Dune evreninde yolculuğa hazır mısınız? Macera başlıyor!
‘Those About to Die’ ve ‘Zaferin Rengi’ spor müsabakalarının toplumsal etkisine dair karşıt mesajlar verirken bizi zamanda geriye götürüyor. ‘The Bear’ üçüncü kez mutfağa dönüyor, ‘The Green Glove Gang’in yaşlıları soygun eldivenlerini giyiyor.
BAHİSLERİ ALALIM!
Anthony Hopkins’i Roma İmparatoru olarak izlemeye hazır mısınız? Yönetmenliğini Roland Emmerich ve Marco Kreuzpaintner’in üstlendiği yeni Prime dizisi ‘Those About to Die’da usta oyuncuyu Roma İmparatoru Vespasianus olarak izliyoruz. Dizi Vespasianus ve ardından sırayla oğullarının (yani Flavianus hanedanının) hüküm sürdüğü kısa ama etkili dönemde geçiyor.
Yıl M.S. 79 ve yaşı ilerlemiş imparator, ölümünün ardından yerine iki oğlundan hangisinin geçeceğine karar vermeye çalışıyor: Büyük oğlu savaşçı Titus mu (Tom Hughes) yoksa politik zekâsıyla öne çıkan Domitianus mu (Jojo Macari)?
Tepede abi-kardeşin iktidar savaşı varken Roma’da açlık ve sefalet almış başını gidiyor, halk isyanları pusuda bekliyor. İmparator da bugünkü ifadeyle ‘gündemi değiştirmek’ için Circus Maximus’ta atlı araba yarışları düzenliyor. (Tıpkı günümüzde futbolun bazı toplumların afyonu olması gibi) Büyük meblağların ve şikelerin döndüğü bu atlı araba yarışlarını organize eden kişiyse bahisçi Tenax (Iwan Rheon). Kendi bağımsız takımını kurmaya çalışan Tenax bu uğurda imparatorun oğluyla ve önde gelen ailelerle tehlikeli oyunlara girmeye hazır.
‘Eğlenceye’ bir de gladyatör karşılaşmaları eklenmesine karar veriliyor ve Roma’nın gözde yapılarından Kolezyum’un inşasına heyecanla tanık oluyoruz. Bu noktada devreye hikâyenin diğer aksı, yani Kuzey Afrika’dan köle olarak getirilen Kwame (Moe Hashim) ve ailesi giriyor. Kwame gladyatörlerden biri olmayı başarıyor ve yerini sağlamlaştırıyor. Böylelikle kız kardeşlerini de kendisiyle birlikte köle olarak getiren Romalılardan intikamını alabilecek.
Özetle dizinin hem toplumsal/sınıfsal hem de hikâye açısından birkaç katmanı var ve hepsini birbirine ustalıkla bağlayabilmişler. Tek bir olay aksı veya tek bir karakter öne çıkarılmıyor. Dolayısıyla denge gayet yerinde. Dizinin kusuruysa ‘Spartacus’ ve ‘Game of Thrones’u harmanlamış izlenimi vermesi ama onları aşamaması. Tahmin edilebilir gelişmelerin diyaloglarla ekstra açıklanması işe amatörlük katmış, benzer yapımlarda sıklıkla eleştirilen ‘gereksiz çıplaklık’ sahneleri bol, bazı oyunculuklar pek oturmamış ve CGI buram buram. Yine de taht oyunlarını, savaşları, kanlı arenaları, ittifakların her an değiştiği olay örgülerini sevenler, bir de yer yer Anthony Hopkins’i görmek isteyenler ‘Those About to Die’dan beklediğini alacaktır. İlk sezonun tüm bölümleri Prime’da.
Netflix bizlere 2024’ün başından ‘Zaferin Rengi’ filmini getirdi. Yönetmen koltuğunda Abdullah Oğuz’u gördüğümüz film Milli Mücadele yıllarını ekrana taşırken futbolun mücadeledeki rolünü öne çıkarıyor. Yani ‘Those About to Die’da müsabakaların isyanları bastırma ve halkı oyalama misyonuna vurgu varken ‘Zaferin Rengi’ bize madalyonun diğer yüzünü hatırlatıyor: Spor müsabakalarının birleştirici gücü. Milli Mücadele çerçevesine futbolun rolü dışında bir başka tema daha sığdırılmış: Cepheden dönen bireylerin psikolojisi. Bu iki tema, Fenerbahçe Spor Kulübü ve kulübün efsane ismi Galip Kulaksızoğlu üzerinden işleniyor.
Filmin konusu dışında kadrosu da iddialı: Milli Mücadele yıllarını anlatan filmlerin formülü bozulmuyor ve elbette Mustafa Kemal’i görüyoruz. Paşa bu kez Yiğit Özşener’e emanet. Halide Edib’in meşhur Sultanahmet konuşmasını Birce Akalay’dan izliyoruz. Hem Fenerbahçe’ye hem ülke sporuna hem Milli Mücade’leye katkılarıyla efsaneleşmiş isimlerse ana karakterlerimiz. Galip Bey rolünde Kubilay Aka, Sabri Bey (Mehmet Sabri Toprak) rolünde Nejat İşler ve Topkapılı Cambaz Mehmet Bey rolünde Timuçin Esen var.
Dönemin Fenerbahçe’sinin kadrosundan, kurucularından, başkanlarından bir geçit izliyoruz. Hepsinin Milli Mücadelede yeri var; daha doğrusu, zaten futbolu bir milli mücadele olarak görüyorlar. Bu film aslında bu efsane isimlere, yanı sıra Mim Cemiyeti’ne ve toplumun dışladıklarından oluşan isimsiz ve ‘vasıfsız’ istihbarat ağına, Özbekler Tekkesi’ne, mücadele kritik yardımları olan Arman Pandikyan gibi gayrimüslimlere bir selam filmi.
Geçen hafta ‘LaLiga: Futbolun Ötesi’yle İspanya’ya açıldıysanız bu hafta ‘Zaferin Rengi’ eve dönüş yolunda size eşlik edebilir. Filmi Netflix’ten izleyebilirsiniz.
Aynı anda hem durağan hem kaotik olmayı başarabilen nadir yapımlardan ‘The Bear’, üçüncü sezonuyla nihayet Disney+’ta. Sevenleri çok, ama henüz duymamış olanlara özet geçelim. Yetenekli bir şef olan ana karakterimiz Carmy, yani Carmen Berzatto (Jeremy Allen White), abisinin intiharının ardından başıboş kalan aile restoranını işletmek için Chicago’ya gelmek zorunda kalır. Bu aile restoranı Carmy’nin daha önce çalıştığı Michelin yıldızlı restoranların aksine derbeder ve düzensizliğin hâkim olduğu bir sandviç dükkanıdır. Sandviç dükkanını düzene sokmaya çalışmak aslında aile bağlarını onarmaya çalışmanın bir metaforudur.
Bir restoran, çapı fark etmeksizin, ahenkle çalışan bir ekiple döner. Carmy de bu yolculukta yalnız değildir. Yetenekli ve hırslı ekibiyle birlikte hem restoranı hem birbirlerinin hayatlarını toparlamak için mücadele ederler. Aile bağları, aileniz haline gelmiş iş arkadaşları, kayıplar, yaslar derken dizi alışıldık tabirle hayli ‘hayatın içinden’.
Belgesel kalitesindeki detaylı yemek çekimleri de dizinin söz konusu gerçekçiliğini pekiştiriyor. Restoran işletmeciliğinin stresli ve kaotik ‘mutfağını’ Uğur Dündar’ın ekibiyle basmışçasına yalın haliyle görebiliyoruz. Dizi bu anlamda iki farklı izleyici grubunu, yani mutfak tutkunlarını ve insan ilişkilerine dair hikâyeleri sevenleri buluşturuyor.
İkinci sezonu, Carmy’nin aile restoranını Michelin yıldızlı lüks bir restorana çevirme gündemiyle, yeni restoranın açılışına yaklaştıkça da gerilen sinirlerle bırakmıştık. Üçüncü sezon, Carmy’nin hayatının film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçmesiyle başlıyor. Kolaj formatında olduğu için biraz karışık, bilinç akışına benzer bir bölüm izliyoruz. ‘The Bear’ın imzası haline gelmiş iletişim kazaları ve bağırış çağırışlar ikinci bölümden itibaren devam ediyor.
İkinci sezonu buzdolabında kilitli kalarak bitirdiğinden olacak, Carmy sezona soğuk ve katı tavırlarla başlıyor. Biz de tüm sezon böyle mi devam edecek diye merak ediyoruz. Carmy’nin büründüğü bu yeni kişilik ‘bir deneme’. Hayallerine ulaşmak için mutluluğundan (ve ilişkisinden) vazgeçen yeni bir Carmy denemesi. Ekip bir yandan Carmy’nin yeni versiyonuyla uğraşırken diğer yandan eleştirmenlerin odağına takılıyor.
Karakterlerin günlük rutinine, mesai saati içinde yaşadıklarına eşlik ettiğimiz dizide insan ilişkilerinin getirdiği kaos eksik olmadığı için bölümler kendini arka arkaya, sıkmadan izlettiriyor. Böyle bir tat arayanlara, ‘The Bear’ın şef ekibi sade ama leziz bir deneyim sunuyor. Tıpkı üçüncü sezondaki minicik gurme yemekler gibi! Tüm sezonları Disney+’tan izleyebilirsiniz.
‘Polonya yapımı’ ve ‘eğlenceli’ ifadeleri yan yana gelemez gibi geliyor değil mi? Polonya’nın kasvetli imajını yerle bir eden ‘The Green Glove Gang’, aynı zamanda hafta sonu için aradığınız kafa dinginliğini de sağlayacak bir dizi. Dizinin ana karakterleri evlere temizliğe giden üç yaşlı kadın. Temizlik için kullandıkları yeşil eldivenleri soygun yaparken de işe yarıyor! İlk sezonuyla pek dikkat çekmemiş dizinin yeni sezonunu duyuralım ki popüler işler arasında gözden kaçan hazinelerden mahrum kalmayın. (Dizinin konusu usta oyuncularla bezeli Türk filmi ‘Güle Güle’yi andırıyor.)
İlk sezonda çetemiz zengin bir ailenin evini soyuyor. Kokoş kankalarımızın suça karışmasının bir motivasyonu var elbette: Robin Hood’culuk. Zengin işverenlerinden aldıklarını gelir adaletini sağlamak için kullanıyorlar. Bu kadar zor bir soygunun genç bir erkek tarafından yapılabileceğini düşünen polisin bulduğu tek ipucu, Kinga’nın (Malgorzata Potocka) kameralara yakalanan dövmesi. Üçlümüz bunun üzerine en güvenli yerde, huzurevinde saklanıyor! Tabii ki huzurevindeki huzuru da kaçırıyorlar ve kendilerini yine ‘maharetlerini’ kullanırken buluyorlar.
İkinci sezonda ekibin ‘beyni’ Zuzanna’nın (Magdalena Kuta) yıllardır görüşmediği oğlunun başı belaya giriyor ve çetemiz saklandıkları yerden çıkmak zorunda kalıyor. Suçla ilgili çoğu yapımda olduğu gibi “Bu son iş” diye diye kendilerini yine türlü maceraların göbeğinde buluyorlar.
Biri flörtözlüğüyle, biri spiritüel konulara olan ilgisiyle, biri de liderlik vasfıyla öne çıkan bu üç kadına kanınız hemen ısınacak. Tadeusz Śliwa’nın yönettiği ‘The Green Glove Gang’ sizi yormadan maceralara sürüklerken arkadaşlık bağlarını da irdeleyen eğlenceli bir iş. Her iki sezonu da Netflix’ten izleyebilirsiniz.
Fantastik dünyayı sevenleri asla boş geçmiyoruz ve henüz keşfetmeyenlere bu kez 2018’den bir dizi öneriyoruz: Disney+’ta yayınlanan üç sezonluk dizi ‘Siren’. Sirenler suda yaşayan yarı insan yarı balık fantastik varlıklardır; bir nevi deniz kızlarının kardeş ırkı diyelim ve “İkisi aynı değil!” yorumlarını şimdiden bertaraf edelim.
Dizi ABD’nin Bristol Cove adlı sahil kasabasında geçiyor ve sirenlerin yiyecek bulmak için yüzeye ve karaya yaklaşmak zorunda kalmalarıyla başlıyor. Bu sirenlerden biri yiyecek arayışındayken elbette insanların radarına ve gerçek anlamda ağına takılıyor. Onu avlayan gemiciler şaşkınlıklarını üstlerinden atamadan ordu tepelerine çöküyor ve sireni kaçırıp üstünde deney yapmaya başlıyorlar. Halkta galeyana sebep olacağından ve bulgular devlet sırrı olduğundan tabii ki konunun üstünü kapatıyorlar.
Ana karakterlerimizden Ryn adlı sirenin (Eline Powell) kaçırılan diğer sireni aramak için karaya çıkmasıyla, bu dizinin evreninde de sirenlerin tam insan formuna dönüşebildiğini, bir süre sonra yürümeye ve insan dilinde iletişim kurabilmeye başladıklarını öğreniyoruz. Ryn karadaki ilk gününde kasabanın kurucu ailesinin oğlu ve deniz biyoloğu Ben (Alex Roe) ile onun meslektaşı ve sevgilisi Maddie (Fola Evans-Akingbola) ile tanışıyor. Böylelikle insanlar ve sirenler arasındaki karmaşanın fitili, iki tarafın da atalarının yaşadığı çatışmadan yıllar sonra bir kez daha ateşleniyor.
İnsanlar fantastik yapımların çoğunda (ve gerçek hayatta) olduğu gibi ‘Siren’de de açgözlü ve yıkıcı bir tür. Doğası gereği vahşi olan sirenlerden daha kötüler, zira farklı gerekçelerle pek çok türü dört duvar arasına, parmaklıklar ardına, dizi özelinde akvaryuma kapatıyor, bu türler üzerinde acımasız deneyler yapıyor, onlardan faydalanmaya çalışıyorlar. Benzer yapımlarda olduğu gibi bu dizide de insanlar arasındaki birtakım iyiler, sirenlerin zarar görmesini engellemeye, barışı sağlamaya çalışıyorlar.
Fantastik dünyayla modern dünyanın iç içe geçtiği, insanlar ve başka ırkların çatıştığı, arada bir de gençlerin romantik dertlerinin olduğu yapımları izlemeyi seviyorsanız, hikâyesini bizzat yapımcıları Eric Wald ve Dean White’ın yazdığı ‘Siren’ Disney+’ta sizleri bekliyor.