En baba gün 15 Ağustos
Türk tiyatro ve sinemasının emektar oyuncularından Yalçın Özden "Sanatçı siyaset üstüdür. Sanat farklı, siyaset farklı yerdedir. Bugün Turgut Özal var mı? Yok ama Yalçın Özden olacak" diyor.
Yalçın Özden… Türk tiyatrosu ve sinemasının emektar oyuncularından. Birçoğumuz onu Zeki Yurtbaşı ile ikili oldukları Uğur Böcekleri şovundan tanıyor. Kimi tiyatro sahnesinden kimi de filmlerden. Yalçın Özden 77 yaşında. Anadolu Ajansı Türkiye’nin Çınarları projesi kapsamında onunla uzun bir söyleşi yaptı. 10Haber olarak söyleşiyi yayınlıyoruz.
– Merhaba Yalçın Bey, nasılsınız?
– Merhaba, çok şükür iyiyiz. Şener’in (Şen) dediği gibi; hayatın kabasını attık.
– Sanat kronolojinize baktığımızda 50 yılı devirdiğinizi görüyoruz. Tabii ki bunlar bir rakam ama hiç yaşlanmıyorsunuz, maşallah.
– Teşekkür ederim. İçinde spor var, ondan da olabilir.
– Sosyal medyada spor salonundaki videolarınızı gördük. Zaten geçmişten gelen bir sporcu kimliğiniz var.
– Var tabii. Sporcu olduğum için o alışkanlığımı devam ettirdim. Bir de kendimi seviyorum, Çünkü kendini sevmeyen kimseyi sevmez ki. Önce sana verilenlere şükredip onu sevmen lazım. Ondan sonra da insanları, hayvanları, tüm varlığı sevmek lazım.
– Halter ve kürek sporu yaptığınızı biliyoruz.
– Halter sporu yaptım lisedeyken. Halterin tüm inceliklerini biliyorum. Kendi branşımda, serbest güreşte şampiyon oldum. Bakırköy Kulübünde devam ettim. Sonra Samatya Deniz Kulübünde kürek çektim, iyi bir kürekçi olduğum için. Oraya gittiğimde kaslıydım, alt yapı olduğundan diğer kürekçilerden farklıydım. Orada başarılı bir kürekçi olunca Fenerbahçe’ye transfer oldum. Şimdi Fenerbahçe’nin 50 yılı aşkın yüksek divan kurulu üyesiyim. Çok keyifli bir spor.
– Sanırım Samatya’da büyüdünüz değil mi?
– Samatya’da ortaokul ve liseyi okudum. Çünkü baba öğretmen olunca bir tur atıyor Anadolu’da. Kars’a, oradan Niğde’nin bir ilçesine ve Kırıkkale’ye gelmiş. Sonra Zeytinburnu Fatma Süslügil İlkokulu. Müdür muaviniydi. Yani 5. sınıfta İstanbul’daydım.”
– Mesleki kariyerinizdeki 50 yıl hem içinde ömrünüzü barındırıyor hem de içinde yüzlerce tiyatro oyunu, şov programı, TV programı, filmler ve diziler var. Sanat hayatına adımınızı kaç yaşında attınız? Biraz o dönemlerinizi anlatır mısınız?
– Amatör ve gerçek anlamda lise ikide. İlkokulda monolog yaptım. Beş yaşındayken çıkardılar sahneye, küçük bir şey oynadım. Onları saymıyoruz. Ama lise 2’deki ciddi ciddi bir İngiliz vodviliydi. Orada komik bir uşağı oynamıştım. Ertesi yıl beni gösterip ‘İşte Dominik bu’ diyorlardı. Akşam gazetesinin her yıl geleneksel Liselerarası Tiyatro yarışması vardı. Ertesi yıl oynadığımız oyunla katılmıştık ve biz birinci olduk bütün ekip olarak. Zaten ondan sonra Cağaloğlu’nda Milli Türk Talebe Federasyonu vardı, orada tiyatroya başladık. Şehir Tiyatroları’ndan yönetmenler geliyordu bize. O yönetmenler bizi eğitti orada. Değişik oyunlar ve çocuk oyunları sahneye koyduk. Sonlara doğru ben yazmaya başladım. ‘Ben de yapacağım bu işi, bireysel, kendim yapacağım.’ dedim. Güldüler, yaptım. ‘Aferin’ dediler. Sonra da profesyonel tiyatrolara geçtim tabii.
– Alaylısınız o zaman?
– Alaylıyım ama lütfen alay etmeyin.
– Estağfurullah, alay etmem. Peki alaylı olmanın bir davranışsal tarzı, ritüeli var mıdır?
– Şöyle diyelim: Bir Pavarotti var, bir İbrahim Tatlıses var. Mesela İbrahim Tatlıses için diyorlar ki, ‘İyi ki okumamış.’ Çünkü bazı insanlara o yüklenmiştir. Onun doğasında vardır. Ben de öyleydim. Tiyatro aşkımdı, daha çocuk yaşta. Çünkü beni akademisyen yapsalardı birçok değerimi kaybedebilirdim. Çünkü daha ilk sahneye çıktığımda profesyonel oyuncular ‘Ya sen sahneyi dolduruyorsun. Daha önce nerelerde oynadın?’ dedi. Ben onu bile anlamadım. ‘Doldurmak’ nedir? Yani ‘sahnede bayağı bir aksiyonun, oyunculuğun var, dolduruyorsun, bu anlamda başarılısın’ demekti bu. Onu bile anlamamıştım. Ama içte var ya. Bir de usta-çırak ilişkimiz var. Bizde o çok önemli.
– Ustanız ya da ustalarınız kim?
– Ustalarım İhsan Yüce, Lale Oraloğlu, Münir Özkul ve Zeki Yurtbaşı. Zeki Yurtbaşı benim ortağım. Çok tiyatro yaptı. Benden çok yaptı ve tiyatronun her şeyini bilirdi. Biz ikili olduk ya, benim hatalarımı da düzeltirdi.
– 50 yılın içindeki 21 yılı şov dünyasında fiili ortağınız Zeki Yurtbaşı ile geçirmeniz inanılmaz önemli bence.
– Tabii, çok önemli. Kavgalarımız oldu, her şeyimiz oldu ama hiç ayrılmadık.
– Aslında evlilik gibi ve evlilikler bile bazen o kadar sürmüyor, size gerçekten bravo.
– Tabii, tabii. Evlilikler bile o kadar sürmüyor değil mi? Yani, 21 yıl. Şu anda ikili olarak Türkiye’nin en uzun süren ikilisiyiz. Yani şov dünyası diyorum. Metin (Akpınar) – Zeki (Alasya) ne kadar sürdü? Bilmiyorum ama biz tiyatromuz takla attığı için bu işe soyunduk ve tuttu. Yani biz o gün ‘Para kazanalım da sonra tiyatroya döneriz’ dedik ama bizi döndürmediler. Çünkü ünlü olduk, çok tuttuk. Televizyona transfer olunca artık devamı geldi.
– Peki adınız ‘Sivrisinekler’ iken ‘Uğur Böcekleri’ne nasıl döndünüz?
– Sivrisinekler, hani vızıldar, insanları ısırır, uyarır ya, o anlamdaydı. Biz mizah yapıyoruz ya, ‘Biz sizi ısırırız ama uyarırız’ anlamındaydı. Fakat gazino dünyasında ünlü olunca dediler ki ‘Sivrisinek mide bulandırır. İnsanlar orada yemek yiyor.’ Peki, ne yapalım? dedik. ‘Ya bu millet böcekten anlar’ dediler. Ateş Böcekleri, Balarıları filan. O yüzden biz de ‘Uğur Böcekleri’ni bulduk. Bu sefer de Uğur Böcekleri tutar mı, diye korkarak çıktık sahneye, ‘Ateş Böcekleri’nden çaldılar’ falan derler diye. Fakat bir çıktık, insanlar çok iyi karşıladı. Her hafta da televizyondasın, gündemdesin, seviliyorsun. Tuttu.
– TV şovlarınızın yanı sıra o dönem ünlü mizah yazarı, karikatürist Suavi Sualp’in senaryosunu yazdığı ‘Figüran Osman’ (Eşek Şakası ve Akıllı Deliler) filmleri ekrana sizinle taşındı değil mi?
– Evet, ekrana taşındı. O ara Şener Şen ve Kemal Sunal yoktu. Fakat sinemamız bunalımdaydı. Dekolte filmler yapılıyordu. Hatta diğerleri dört bin lira alırken bana 40 bin lira verdiler, oynamadım. Ama özeleştiri yapayım. Biz tutmuş bir ikiliyiz, para da kazanıyoruz. Belki ihtiyacımız olsa, mecbur olsaydık oynardık. Oynayanları onun için eleştirmiyorum.
– Peki bu Figüran Osman ile absürt bir komedi sundunuz seyirciye. Bekleneni mi verdiniz orada?
– Evet ya çok acayip tuttu.
– Tutmasının nedeni neydi?
– Ben röportajları izlerdim TRT’de. Röportajları izlerken Anadolu’dan bir çocuk konuşuyor işte ezilmiş falan. Ben de doğal bir karakter bulayım ve ezilmiş bir karakter olsun. Çünkü halk daha sıcak buluyor öyle tipleri dedim. Bu arada müzisyenler kahvesinde de bir figüran Osman vardı, o da şiveliydi ama Kadir İnanır gibi boylu poslu, yakışıklıydı. Ama ben onu karikatürize ettim. Hafif çenemi çıkararak, ‘Vallahi Kadir İnanır’dan ne farkım var? Cüneyt abi filmde değil gerçekten dövüyor adamı ya. Gözümü morarttı’ diyorum. İnsanlar bayıldı. Sokakta yürüyemedim yani. Ondan sonra Figüran Osman üzerinden önce ben yürüdüm biraz, sonra ‘Biz ikiliyiz.’ dedim, Zeki de katıldı. Çok daha renkli oldu tabii. Skeç halini aldı. Skeçleri genelde ben yazdım çünkü her hafta bir yazar sektörü yoktu. Her hafta bize iki skeç yazsın falan. Sadece rahmetli Ahmet Üstel radyo skeçlerimizi yazmıştır. Nur içinde yatsın.
– Mimikleriniz çok kuvvetli. Çok iyi taklit yeteneğiniz de var.
– Esas Zeki’nin daha iyiydi. Ben taklitten taklit alıyordum. O gerçekten taklit alıyordu. O daha büyük başarı. Ama şovmen olduysanız taklit yapacaksınız. Çünkü insanlar orada yiyor, içiyor, onları sizin çekmeniz lazım. Popüler tipleri taklit ederek skeç oynarsan daha çok çekiyorsun sahneye.”
– Çok. Mimikler doğal olarak çıkıyor. Hatta hocam rahmetli Lale Oraloğlu bir gün kuliste, ‘Yalçın, sen evde çalışıyor musun bu kadar mimik?’ dedi. ‘Hocam ne diyorsunuz? Günde iki saat mimik çalışıyorum’ dedim. Yalan söyledim. Mimik falan çalışmıyorum. Oynarken kendi çıkıyor. Yani ‘Hadi ya!’ diyorsun, o mimik yüzünde oluşuyor. Ama o yüzün ona uygun olması lazım. Sempati denen bir şey var. Şu üç ölçü, bu burun, bu alın eşit olmayacak, çene biraz uzun olacak. Onu bozduğun zaman sempatik oluyorsun.
– Efendim siz bu tanıma göre altın orana sahip değilsiniz.
– Değilim ben. İyi ki değilim. Parla Şenol ile oynuyoruz. Biliyorsunuz o da üstaddır. Birlikte orta oyunu oynuyoruz. Ben orta oyununda, Komik-i Şehir’de, Kavuklu’da çok iyiyimdir. Yüzüme siyah yapıyorum makyaj çizgilere. Parla ‘Yalçın hocam ne yapıyorsun? Senin zaten yüzün çok komik. Boyama’ dedi. Hatta finalde selamda ‘gerçek Komik-i Şehir mimikleriyle ‘üstad’ diyerek beni onore etmişti.”
– Galiba bu mimiklerinizin rengarenk oluşu sizi sahnede komediye itti?
– Daha fazla itti. Bir de içimden gelmiyor dram oynamak. Çocuk oyunlarında oynarken amatörken, ‘Nalınlar’ı oynayacağız. Başladık prova yapmaya. ‘Kusura bakmayın, Ben oynamayacağım, konsantre olamıyorum’ dedim. Olamıyorum yani. Ama ‘Seksenler’de dram oynadım kızımı everirken. Ama profesyoneliz, oynarız artık. Ne olursa oynarım artık.
– Sizi hep izlediğimiz komedinin ardından yakın dönemde ‘Seksenler‘de izledik. Yıllar önce ‘Tatlı Kaçıklar’, ‘Türk Malı’, ‘Arka Sokaklar’ gibi bir seri halinde oynadığınız diziler oldu. Seksenler‘in ardından yeni bir proje olmadı sanırım?
– Evet şu anda dizi anlamında yok. Çünkü ben hiçbir yere gitmiyorum. Kendimi hatırlatmıyorum. Seksenler‘de de Birol Güven’le karşılaştık bir yerde tesadüfen. Tatile gitmiştik. O da gelmişti eşiyle, çocuğuyla. Orada, ‘Kafamda bir ampul yandı. Seni Doksanlar‘da oynatacağım’ dedi. Aramadı. Ben de sitem ettim ‘Ya bu hep böyle’ dedim. Sonra ‘Seksenler’ için aradı. Yani rastlamanız, kapıyı açmanız, bir ‘Merhaba’ deyip kendinizi hatırlatmanız lazım. İnsanlar yoğun. ‘Türk Malı’na da, bir programa çıkmıştım, orada görmüşler, ‘Atletik, tam emekli Albay tipi’ demişler. Beni aldılar ama orada biz bir türlü başrol oyuncusuyla uyuşamadık.
– Anlıyorum. Aslında çok değişik skalada roller üstlenebilirsiniz gibi geliyor bana.
– Benim canım sıkılmayacak. Ben pozitif adamım. Benim setim güzel olacak. İnsanlar birbirine saygılı, sevgili olacak. ‘Türk Malı’nda kaos vardı. İsim vermeyeceğim, özel odadan çıkıyor böyle, selam yok. Ya karımı oynuyorsun, böyle bir şey yok. Sen daha yokken Yalçın Özden vardı. Onun için beni itti o. Hele hele başrol oyuncusunun da böyle gel-gitleri olunca ‘Ben oynayamayacağım’ dedim.
– Siz üretmekten hiç vazgeçmiyorsunuz. Neredeyse her yıl bir tiyatro oyunu yazıyor ve sahneliyorsunuz sanırım?
– Asla. Her yıl bir yetişkin oyunu yazarım. İki- üç yılda bir de çocuk oyunu yazarım.
– Yazıp-yönettiğiniz ve oynadığınız bu oyunları belediyeler aracılığıyla turnelerle izleyiciye sunuyorsunuz değil mi?
– Belediyeler, turneler, kurumlar, bazen dernekler de oluyor. Ama o eski hızımız yok. Yani bir giderdik, 30 gün oynar gelirdik. Tiyatroyu 1998’de açtım. 26 yıl olmuş. Ama hiç durmadan her sene oyun yazdım. Her sene oynadık.
– Yalçın Özden Tiyatrosu’na dönüşmek, Allah rahmet eylesin, Zeki Bey’in vefatından sonra bir bocalama döneminiz oldu mu?
– Eşinden ayrılıp İzmirli bir hanımla evlenince İzmir’e gitmek zorunda kaldı. O arada televizyonlar kurulmaya başladı. Star, TGRT, HBB ve daha birçok kanal çıkmıştı. Televizyonlar çoğalınca da gazino dünyasında bir sönme başladı. Yani alaka azaldı. İnsanlar televizyonu evinde izliyor. Birkaç televizyon kanalı olup biraz uzaklaşınca, Zeki de ‘İş, güç çok yok artık. Gideyim’ dedi. Gitmeseydi birlikte tiyatro yapardık ve çok da iyi olurdu. Ama eşi herhalde bastırınca o İzmir’e gitti. O zaman ben tek kaldım. Hemen özel televizyonlardan şov işleri gelmeye başladı.
– O zaman vefatı dolayısıyla değil daha önce ayrıldınız öyle mi?
– Yok, biz öncesinde dostça ayrıldık. Hatta bir ara da Kanal 6’da eğlence programı sunuyorduk. ‘Zeki de gelsin, iyi olur’ dedim. Çağırınca o da geldi. Ama Kanal 6, Zeki’nin şansına battı. Batınca da paramızı alamadık. İçeride de paramız kaldı. ‘Zeki gelme artık, paramızı da alamıyoruz’ dedim. Yine birleşemedik.
– Oyunlarınızda da şöhretin insana neler yaşattığını, ortağınız Zeki Bey ile ne badireler atlattığınızı, nasıl bir ömür geçirdiğinizi ve anılarınızı anlatıyorsunuz. Bugünün izleyicisi geçmişi ve anıları dinlemekten hoşlanıyor mu?
– Gençlerden bazen çıkıyor, işte ‘Oyunun konusu Seksenler.’ diyen oluyor. Benim sahne olayım da 1980-1990 çünkü. Belli yaştakiler, mesela 40 ve üstü çok mutlu oluyor. Tabii bir de benim hep güldürmem lazım. Çünkü onu misyon edindim. Tamam, mesaj da veriyorsun ama böyle siyasi mesaj pek vermiyorum. Niye? Sanatçı siyaset üstüdür. Üstü derken onun üstünde anlamını almasınlar. Sanat farklı, siyaset farklı yerdedir. Bugün Turgut Özal var mı? Yok ama Yalçın Özden olacak. Oyunlarıyla da gelecek kuşaklar yaşatacak.
– Ekşi Elma’da bir aldatma konusu var. Aldattı mı aldatmadı mı, havada kalıyor finalde. Tam da böyle aldattı yapmıyoruz. Ama suçlu durumunda kalınca koca, bayağı bir sıkıştırılıyor. İkinci perdede ben kıyafet değiştiriyorum. Karısının eski okul flörtü gibi, Beatles, altmışlardan çıkmış gibi geliyorum. Orada bir çekişme oluyor. Adamı bayağı bir dellendiriyoruz. Ama sonunda tatlı sona bağlanıyor.
– Vodvil tarzı yani?
– Yerli Vodvil. Yani tamam, insanlar müstehcene çok güler. Konuşurken insanlar müstehcen de konuşur ama ben genele oynamayı seviyorum. Müstehcen yok, olmaz. Dekolte yok.
– Ramazan ayını geçirdiğimiz bu günlerde de aklıma geldi. Bir röportajınızda ramazandan, orta oyunu, meddah, eski filmlerden, kavuklu gösterilerinden bahsederken ‘Rahmetli Münir Özkul’dan İbiş karakterini devraldım’ demişsiniz, doğru mu?
– Evet, devraldım şöyle, ‘Al senin olsun’ demedi tabii. Çok izledim. 20-30 kez ‘Kanlı Nigar’ı izledim. Münir ağabeyle bizim filmde oynadık, lütfetti, şeref verdi rahmetli. Münir ağabeyi çok oyunda izledim. ‘Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’, ‘Kanlı Nigar’. Muhteşem bir oyuncuydu. Ama sonrasında tabii yaşlandı. O dönemi başka. Ama onun Münir olduğu zaman, örnek alınacak bir virtüözdü, stardı. Ben de ondan öyle güzel almışım ki Kavuklu’yu. Yani bayağı oldu. Bir kabarenin içinde bir bölüm orta oyunu oynuyoruz. Ünlü bir yazar, adı aklıma gelmiyor, öldü, ‘İşte gerçek kavuklu bu’ dedi. Sonra ‘Sensin’ diyerek yanıma geldi. O anlamda onu örnek almak çok önemli. Bir de orta oyunu doğaçlama olduğu için doğaçlamayı seviyorum. Çok güzel oldu.
– Ramazan’da eski hız kalmadı. Şimdi genelde orta oyunu falan yapmıyorlar. Ama Küçükçekmece’de, Çekmeköy’de oynayacağım. Bir de Bor’a gideceğim. Bor Belediye Başkanı böyle şeylere çok açık. Orada ‘Zoraki Damat’ı oynadık. Şimdi gidip orta oyunu oynayacağız. Bir de ben meddah yapacağım malum tek başıma. Onu da Erol Günaydın’dan aldım. Allah rahmet eylesin, muhteşem adamdı. Onu AVM’lere götürüyordum. ‘Yalçın beni götürme, yoruluyorum, istemiyorum’ dedi. O sezon ‘Bir kere gel bari’ dedim. Geldi, oynadık meddah. ‘Başka yok mu?’ dedi. Hoşuna gitti ilgi. ‘Var hocam’ dedim, gezdirdim onu. Gerçek komedyenler onlar.
– ‘Üç Maymun Kabare’de oynuyoruz. Ercan Yazgan rahmetli, hep rahmetli olmuş andıklarımız vallahi, iyi bir oyuncuydu. Altan Erbulak Kocamustafapaşa’daki Çevre Tiyatrosu’nu açtı. Yani bazen maddi duygusallıklar oluyor. Ben de orada tiplemeleri oynuyorum. Bana dediler ki ‘Yalçın üç gün tiyatromuzu kapatıyoruz. Sen Ercan’ın rolünü oynuyorsun. Ercan’la ortağım Zeki de orada, ikisi başrol. ‘İki Kıza Bir Cızbız’ oyununu oynadık. Müjde Ar var, bir sürü baba oyuncular, Özcan Özgür var. Neyse, ‘Lütfen kapatmayın, bu akşam ezberlerim zaten oyunun içindeyim. Yarın oynarız’ dedim. Ondan sonra beyni acayip yormuşum. Ertesi gün başladık. O bana sorular soruyor, ben cevap veriyorum. Ben ona sorular soruyorum hızlı hızlı gidiyor. Bir an şöyle bir kaldım. Trak geldi, ona trak derler tiyatroda. Hiçbir şey düşünemiyorsun, yani kötü hissetmeyi bile düşünemiyorsun. Sadece bekliyorsun, sonra kendine geliyorsun. Belki o üç saniye sürüyor ama bana 10 dakika gibi geldi. Onu hiç unutamam mesela. Bunun gibi çok şey var. Bir şey anlatayım mı?
– Tabii lütfen anlatın.
– Fahrettin Aslan’ın gazinosunda çalışıyoruz. İş kötü o akşam. En önde uzun bir masa var. Belli bir işte çalışanlar, beyaz yakalılar gelmiş. Arkada da müşteriler var. Onlar can kulağıyla dinliyor. ‘One Man Şov’ yapıyorum. Zeki İzmir’e gitmiş. Ben konuşunca bangır bangır hoparlörden sesler çıkıyor. Onlar bir sohbete giriyor ama burnumun dibindeler, rahatsız oluyorum. Bunlar sohbete giriyor ya, ben bir sustum mu hepsi birden susuveriyor. Çünkü belli olacak ya! Bu sefer böyle yaptım. Konuşmaya başlayınca onlar yine konuşmaya başladı. ‘Bakın, görüyorsunuz değil mi? Ön taraf ne biçim konuşuyor değil mi? Onlar hiç dinlemiyor zaten. Ben şimdi susacağım, onlar da nasıl susacaklar’ dedim. Arka taraf gülmekten yıkıldı, şovu öyle yaptım, bitirdim. Ama arka taraf mutlu oldu ön taraf da yemeğini yedi.
– Evet, bir şovmen için zor bir durum. Peki yine bir şovmen olarak beğendiniz kimler var?
– Başta tabii ki Cem Yılmaz. Çok zeki. Zaten kalemden, mizahtan gelmiş. Aynı zamanda semttaşız, Samatyalıdır. Sadece birinden fotoğraf almış, o da benim. Aynı semtteniz ya, hayranmış bana, vermişim. Hemen arkasından Ata Demirer. Çünkü Ata Demirer de müzisyen kökenli olduğu için, müziği de katıyor. Ama Cem’in de kulağı çok iyi. Mesela ‘Av Mevsimi’nde ne güzel söyledi değil mi? ‘Haydi gidelum, haydi’ şarkısını. Seviyorum, evladımız gibi. Ata’yı da onu da çok severim. Saygılı çocuklar.
– Üretilen dizi ve sinema projelerimizin dünyada televizyonda, dijital platformlarda ve beyazperdede gösterilmeye başlandığı ve başarı kazandığı günümüzde, siz sanatın görsel dünyada teknolojiyle buluşarak hızla başarı kazandığını düşünüyor musunuz?
– Evet, doğru. Ben asla aynı kafada düşünemiyorum. Çünkü değişmeyen bir şey varsa o da değişim. Değişimin içinde yine o klasını, oyunculuğunu sunabiliyorsan o değişim, teknoloji bize yardımcı olmuş oluyor. O anlamda çok güzel. Mesela eskiden altı demir stüdyo kameraları vardı. Şuraya koyardı. Aktif çekim yapanlar, biliyorsunuz kameramanların omuzu acırdı, sinemada da öyle. Yani şimdi her şey teknoloji. İşi kolaylaştırdı ama aktörler için bu bence değişmiyor. Aktörler onların rahatlığını hissediyor, kendilerini görebiliyorlar, çok kamerayla oynayabiliyor ama aktör yine hayattan bir şey oynuyor. Mesela şu anda ben oyunlarımda güncel konuları işliyorum. Mesela geçenlerde bir borsa televizyonuna konuktum. Oraya gelen bir iş adamı, ‘Siz kendinizi hep güncel tuttunuz, kutluyorum sizi’ dedi bana. Ama oyunlarımda da öyleyim yani. Tamam orta oyunu bizim geleneksel oyunumuz ama onun içine günceli katabiliyoruz. Ama tiyatronun işlevi zaten öngörülür şeyleri, hayatı anlatmaktır.”
– Aktör aktördür. Ama hayatı oynadığı için o da değişimi alacak ve o değişimden sunacak. Şimdi bugünkü dizilere baktığınız zaman, ya hep içinde şiddet var, ya dünyada şiddet var. Romantizm hiç ölmez. Romantizm var, komedi zaten var. Böyle de gidiyor işte. Ana temalar değişmiyor yani.
– Söyleşiye başlamadan önce sohbet ederken aile boyu oynadığınızdan konuşmuştuk. Kızınız var sanırım kadroda, başka kimler var?
– Evet, bu kez daha çok oldu. Kardeşim, kızım, yeğenim ve ben olmak üzere dört kişi aileden. İki de dışarıdan oyuncularım var. Altı kişiyiz. Oyunda altı kişi yetiyor.
– Uygurlar ile başa baş gidiyorsunuz aile boyu sahnede olarak?
– Şu anda evet. Tabii hiçbir zaman üstadın yerini alamam. Nejat Uygur, nur içinde yatsın, ama ondan çok feyz aldım. Bizi de çok severdi, hatta bize done de verirdi rahmetli. Ama şu anda sanki onların bir örneği gibiyiz. Yani Nejat Uygur Tiyatrosu örneği gibiyiz.
– Peki efendim gerçekleştirmeyi istediğiniz bir hayaliniz var mı?
– Sanatsal anlamda mı?
– Sanatsal ya da hayatla ilgili.
– Aslında sanatsal anlamda güzel bir hikaye yazmaya başladım. ‘Ben Arıza Severim’ diye bir film düşünüyorum. Onun sinopsisini hazırladım. Şimdi tretmanlarını yazacağım. Yazdıktan sonra da hayata geçirmek istiyorum. Profesyonel bir senaristle çalışarak eğer hayata geçerse, çalışacağımız firmayla ben de masaya oturup birlikte o işi yapmak istiyorum.
– Komedi ya da durum komedisi olacak galiba değil mi?
– Tabii, komedi, durum komedisi. Çünkü insanlar iyice arıza oldu. Söylemek zorundayım.”
– Gençlere şunu tavsiye ediyorum. Dijitalden başka bir de bayağı bir kitap okusunlar. Yani bizim bildiğimiz sayfaları olan kitap okusunlar. Onlardan alacakları çok şey var. Hem bellekleri, hayal dünyaları hep çalışacak. Beynin üstündeki o sıvı daha çok çoğalacak ve erken yaşlanmayacaklar. Beyin erken yaşlanmayacak, bunamayacaklar. Öbür türlü o sanalda çabuk bunayacaklar maalesef. Onun için en büyük tavsiyem kitap ve sanat.