Süper Lig’e orta saha golleri damga vuruyor: Buradan taksiye binsen kaleye indi-bindi yazar
‘Avrupa 21 Yaş Altı Futbol Şampiyonası’nı saymazsak gönlümüzü alacak, eyleyecek, avutacak bir organizasyon ortalarda yok. Bu boşlukta soralım: En güzel gol hangisi?
Sonu tek sayıyla biten yazlar pek sevilmez… Genel bir kabul gibi görünen bu saptamanın tek bir gerekçesi vardır; o yazlarda futbolun en büyük iki organizasyonu olan ‘Dünya Kupası’ ve ‘Avrupa Şampiyonası’ düzenlenmez ve sıcak günlere ve gecelere futbolun serinliği dahil olmaz. Hoş, bu adeta sistematik bir düzende işleyen takvim, son dönemde pandemi dolayısıyla aksadı. Ama bence söz konusu ifadenin bizim çocukluğumuz ve gençliğimizdeki yakıcılığını azaltan başka gelişmeler oldu, asıl problem de orada yatıyor sanırım. O da şu, ‘endüstriyel’ kimliğiyle birlikte oyun eski şevkini, özelliğini, biricikliğini kaybetti. Çift sayılı yılların yazlarını özel kılan şey, futbola olan hasretti. Az takımlı, az maçlı ve her biri zihinlerindeki sağlam yerlere kurulan mücadeleler geçidiydi onlar.
Bugün artık oyun aynı zamanda bir ‘para basma makinesi’. Sistemin beslenmesi ve kendi beslediklerini doyurması için çok sayıda maça ihtiyaç var. Bu düzenekte de birer robota dönüşen sahnenin asıl icracıları, alabildiğine çok maça, yani alabildiğine çok ‘şov’a çıkıyor ve geçmişin ‘hasret’i bugünün sıradan bir, olması gerekenine dönüşüyor. Ortada bir sır yok her şeyden önce. Kimin hangi takımda yer alacağını, nasıl oynayacağını, onu kimlerin nasıl durduracağını sadece futbol alanının yazan çizenleri değil, en sıradan seyirci bile biliyor. Bu açıdan 74’ün Hollanda’sı gibi bir sürpriz, Euro 92’nin Danimarka’sı gibi özel başarı hikâyeleri çok nadir çıkıyor. Herkesin iç içe yaşadığı bir dünya düzeni içinde tanınmadık, bilinmedik kara kutular yok artık. En son böyle bir etkiyi sanırım Euro 2016’da ‘Balina tezahüratı’ eşliğinde İzlanda gerçekleştirmişti. Kulüpler düzeyinde ise Galatasaray’ın 2000’deki ‘UEFA Kupası’ şampiyonluğu, Şampiyonlar Ligi cephesinde de 2004’teki Monaco-Porto finali, düzen dışı çıkışlar olarak addedilebilir.
Malum, 2023 yazını yaşıyoruz ve şu aralar devam eden ‘Avrupa 21 Yaş Altı Futbol Şampiyonası’nı saymazsak gönlümüzü alacak, eyleyecek, avutacak bir organizasyon ortalarda yok. Ben aslında hem endüstriyel futbolun bıktırıcılığı nedeniyle bu tür ‘ara’ları ruhen ve bedenen dinlendirme sağladığı için seviyorum. Ama bu tür yazlarda asıl sevdiğim yan, bize bir şekilde boşluğu dolduracak nostaljik pasların atılması ve kuşak refleksi olarak hemen meseleye dahil olarak geçmişte çıktığımız yolculukları hatırlama isteğimiz.
Şöyle somutlaştırayım, 22 Haziran (bence) tüm zamanların en muhteşemi olan Armando Diego Maradona’lı Arjantin’in İngiltere’yi 2-1’le geçtiği ve tarihteki yerini aldığı maçın yıldönümüydü. Daha doğrusu yıldönümüymüş, bunu o gün Twitter’da paylaşılan görüntülerden anladım. Aradan üç gün geçti, bu kez baktım yine Twitter âleminde başka bir gole ve maça vurgu yapılıyor. Meğerse o gün de Hollanda’nın Sovyetler Birliği’ni 2-0 mağlup ederek ‘Avrupa Şampiyonu’ olduğu ve tarihindeki tek ‘resmi’ kupaya uzandığı finalin yıldönümüymüş. O sırada önüme düşen ve Van Basten’in attığı golün görüntünün yer aldığı bir twite şöyle bir yorum yaptım: “Bazılarına göre ‘Bütün zamanların en iyi golü’. Bazılarına göreyse Maradona’nın Meksika 86’da İngiltere’ye attığı ‘Bütün zamanların en iyi golü’nden sonraki en iyi gol… / Van Basten…”
Sonrasında farkında olmadan bir meseleyi ateşlediğimi anladım; gerçekten de futbolla ilgilenenler ve yaşı bu iki golü zamanında görmeye yetenler arasında hangisinin daha iyi olduğuna dair bir gelip gitme hali, kararsızlık durumu varmış. Dolayısıyla bu ‘gel git’i yazıya da taşıyayım dedim.
Kronolojik olarak gidelim; önce Maradona’nın golü. Arjantinli efsanenin gol attığı takım İngiltere, birkaç yıl önce siyasal bir kriz yaşadıkları ve Falkland Adası (Malvinas) dolayısıyla karşı karşıya geldikleri ülkeydi. O dönem iki ülkede de işler iyi gitmiyordu; Arjantin’de Leopoldo Galtieri yönetimindeki cunta, Birleşik Krallık’ta da zalim bir siyasi figür Margaret Thatcher vardı; iki lider de içerideki sorunları ört bas etmek adına savaşı kurtuluş olarak görmüş ve Falkland dolayısıyla karşı karşıya gelmişti. Bahsi olunan kara parçası neredeyse bomboş bir adaydı ve sadece bir gövde gösterisinin ifadesi olarak kullanıldı. Arjantin bu savaşta ağır kayıplar verdi; General Belgrano adlı kruvazörü battı, birçok askeri öldü. Dolayısıyla Arjantin-İngiltere maçı bir tür rövanştı ve Mavi-Beyazlılar bu maça farklı bir motivasyonla çıktı. Nihayetinde biri ‘Tanrı’nın eli’yle olmak üzere iki gol atan Maradona sayesinde ‘Tangocular’, Britanyalıları mağlup etti ve finalde de Almanya’yı 3-2 yenip tarihlerindeki ikinci kupaya uzandılar.
Futbol bir takım oyunu… Bir organizasyonun, birlikteliğin ifadesi… Gol de bu oyuna ait tanımların sahadaki ifadesi adeta; kollektif bir çabanın sayısal yansıması yani. Dolayısıyla bir golde takıma ait isimlerden ne kadar çok kişinin yardımı, emeği varsa o denli makbuldür. Lakin futbol tıpkı hayat gibi dayanışmanın yanı sıra bireysel çıkışların, yeteneklerin de kendini bulduğu, ortaya koyduğu bir organizasyonun resmiyete dökülmüş hali. Bazen de rakip defansın bir hatası, bazen karşınızdaki kalecinin beklenmedik bir hareketi, o golün doğmasına, kolayca atılmasına, sizin takım olarak çok da çaba göstermeden öne geçmenize, hanenize bir sayı eklenmesine yol açıyor. Ki bütün goller kollektivizmin eseri olsa sanırım bu da oyunu sıkıcı bir hale dönüştürürdü. Maradona’nın İngiltere attığı gol ise bir kişinin adeta bütün takım adına söz alması, sahada yapılması gereken bütün ortak işleri birey olarak üstlenmesi ve nihayetinde golü atınca da giriştiği tek kişilik maceranın. slalomun, üstlendiği riskin karşılığını alması demekti. Yıllar önce FHM dergisinde çalışırken merkezden (İngiltere) gelen ve hazırladığımız yeni sayıda yer alan bir yazı, söz konusu golü İngiliz oyuncuların anlatımıyla aktarıyordu. İsmini hatırlamadığım bir oyuncu, gole ilişkin “O kadar güzel, o kadar üst düzey bir çabaydı ki, Maradona’ya müdahale etmektense seyretmeyi yeğledim” diyordu.
Ve Van Basten’in golü… Küçük bir çocukken futbolla ilgilendiğim dönemin ilkyazında TRT siyah beyaz ekranları vasıtasıyla ‘Dünya Kupası 74’ü yayınlamıştı. Gönlüm bir-iki maçtan sonra Hollanda’ya kaydı. Öyle ‘Total futbol’ neymiş, Rinus Michels’in kerameti nereden kaynaklanıyormuş vs. bilmediğim yıllardı tabii ki! Ama sevdim bir kere onları; Cruyff ve arkadaşlarını yani. Lakin o güzelim futbollarının hakkını ‘kupa’ya dönüştüremediler, Batı Almanya’ya finalde 2-1’le boyun eğdiler. Bir sonraki kupa Arjantin’deydi ve yine onlar finaldeydi. Bu kez de ev sahibine uzatmada 3-1 kaybettiler ve üst üste ikinci kez kupayı kucaklama fırsatını kaçırdılar.
‘Euro 88’ Almanya’da düzenleniyordu ve ‘Portakallar’ yarı finalde ezeli rakiplerini (Germenler) yendi, sonra da finalde Sovyetleri 2-0’la geçerek tarihteki ilk ve tek resmi zaferlerine imza attı. Bu aynı zamanda Michels’in de kariyerindeki altın sayfaydı. Demek o ki Van Basten’in attığı o muhteşem gol, tarihi bir serüvenin de son noktası anlamını taşıyordu. Ve golü yiyen kalecinin bütün zamanların en iyilerinden biri hüviyetine sahip Rinat Dasaev’in olması da bu golün önemini daha da artırıyordu.
Sonuçta bu iki golün de arkasında farklı tarihsel hikâyeler var ama ondan öte farklı estetik hamlelerin, farklı vuruş tercihlerinin, oyun görüşlerinin, stillerin, bakış açılarının, emeklerin, yeteneklerin vücut bulmuş halleri var. İkisi de çok güzel, ikisi de muhteşem. Bana sorarsanız Maradona’nınkinin bir adım önde olduğunu ve dünyanın en iyisi unvanını hak ettiğini söyleyebilirim.
Tamam ‘En iyi’sini bulduk, ‘En iyi ikinci’yi de. Ya diğerleri? Roberto Carlos’un Barthez’e attığı frikik golü.
Mesela Zidane’ın ‘Şampiyonlar Ligi’ finalinde Leverkusen’e attığı gol.
Ibrahimovic’in İngiltere’ye röveşatası, Bergkamp’ın Newcastle’a attığı muhteşem gol, Carlos Alberto’nun Dünya Kupası 70’de İtalya’ya attığı gol, Messi’nin Getafe’ye attığı ve İspanyol basının o dönem manşetlerine ‘Messidona’ başlığıyla taşıdığı gol… Hepsi oyunun tarihine düşülmüş çok çok özel notlar…
İyi bayramlar dileklerimle…