Stephen King’den müjde: ‘Tılsım’ 3 gelebilir
Ünlü yazar Stephen King’e “iyi ki Misery'yi (Sadist) evvelden yazmışım” dedirten Baby Reindeer dizisi, yalnızlık sistemin default (varsayılan) ayarı mı diye düşündürtüyor.
Bir arkadaşım Wharton’da organizasyonel psikoloji profesörü olan Adam Grant’in X’de farklı ilişki kurma biçimlerini değerlendiren güzel bir postundan söz etti: “Transaksiyonel ilişkilerde insanlar sadece senden bir şey istedikleri zaman seni ararlar. Senin bağlantınla amaçlarına erişmek isterler. Anlamlı ilişkilerde, insanlar seni düşündüklerinde durup dururken ararlar sorarlar. Amaçları bağlantıda kalmak ve yardımcı olmaktan ibarettir.”
Eminim sizin etrafınızda da sadece ‘al gülüm ver gülüm’ ekseninde ilişki kurmaya çalışan insanlar vardır. Böyle insanlar sosyoekonomik vaziyetiniz, işteki mertebeniz, sosyal krediniz, yani görünenler ile ilgilenirler. İç dünyanızı merak etmezler. Kimimiz bunu doğal karşılar, kimimiz üzerinde durmaz. Anlamlı ilişkiler istediğinin farkına varanlarsa transaksiyonel ilişkilerden tat almamaya, hatta rahatsız olmaya başlar. Giderek transaksiyonel insanları hayatından eler. Yaşı ilerledikçe tam da bunu yapmaya başladığını söyleyen öyle çok insan var ki etrafımda…
Velhasıl ilişkiler çok karmaşık. Ne kadar karmaşık olabileceğini görmek isterseniz, Netflix’te Baby Reindeer dizisine bakabilirsiniz. (*Spoiler içerir*) Richard Gadd isimli komedyenin kendi başına gelen olayları ele aldığı dizi, bir anda dünya çapında popüler oldu. Ünlü yazar Stephen King önce “Baby Reindeer. Vay anasını” diye tweet attı. Hızını alamayıp The Times’da yayınlanan beğeni dolu bir makale dahi yazdı.
Dizide Gadd’in canlandırdığı Donny Dunn karakterine Martha adında bir kadın musallat oluyor, hem de gayet ürkütücü şekilde. Dunn da kadına sınır koyamıyor, bir bakıma kadının kendisine bağımlılığına bağımlı oluyor. Üstelik kendi cinsel kimliğiyle ilgili kafası karışık. Hem bir trans sevgilisi var, hem de onunla ortalara çıkmamaya çalışıyor. Tüm bunların yanı sıra, komedi yazarı olarak ilerlemeye çabalarken ünlü bir dizi yazarı tarafından tacize uğruyor. Fakat kariyerini ilerleteceğini düşündüğü bu insandan kopamıyor. Nereden baksanız problemler diz boyu.
Baby Reindeer bir başyapıt değil belki, ama düşündürücü bir dizi olduğu muhakkak. Kendi hakikatinle yüzleşmenin zorluğu, bu hakikatte durmanın zorluğu, sınır koymanın zorluğu, bunlar bir yanda… Ama beni esas çarpan, hem Dunn’ın, hem de onu “stalklayan” Martha’nın yalnızlığı oldu. Dunn’ın etrafında anlamlı ilişkilerin, derdini dert edinen insanların azlığı, dürüstlüğün ve emniyetli, sevgi dolu alanların eksikliği çarpıcıydı. Bu yalnızlık, sistemin bireyi getirdiği bir nokta. Alışverişi anlamın önüne geçiren bir dünyanın default (varsayılan) ayarı gibi.
Böyle bir dünyada her şey tüketime, çiğnenip tükürülmeye açık oluyor. Bu bakımdan geçtiğimiz günlerde ünlü gazeteci Piers Morgan’ın, dizideki Martha’nın gerçek hayattaki karşılığı olduğu düşünülen Fiona Harvey’i röportaja çıkarması bana çok kötü geldi. Bereket bu hissiyatımda yalnız değilim. Gazeteci Stuart Heritage benzer şeyler düşünmüş olmalı ki, bu hafta Guardian’da güzel bir yazı yazdı.
Bu diziyi izlemek neyse, ama Piers Morgan röportajını izlemek bana kendimi pislenmiş hissettirdi. Bir suça ortak olmak gibi bir his. Kadına haksızlık edildiyse diziyi izlemek hata mıydı? Kadın bir yalancıysa bu röportajı izleyerek kadının tanınırlığına katkıda bulunmak kötü bir şey değil mi? Kadının dizide yansıtıldığı gibi bazı psikolojik sorunları var ise hem diziyi gerçek hikaye olduğunu vurgulayarak lanse etmek, hem kadını röportaja çıkarmak korkunç değil mi?
Öte yandan sanatçının ehliyeti konusunu ne yapacağız? Sanatçılar, yazarlar gerçek olaylara, insanlara birebir sadık kalmak zorunda değil. Ama o zaman neden bu dizi bize illa ki gerçek hikaye olarak pazarlanıyor? İşin ucunun nerelere varabileceğini düşünememişler mi? Internet elele verdi, insanlar şimdi de Dunn’ın tacizcisini bulmaya çalışıyorlar. Öyle ki Gadd, “benim tacizcim Sean Foley değil” minvalinde beyanat vermek zorunda kalmış.
Popüler kültürün gündem girdabına kapılıp gitmemek zor. Sosyal medya üzerinden tartışmaları izlemek, kendi ilkelerimizi düşünmeye fırsat vermeyen, ‘kim ne demiş’ röntgenciliği… Böyle bir dünyada bizi hizaya çeken tek merci, akıllı, duyarlı dostlara sahip olmak, onlarla kafamıza takılanları tartışabilmek, anlamlı ilişkilerle iç dünyamızı zenginleştirmek. Bize anlatılan hikayeleri pasifçe tüketmek değil de aktif şekilde anlam üretmek kısacası…
Tabii bir de kitaplar var, işte okuyup arkadaşlarınızla tartışmak için güzel birkaç kitap önerisi:
Kurumsal iş dünyası “networking” kavramıyla transaksiyonel ilişki kurma biçimini bir şekilde onadı. Bu ilişki tipinin de bir yeri var hayatta elbette, ama asal bir yer değil bana göre. Bakalım Grant ne diyor bu konuda? Ne de olsa bu kitap Grant’in ününü perçinledi.
Hemen geyik diye dudak bükmeyin (çünkü ben bükmüştüm), sevginin farklı şekillerde dile gelebileceğini idrak etmek için iyi bir kitap! Ne de olsa Athena’nın şarkısındaki gibi ‘beklentiler sadece üzer!’
Brene Brown hayatımıza anlam katan deneyimlere uzun yıllardır dikkat çekiyor. Cesaret, sevgi, aidiyet, utanç, empati ve kendimizi savunmasız ortaya koyabilme… En çok bu duygular ve davranışlar anlam üretmemize yardımcı oluyor diyor. Kutuplaşmış bir dünyada aidiyet ne demektir? Bu kitapla bu soruya kafa yorabiliriz.
Psikolojide transaksiyonel analiz kuramının kurucusu Berne’nin 1964’te yayınladığı bu kitap alanında bir klasik. İlişkilerde oynanan oyunları yorumlamak için akademik bir arka plan isteyenlere göre!
1 Aralık 2024 - Rıdvan Hatun’dan Billur Örüntüler: Olgun bir ilk kitap
24 Kasım 2024 - Ünlü romancı Cormac McCarthy’nin ilham perisi 47 yıl sonra ortaya çıktı
17 Kasım 2024 - Booker’ın son kazananı Orbital tam da COP 29’a denk geldi!
10 Kasım 2024 - Her şeyin sorumlusu: Çocuksuz kedi kadınlar!