roman olmamasına rağmen. Bu kitapta Atwood Donald Trump’tan, zombilere, sansürden, gezegende yaşama yöntemlerine kadar birçok soruyu yanıtlıyor. Yazarı daha yakından tanımak için daha iyi bir fırsat yakalayabilir miyiz, bilinmez. ‘Yakıcı Sorular’ı biz de okur, bu fırsatı yakalar mıyız? Gözümüz Nobel ödüllü yazarın kitaplarını Türkçeye çeviren Doğan Kitap’ta.