Bilim kurgu-westernden ‘Şeytan’a uzanıyoruz
‘Pera Palas’ta Gece Yarısı’ ve ‘Outer Range’ bizi zamanda yolculuğa çıkarmak üzere ikinci sezonlarıyla döndü. ‘Only Murders in the Building’in yeni sezonunda yine eğlence ve cinayet bir arada. Distopik ‘Uglies’teyse güzellik endüstrisine eleştiri var
Yeni sezon tanıtımımızda müjdelediğimiz gibi ‘Pera Palas’ta Gece Yarısı’ dizisinin ikinci sezonu geldi! Netflix’in yerli yapımlarından olan dizi fantastik/bilimkurgu ile dönem işini harmanlamasıyla, bunu yaparken de işgal altındaki Osmanlı’yı konu almasıyla en orijinal işlerimizden biri olmuştu. Dekorları, kostümleri, en çok da farklı bir iş ortaya çıkarma çabasıyla dizi epey beğeni toplamıştı. İkinci sezona başlamadan önce bunları hatırlamakta yarar var, zira dizi mantık hatalarından eleştiri yemişti. (Malum, zamanda yolculuk teması büyük yabancı yapımları bile sıkıntıya sokabiliyor.) Oyuncularıyla da çok ses getirmiş dizinin başrollerini yine Hazal Kaya, Tansu Biçer ve Selahattin Paşalı paylaşıyor; diziye yeni sezonda Tülin Özen ve Nezaket Erden de ekleniyor.
İlk sezonu kabaca hatırlayalım: Günümüzden açılan macera, Hazal Kaya’nın canlandırdığı Esra’nın tarihî otel Pera Palas’la ilgili yazı yazmakla görevlendirilmesiyle başlamıştı. Otele adımını atar atmaz büyülenen Esra’yı otelin müdürü Ahmet Bey (yani espri konusu haline gelmiş ‘Ahmet Abiii’) karşılamıştı. Ahmet otelle ilgili bilgiler verirken Esra’yı yedirip içirmiş, hava bozduğu için de otelde kalabileceğini söylemişti. Gece başucundaki komodinde bulduğu anahtarı Ahmet’in jesti sanan Esra bu anahtarla Agatha Christie’nin kaldığı meşhur odaya girmişti.
Aslında zamanda yolculuk için bir geçit görevi gören bu oda, gece yarısı olduğunda Esra’yı 1919’a götürmüştü. Karşısında Agatha Christie’yi ve Mustafa Kemal’i gören Esra, haliyle başlarda tüm bunların bir rüya olduğunu sanmıştı ve o andan itibaren gerçek dünyamızda sosyal medyanın diline düşmüştü: İlk iş koşa koşa İngiliz askerlerinin masasına oturan Esra, Mustafa Kemal’in onları nasıl defedeceğini anlatarak iki dakikada koca devlet sırrını ifşa etmişti.
Esra rüya görmediğini, zamanda yolculuk yaptığını anladığındaysa iş işten geçmiş, Esra’dan öğrendikleri sayesinde İngilizler Mustafa Kemal’e düzenleyecekleri suikastı öne çekmişti. Bir terslik olduğunu anlayıp günümüzden 1919’a gelen Ahmet’le iş birliği yapan Esra her şeyi düzeltmeye, tarihin olduğu gibi kalmasını sağlamaya ant içmişti. Daha sonra otelde Esra’ya çok benzeyen Peride adlı bir kadının cesedini bulmuşlardı. Peride’nin ölümü Mustafa Kemal’i iyice tehlikeye atmış, böylece Esra planını devreye sokmak için kendisine çok benzeyen Peride’nin yerini almıştı. Peride’nin ailesiyle yaşamaya başlayan Esra evdeki baba baskısına boyun eğmeyince kovulmuş, hem kalacak yeri olsun diye hem düşmana daha da yaklaşabilmek için Hâlit’in (Selahattin Paşalı), yani Paşa’ya suikast düzenleyecek İngiliz yanlısı karakterin eğlence mekânında şarkıcılık yapmaya başlamıştı.
İlerleyen bölümlerde Mustafa Kemal için çalıştığını öğrendiğimiz çifte ajan Hâlit’in aslında otel görevlisi Ahmet’in babası olduğunu öğrenmiştik. Aralarda gerçekleşen birkaç zamanda yolculuk daha neticesinde Hâlit, birlikte Ahmet’i dünyaya getirecekleri kadın yerine Peride/Esra’ya âşık olunca tıpkı gelecekteki Türkiye gibi Ahmet’in de varlığı tehlikeye girmişti.
Sezonun sonunda İngilizler Bandırma Vapuru’na bomba yerleştirmiş, ama ekibimizin müdahalesi sayesinde planları (daha doğrusu bombaları) suya düşmüştü. Özetle finalde hem Mustafa Kemal hem silah arkadaşları, dolayısıyla Türkiye kurtulmuştu. Tabii Ahmet Abi de! Her şey hallolduğu için günümüze dönmeye karar veren Esra ve Ahmet yanlışlıkla 1995’e gidince Esra kendi bebekliğiyle karşılaşmış ve böylelikle ikinci sezonda işlenecek konuya yol yapılmıştı. Yeni sezonda da bol bol zamanda yolculuk gördüğümüz dizi bu kez ebeveynlerini tanımadan büyümüş Esra’nın annesini aramasına odaklanıyor. ‘Pera Palas’ta Gece Yarısı’nın ikinci sezonu şimdi Netflix’te.
Distopya çılgınlarına müjde! Scott Westerfeld’in 2005 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan, gençlerin 16 yaşına geldiğinde zorunlu bir estetik ameliyat geçirdiği ve toplumdaki güzellik standartlarına uygun hale getirildiği bir dünyayı konu alan ‘Uglies’, sezon tanıtımımızda duyurduğumuz gibi Netflix’e geldi.
Ana karakterimiz Tally Youngblood (Joey King), bu ameliyatı yaptırmak için 16 yaşını iple çeken bir gençtir, ta ki ameliyatların arkasındaki karanlığı öğrenene dek. Tally, gözlerini bu gerçeklere açan arkadaşı sayesinde ameliyat yaptırmanın zorunlu olmadığı ve içinde yaşadığı toplumun dayattığı normlardan uzak bir komüne katılır. Yasa dışı bir yaşam süren topluluk, meşru olduğu kadar acımasız olan sisteme karşı çetin bir savaş verecektir.
Neyi ‘güzel’ addettiği (yani içeriği) değişse de bir norm yaratma güdüsünden vazgeçemeyen toplumumuzu eleştiren film yalnızca estetik çılgınlığını değil, toplumsal baskı ve irademizin nasıl oluştu(ruldu)ğu gibi temaları da işliyor: Neyi niçin istiyoruz?
Sosyal medyanın da etkisiyle görüntünün her şey demek olduğu çağımızda film başka bir soru daha soruyor: Bizi değerli kılan ne? Odağımızı dış görüntüden iç dünyamıza kaydırmamız gerektiği konusunda gençlere yol gösterici olabilecek film, mesajlarını net bir şekilde vermesiyle, doğrudan eleştirelliğiyle ‘Platform’u andırıyor. Özetle ‘Uglies’ yalnızca distopya sevenleri değil, (distopya türüne içkin olarak) toplumsal eleştiri içeren yapımları sevenlere de hitap ediyor.
Son olarak, her şeye rağmen film umut veren eğlenceli sahnelere de tanıklık ediyor. Filmde herkesin kasılmaktan bir hal olduğu sistemin aksine gizli grubumuz (yani sözde-çirkinlerimiz) eğleniyor, şakalaşıyor, filtreden geçirmeksizin hayatı yakalıyor. Diğerlerinin şaşaalı ama yapay yaşam alanlarının aksine bizimkiler ormanda yaşıyor; bu anlamda bir teknoloji ve modernizm eleştirisi de seziyoruz. (Net karşıtlıklar yaratmak demode bir yöntem olsa da mesajın iletilmesini kolaylaştırdığı kesin.) Hafta sonumuza iddialı mesajlarıyla düşen ‘Uglies’i Netflix’ten izleyebilirsiniz.
Yine bir zamanda yolculuk dizisiyle geldik; fakat Prime’da ikinci sezonu yayınlanan ‘Outer Range’ bir başka! ‘Western tarzı, suç temalı bilimkurgu’ kulağa nasıl geliyor? Dizinin türünü tanımlamak biraz zor, ama gördüğünüz gibi ilgi çekici. Türler arası bir yapım olmasının yanında konusu ve karakter derinliğiyle de dikkat çeken ‘Outer Range’ sizi bölüm bölüm, tıpkı odak noktasındaki ‘boşluk’ gibi içine çekiyor. Baştan uyaralım; ağır temposu, gizemli atmosferi ve varoluşsal sorgulamalarıyla dizi biraz depresif kaçabilir, ancak battaniyeli kış aylarına saklamalık dizi istiyorsanız şimdiden listeye ekleyin.
ABD’nin Wyoming eyaletinde yaşayan çiftçi aile Abbott’lar, gelinlerinin ortadan kaybolmasıyla günlerini sessiz ve mutsuz geçirmeye başlar. Ailenin dedesi Royal (Josh Brolin) önce gelininin, ardından birkaç hayvanının kaybolmasıyla başlayan tatsız atmosferin başka tuhaflıklara da gebe olduğunu hisseder. Haksız da sayılmaz: Önce araziye kamp yapmak için aniden bir hippi kadın gelir. Akabinde Royal komşularının, arazilerinde gözü olduğunu öğrenir. Son olarak Royal uçsuz bucaksız arazinin ortasında devasa bir delik, daha doğrusu boşluk keşfeder. Dizi bilimkurgu türünde olduğu için kapımız bu tuhaflıkların (daha doğrusu her şeyin) birbiriyle nasıl ilişkili olduğuna ve bir boyut olarak zamana çıkar.
Bu devasa boşluk kara sislerle kaplıdır, dibi görünmez. Royal boşluğun kenarlarındaki toprağa dokununca hem geçmişten hem gelecekten anlar görür. (Royal’ın boşluktan kimseye söz etmemesi, konuyu sorup soruşturmaması gibi detayları kenara bırakırsanız rahat edersiniz.) Bu boşluk hemen akşamına Royal’ın çok işine yarar: Büyük oğlu, yani eşi aylardır kayıp olan Perry (Tom Pelphrey) bozuk psikolojisinin de etkisiyle bir kavgaya karışır ve topraklarında gözü olan komşularının oğlunu öldürür.
Royal oğlunu korumak için cesedi götürüp boşluğa atarken arazisinde kamp yapan hippi Autumn’un (Imogen Poots) onu gördüğünü fark eder. Autumn kendisinin de anlam veremediği bir dürtüyle Royal’ı o anda boşluğa iter. Ertesi gün sapasağlam geri dönen Royal’la birlikte öğreniriz ki bu boşluk farklı zamanlara açılan bir boyutmuş ve Royal, iki sene sonrasına gidip oradaki bir başka boşluk aracılığıyla yeniden günümüze dönmüş. Bölümler ilerledikçe Royal ve Autumn boşluğun nimetleriyle ne yapacakları konusunda anlaşamaz ve Autumn’un Royal’a karşı düşman aileyle iş birliği yapması işleri daha da karıştırır.
Bu sırada kasabada Perry’nin işlediği cinayet, düşman Tillerson ailesinin baskısıyla hız kesmeden araştırılmaya devam eder. Oğullarından birini kaybetmenin acısı bu aile içindeki sorunları da tetikler ve Tillerson’ları da tanımaya başlarız. Boşluğu uzun uzun anlatsak da ilk sezonda görece daha az yer kaplıyor ve odağımız söz konusu cinayet üzerinden işlenen aile dramasına ve insan psikolojisine kayıyor. Hıristiyanlık üzerinden hâkim bir din teması da olan dizide inanç ve inançsızlık, Tanrı’nın kendini gösterme şekilleri gibi konular da sorgulanıyor.
İlk sezonu kayıp gelin Rebecca’nın ortaya çıkışıyla, bu süreyi boşlukta (yani başka bir zamanda) geçirip geçirmediği sorusuyla, Royal’ın zamanda daha önce de yolculuk yaptığı sırrıyla ve boşluğu öğrenen birden çok kişiyle bırakmıştık. Autumn ve Royal arasındaki husumet ölümcül bir boyuta geçse de aralarında hiç beklenmedik bir bağ keşfetmiştik. İkinci sezondaysa olaylar iyice sarpa sarıyor, bilimkurgu tonu ve zamanda yolculuk teması artıyor. Autumn ilk sezonda da belli ettiği üzere kült benzeri bir oluşum kuruyor, Abbott’ların çiftliği kaybetme tehlikesi sürüyor.
Dizi, oyunculuklarının yanı sıra karakter gelişimi konusunda da başarılı. Royal ve eşi Cecilia’nın (Lili Taylor) inanç ve inançsızlık konusundaki dönüşümlerini izliyoruz. Hayatını ailesinin gölgesinde geçirmiş Rhett ve Billy’nin (Lewis Pullman, Noah Reid) konfor alanlarından çıkış sancılarına tanıklık ediyoruz. Mekân kullanımıyla ve çekimlerle de dikkat çeken dizide sıklıkla gördüğümüz geniş ve boş arazi, hiçliğin ortasındaki tedirginliği ve gizemli atmosferi iliklerinize kadar hissettiriyor. Sıra dışı bir western ile psikolojik ögelerle bezeli bilimkurgunun buluştuğu ‘Outer Range’ ikinci (aynı zamanda final) sezonuyla Prime’da.
Merak ettirirken güldüren, güldürürken düşündüren suç/gizem dizisi ‘Only Murders in the Building’in dördüncü sezonu çıktı ve bölümler Disney+’ta peyderpey yayınlanıyor. Diziyi henüz hiç izlememiş olanlarınız varsa bunu avantaja çevirebilir, dördüncü sezonun tamamı yayınlanana kadar ilk üç sezonu bitirebilirsiniz.
Farklı kişiliklere sahip üç ana karakterimizin tek ortak noktası vardır: Cinayetlere ve gerçek suç hikâyelerine olan tutkuları! Birbiriyle komşuluk dışında bir ilişkileri olmayan bu üçlü, yaşadıkları binada gerçekleşen bir cinayetin ardından birlik olup dedektifliğe soyunuyor, bir yandan da tüm süreci podcast olarak yayınlıyor. Yani bir zamanlar onların dinlediği gerçek suç podcast’lerini artık onlar yapıyor ve günden güne dinleyici sayıları artıyor – mesela üçken beş oluyor. Süreçte üçlümüz bir yandan cinayeti, bir yandan birbirlerini, bir yandan da kendi kendilerini çözmeye çalışırken bize de dizinin tadını çıkarmak düşüyor.
Sorsalar ‘kimyaları tutmaz ve izletmez’ diyeceğiniz söz konusu bu üçlü, dünyanın en tatlı ekibini oluşturuyor: Charles ve Oliver adlında, biri oyuncu biri yönetmen olup eski ünlerini kaybetmiş iki yaşlı adam ve 20’lerinin sonunda sanatsever bir genç kadın olan Mabel. Oyuncu Charles’a Steve Martin, yönetmen Oliver’a Martin Short ve Mabel’a Selena Gomez hayat veriyor. Sırf oyuncu kadrosu için bile izlenebilecek dizi bu isimlerle sınırlı kalmıyor. ‘The Office’ten de bildiğimiz Amy Ryan ara ara diziye konuk olurken ekibimizin komşuları arasında, kendilerini canlandıran Sting ve Amy Schumer’ı görüyoruz. Tina Fey, Cara Delevingne, Paul Rudd ve Meryl Streep ağzımızı açık bırakan diğer isimler.
‘Only Murders in the Building’ yalnızca cinayetler etrafında dönen bir gizem dizisi değil, mizah yönü de oldukça kuvvetli bir yapım. Ana karakterlerimiz birbirine katlanmak zorunda olan huysuz tipler olunca dizinin mizahı bir zemin kazanmış oluyor. Bunu bol bol absürt sahneler ve diyaloglar kullanarak yapan dizi izleyiciyi bir an olsun sıkmıyor.
Gizemi ve mizahı kadar dizinin duygusal yönü de kuvvetli. Üçlümüz de dahil olmak üzere binanın tüm sakinleri dizideki yalnızlık temasını güçlendiriyor: Çoğu eski zenginlerden oluşan karakterlerin neredeyse hepsi ilişki fakiri. Herkes hayatına anlam katmak için türlü şeylere tutunuyor: Kimisi apartman yöneticiliğine, kimisi kedisine, kimisi müziğine, kimisi de cinayetlere! Apartmanda işlenen cinayetler bir yandan da bu kale gibi binada aslında ne kadar savunmasız olduklarını simgeliyor. Özetle bu bir kendini tanıma, dostluk, iyileşme ve büyük şehirde yaşam öyküsü aynı zamanda.
Dizinin zenginliği burada bitmedi! Farklı çekim tekniklerinin kullanılması, her karaktere önem verilmesi (misal, bir bölümün tamamının işitme engelli bir karakterin perspektifinden sessiz diyaloglarla izletilmesi), arada dördüncü duvarın yıkılması gibi unsurlar diziyi teknik açıdan besleyen ögeler. Buna aralara serpiştirilen kültürel alt metinler de ekleniyor. Örneğin diziden yer yer Hitchcock tadı alanlar olduysa yanılmadı, zira ikinci sezonda Mabel’in giyiminde bile bu esinlenmenin izleri olduğu açıklanmıştı.
Popüler yapımlardan ötürü ünlenmiş veya halihazırdaki ününe ün katmış mekânlara merakı olanların aklına hemen ‘Friends’, ‘Avrupa Yakası’, az önce bahsettiğimiz ‘Pera Palas’ta Gece Yarısı’ gibi dizilerdeki binalar gelecektir. İşte bu dizide, her sezon bir cinayete ev sahipliği yapan Arconia binası da dizinin dördüncü başrol oyuncusu diyebiliriz. New York’un Yukarı Batı Yakası’ndaki Belnord adlı bina, Arconia’nın ta kendisi.
Binanın dizideki önemiyse mimari yapısından daha fazlası. Apartman yöneticisi Bunny (Jayne Houdyshell) aracılığıyla Arconia’nın aynı zamanda bir metafor olduğunu görüyoruz. Bunny için Arconia bir nevi aile yadigârı. Apartman yöneticiliği ha keza, bir önceki yönetici olan annesinden ona devrolan bir ‘aile işi’. Hem binanın hem Bunny’nin dizi için ifade ettiği şey günümüz dünyasına ve unutulan değerlere dair çok şey söylüyor: Charles’ın ağzından aktarmak gerekirse, Bunny (ve bina) hikâyeler, sırlar ve unutulmuş bilgeliklerden oluşan bir hazine. Yani Arconia’nın zamansızlığı ve Bunny’nin bunu koruma isteği bir güldürü unsurundan daha fazlası.
Yeni sezonda üçlümüzün yolu, podcast’lerini filme uyarlamak isteyen bir ekiple kesişiyor. Eski ünlerine kavuşmak için her şeyi yapabilecek Charles ve Oliver’ın sevincini tahmin edersiniz. Dizide kendilerini, dizinin içindeki filmdeyse üçlümüzü canlandırmak üzere bizi karşılayan isimler yine bomba gibi: Eva Longoria, Eugene Levy ve Zach Galifianakis. Cinayet mi? Elbette var, hem de bu kez Charles’a oldukça yakın biri! Dördüncü sezonun ilk bölümleri Disney+’ta yayınlanmaya devam ediyor.