Cumhurbaşkanı başdanışmanı Kılıç: İsveç’in NATO üyeliği ‘bir düğmeye basıyorsun ve halloluyor’ gibi bir şey değil
İşte böyle maçlarda şekillenir bir takımın futbol karakteri. Olabilecek en kötü zeminde, olabilecek en kötü başlangıca rağmen kazanırsın. Kazanamadık zannedersin, kazanırsın. Hem de gencecik kadroyla, forvetsiz başarırsın. İşte tarih böyle yazılır.
Bazı maçlar vardır. Sonrasında büyük bir hikaye yazılacaksa yapı taşı olurlar. Çok iyi oynanması yetmez o maçların. Epikleşmesi için başka faktörler de gerekir. Penaltı kaçırırsın mesela. Hava buz keser. Erken gol yersin. İyi oynarken bir tane daha yersin. Böyle olunca mücadelesi de daha bir fiyakalı olur. Sadece 3 puan almazsın. Özgüven depolar, kenetlenme sağlarsın. Artık anı mertebesine çıkar o karşılaşma. Unutmazsın.
Ülkenin ismi İzlanda. Türkçe’ye yanlış çevirmişler aslında. Doğrusu ‘Buzlanda’. Zemin buz. En azından maçtan birkaç saat öncesine dek öyleymiş. Aylardan ekim ama hava çok soğuk. Maçı ekrandan izlerken bile ayazı hissetmeniz mümkün. Bizimkilerin ayakta duramayışlarına bakınca iyiden iyiye anlıyorsunuz. TFF yetkilileri “Bu havada risk alamayız” falan demiş, ama obur bahis dünyası ve UEFA maçın oynanmamasına izin vermez öyle kolay. Bir yol bulmuşlar, eritmişler buzu. Oynanacak! Oynanmalı da.
Zaten bir kış sporu değil midir futbol? Her koşulda oynanmasıyla hava atmazlar mı? Tanıl Bora Socrates’in ilk sayılarında ‘kış futbolu’ ile ilgili harika bir yazı yazmıştı. Oradan azıcık a(ra)ktıralım: “Futbolun emsalsiz yanlarından biri, dört mevsim yedi iklimde yapılan bir açık hava sporu olmasıdır. Ligin ‘uzun bir maraton olmasının’ bir hikmeti de ‘kahramanların’ diyar diyar, mevsim mevsim gezmesidir. Sıcaktan bunalmak da vardır, evvel baharın gönül baygınlığı, sonbaharın dinç serinliği de vardır, kar boran altında topu iki adım götürmek için didinmek de vardır bu macerada. Ev sahibinin yüksek-alçak rakım avantajı gibi, soğuk memleket avantajı da vardır.” Hal böyleyken şikayet etmek doğru değil. Futbolun dört mevsiminden birine giriyoruz ve İzlanda bunu net olarak bize gösteriyor.
İlk dakikadan gol yemeseydik başka şekilde başlardık maçı anlatmaya. Ama modern futbolun bulunması zor nimeti erken gol İzlanda’nın rızkıymış. Rızık dediğime bakmayın. Çalışılmıştı. Oskarsson adeta forvet nedir, nasıl gol atar dersi gibi buldu ağları. Kendi sahasından aldı topu. Koluna Abdülkerim’i taktı ve Uğurcan’ı avladı. Hayıflandık biz izleyenler. Böyle bir forvetimiz olmayalı çok oldu. Sanki şeye benziyordu. Neyse…
Bu erken gol hırslandırdı bizimkileri. Basbayağı baskı kurdular. Yer yer ‘ikili axel’ atacak kadar kayıyorlardı. Umursamadılar. 25 dakikada dokuz şut, yarım gol beklentisine ulaşıverdiler. Devreyi yüzde 60’ların üzerinde topla oynamayla kapattılar. Gerçek manada tehlike yaratabildiler mi? Pek sayılmaz. Olsun, denediler. Sanırım bu takımın en sempatik yanlarından biri bu. Montella geldiğinden beri bunu hep yapıyorlar. Bırakmıyorlar.
İkinci 45 de aynı frekanstan başladı. Heves ve aksiyon tamdı. Bu sefer pozisyon da çıkmaya başladı. Hatta emeğin karşılığı olarak penaltı da geldi. Ama işte, kayıyor zemin. Hakan gibi bir tecrübe bile buna direnemiyor. Burada süngüsü düşebilirdi böyle genç bir takımın. Düşmedi. Bu ülkenin top doğru yerde ayağına geldiğinde en korkutucu oyuncusu olan İrfan Can pes ettirmedi. O golün gazıyla Hakan Çalhanoğlu için bir de telafi şansı çıktı. Şans çalışanın yanındadır misali. Sahanın en iyilerindendi kaptan. İkincide hata yapmadı.
Önce biraz soğuk yaptı ama sonra alışmış olmalı ki şans, Türkiye’nin yanından bir süre ayrılmadı. Merih’in pozisyonuna penaltı verilebilirdi misal. Üçüncü golde de oralardaydı. Tabii ki talih kadar Kerem de oradaydı. Arda da. Bu çocuklar hakikaten isteyince çok güzel olabiliyorlar. Dün bunu harika gösterdiler.
Velhasıl çok iyiydi Türkiye. Böyle bir havada böyle bir kadroyla olabilecek en iyi futboldu bu. Takdirnameyi Montella’ya vermek lazım. Hava durumunun arkasına saklayabilirdi pek çok şeyi. Haksız da olmazdı. Top yapmayı, adam eksiltmeyi çok seven bir takım için olabilecek en kötü zemindi. Kimse arkasına sığınmadı. Üstelik santrfor meselesine de yine neşteri vurmuştu İtalyan. 4-6-0 çıktı adeta. Barış Alper olmayınca ne Semih dedi ne de Bertuğ. Bu da tuttu. Takım son vuruşlarda biraz cılız olsa da çok mahirdi çok. Gollerin hepsi kabiliyet eseriydi.
Malum, Uluslar Ligi çok da önemli değil. Fakat dün ortaya konan karakter çok önemli. Bu takımın yolu Dünya Kupası’na gidiyor sanki. Bakalım kura şansı da gülecek mi?
21 Aralık 2024 - Fenerbahçe için gidiyor gitmekte olan
16 Aralık 2024 - Kadıköy’de yağmur, ter ve gözyaşıyla gelen üç puan
12 Aralık 2024 - Fenerbahçe’ye Mourinho değil Freud lazım
8 Aralık 2024 - Bir derbi klasiği: Kalite değil mücadele kazandı
29 Kasım 2024 - Tel tel dökülüyor Beşiktaş, sahada da masada da…