Nur Sürer: Önce Yılmaz Güney kadar iş yapsınlar, ondan sonra konuşsunlar
'Bihter'i Ziyagiller, Melih Bey takımı ve Behlül'den mi ibaret sandınız. Filmin 15.14'üncü dakikasındaki kalabalık Beyoğlu sahnesinde üç saniye boyunca bir çizgi olarak görünen hevesli figüran Sanem Güven ilk set deneyimini yazdı.
Büyük bir bankanın hukuk departmanında yöneticilik yaparken “Artık sadece en çok sevdiğim işlerle uğraşayım” diyerek kendimi sinema ve edebiyatın kollarına attım. Kitapların, filmlerin arasında, seminerler ve festivallerle geçen üç yıldan sonra; bir film setinde bulunup seti yazmak, “hayalimdeki iş” gibi bir şey oldu haliyle. Ben de bu fırsatı kaçırmadım.
İki arkadaşımla birlikte Bihter filminin setindeyim. İzmit’te eski Seka kağıt fabrikasının bulunduğu kocaman bir alan burası. Filmin bazı sahnelerinin çekimi için dükkanlarıyla, kaldırımlarıyla kocaman bir cadde inşa etmişler. Bir de iç mekanlar var, filmde Bihter’in alışveriş yaptığı, ya da oturup bir şeyler içtiği yerler. Ben “yönetmenin arkadaşının arkadaşı” kontenjanından filmde figüranlık yapacağım. Üstelik seti yazmak için yönetmenden izin de almışım, değmeyin keyfime…
Bizi karşılayıp bilgi veren set amiri, camında Hande Ataizi yazan bir karavanı işaret ederek, “Buraya yerleşin. Birazdan gelirim, kıyafetlerinizi seçmeye gideriz” diyor. Firdevs Hanımın çekimleri bittiği için karavanı boşa çıkmış, şanslıyız. Biraz ötede Behlül (Boran Kuzum) kendi karavanının önünde iki kişiyle sohbet ediyor, sol tarafta Bihter’i (Farah Zeynep Abdullah) üzerinde bornoz, saçları bigudilerle sarılı halde, yürürken görüyorum. Şimdiye kadar gördüklerimiz, göreceklerimizin teminatı adeta…
İlk sahnemiz caddede; büyük bir kalabalığın içinde olacağız. Kıyafet seçmeye gidiyoruz, iki arkadaşım, ben ve bize yardımcı olan set görevlisi ile birlikte. Sahneyle ilgili bilgi alan kıyafet görevlisi, biz figüranlara şöyle bir bakıp uygun gördüğü kıyafetleri veriyor. Benim payıma etek-ceket takım, ona uygun hardal rengi bir şapka ve çanta düşüyor. Ayakkabılar da var raflarda, ama ben döneme uygun kendi ayakkabımı getirdim, rahat rahat yürüyeceğim, ne güzel.
Etrafta oyuncu ajanslarından gelmiş profesyonel figüranlar var, kimi kravat bakıyor, kimi evden getirdiği yelek uygun mu diye soruyor, birisi ütülenmekte olan gömleğinin başında. Kimi kendilerine ayrılan odalarda sırasını bekliyor. Bana verilen eteğin beli biraz sıktığı için genişletebilirler mi diye soruyorum. Son anda yetenekli bir terzi dikişi açıp belini tam bana göre ayarlıyor. İşler böyle şipşak halledilmek zorunda, çünkü çekim beklemez! Sloganımız, Film Setleri: Hızlı Çözüm Bulma Yeri.
Giyindikten sonra saç ve makyajın yapıldığı odaya gidiyoruz. Sıra bekleyenler, “Makyajımı tazeler misiniz” diye gelenler var. Saçıma 1920’lere uygun bir peruk takılıyor, şapkamı tokayla sabitliyorlar. Makyajım çok koyu kırmızı bir rujla sonlanıyor, o yılların modasına uygun olarak dudak kıvrımlarım iyice belirginleştirildi. Kaşlarımı da yanlara doğru düşürerek uzatıyorlar, o yıllarda üzgün gösteren düşük kaş modası varmış. Tümüyle hazır olunca artık rol yapmaktan başka isteğim yok.
1920’li yılların Beyoğlu’su öyle güzel inşa edilmiş ki havaya girmek çok kolay oluyor. Ne yapacağımı öğrenmek için beni yönlendirdikleri yardımcı yönetmenin yanına gidiyorum. O ise tam konsantrasyonla hızlı kararlar alarak, önünde grup halinde görev bekleyen figüranlara tek tek caddenin neresinde duracaklarını söylüyor. Beni de şöyle bir süzdükten sonra yanımdaki adamla eşleştiriyor: “Siz karı koca olun, caddede dolaşmaya çıkmışsınız, etrafa bakarak yürüyün” diyor. Başlangıç noktamızı da belirliyor: Tezgah açmış simitçi ile karşısındaki macuncunun arasında, caddenin sonunda, yolun ortasındayız. Eşim rolündeki figüran bey emekli bir öğretmenmiş, bir oyuncu ajansına kayıt olmuş, iş çıktıkça gidiyormuş. “Değişik insanlarla tanışıyorum, memnunum” diyor. O da benim gibi filmde az da olsa görünmeyi umuyor.
Çekim bittiğinde hemen arkadaşlarımın yanına gidiyorum, birisi vitrin bakmak, diğeri de akordeon çalmak üzere seçilmişlerdi, benim aksime caddenin en başındalar. Sonra caddeyi birlikte turladığım “beyime” veda etmeden ayrıldığım için içim rahat etmiyor, onu aramaya başlıyorum. Bir de ne göreyim! Başka bir kadının koluna girmiş, yeni bir sahnenin çekimine hazırlanıyor. Oysa daha beş dakika önce bu adamla evliydik biz! Aklımdan jet hızıyla bunlar geçerken, kendime gülüyorum sonra “eski eşime” uzaktan seslenip el sallıyorum, o da bana el sallıyor.
Öğle yemeği saati gelince yemekhane sırasına giriyoruz. Etrafta çeşit çeşit kostümlü bir sürü insan yemek yiyor, çoğu figüran, bir kısmı da set işçisi. Başrol oyuncularının saçı ve makyajı karavanlarında yapılıyor, yemekleri de herhalde oraya gidiyordur. Ben beyaz yakalı geçen tüm iş hayatımda olduğu gibi, burada da işçi sınıfıyla birlikteyim. Sırada beklerken arkamdaki bir kadın telefonla konuşuyor, kapatınca yanındaki arkadaşına, “Hay Allah, Aile dizisinde çok iyi bir rol varmış, buraya geldik onu kaçırdık” diyor. Demek ki bu figüranlık bazen setten sete koşmayı gerektiriyor.
Ben bitti sanıyordum ama sürpriz! Bir de pastane sahnesinde varmışız. Pastane nasıl güzel yapılmış, o renklerin, pastaların, tatlıların, koltukların güzelliği… Rengarenk içecekler… Bihter’le Nihal bir Beyoğlu gezisinde bu pastanede oturup konuşacaklar. İki arkadaşımı bir masanın etrafına oturtuyorlar, ben yanlarında ayaktayım. Son anda masamıza üçüncü bir kişi geliyor, yaşlı bir kadın. Saçı, makyajı, kıyafeti, hepsi çok özenilmiş. Meğer Farah Zeynep Abdullah’ın anneannesi değil miymiş o! Bir röportajından hayal meyal hatırlıyorum, “Anneannemin yeri bende ayrıdır, beni o büyüttü ” diyordu, işte ispatı hemen yanıbaşımızda. Biraz sohbet ediyoruz haliyle. Anneannesini böyle çekimlere götürüyormuş Farah Zeynep Abdullah. İlgisini de hiç eksik etmiyor, “Anneanne, oturacaksın sadece, hiçbir şey yapmana gerek yok” diye sesleniyor arka masadan.
“Hazır… Hareket!” komutu ile çekim başlıyor. Piyano susunca hepimiz alkışlıyoruz. Benim yapmam gereken, hareketli kamera ortadaki masayı geçer geçmez oturan arkadaşlarıma hoşçakalın deyip sahneden çıkmak. Hem rol yapacağım hem de zamanlamayı ayarlamam gerek. İlk ikisi pek olmuyor ama, üçüncü tekrarda artık rolümü içselleştirmiş, oyunumu mükemmelleştirmiş, masaların arasında süzüle süzüle yürüyorum. Zamanlamam çok iyi, içime siniyor. Ve nihayet, en son Bihter, Nihal ve yönetmenlerle fotoğraf da çektiriyoruz bir tane. E daha ne olsun. Yaşasın sinema!
Apar topar İstanbul’a dönmek istemediğimiz için, İzmit’te önceden yer ayırttığımız otelde bir gece kalıyoruz iki arkadaşımla. Set deneyimimizden memnunuz, ne memnunu gayet mutluyuz. Film seti, sinemayı çok seven biri olarak hep bulunmak istediğim bir yerdi, dostum sayesinde bu mümkün oldu. Gerçi başka set deneyimim olmadığı için karşılaştırma yapamam ama bu setle ilgili figüran sıfatımla eleştireceğim hiç bir şey yok. Çayımız, kahvemiz, yemeğimiz vardı, değerli hissettik, eğlendik v.s.
“Eğlendik” deyince, film setini bilenler, film çekmenin ekibe, zamanlamaya, paraya, bir sürü işin rast gitmesine bağlı, stresi bol -adeta- bir kumar olduğunun farkındadırlar ve “Film çekerken kimse eğlenmez” derler; ama bence “gönüllü” figüranları hariç tutabiliriz. Onlar eğleniyor.
Bütün bunlar 29 Nisan 2023 tarihinde yaşandı. Gizlilik sözleşmesi imzaladığımız için bütün bunlardan kimseye bahsedemediğimizden içimiz şişti. Filmi izlemek için ise Kasım ayını beklememiz gerekti.
Bihter’i Amazon Prime’da yayınlandığı gün izledim. Tabii insan ilk önce kendi sahnelerine, sonra arkadaşlarının sahnelerine bakıyor. Yani uçakta solunum maskesi taktığımız sırayla yapıyoruz bu izleme işini.
Hiç uzatmadan yazayım: Beyoğlu’ndaki kalabalık sahneyi durdurur ve sağ arka tarafa dikkatlice bakarsanız, beni ‘Bey’imle yürürken çizgi halinde üç saniye görebilirsiniz. Pastane sahnesinde ise maalesef servis yapan garsonun beni mükemmel şekilde kapatmış ve kameranın da ben kadrajdan çıktığım anda Bihter’le Nihal’e odaklanmış olması sebepleriyle, bir an bile görünmüyorum. Fakat beni görmek mutlaka yüzümü görmek değildir. Hani şu Bihter’in anneannesiyle aynı masada oturan biri çarşaflı iki kadın var ya… İşte onlar benim arkadaşlarım, ben de çarşaflı arkadaşımın tam arkasında duruyorum.
Demek ki neymiş, sinemada en önemli şey kurguymuş!