Ebrar Karakurt: Rusya Bir Türkiye değil ama güzel
Sporda siyaset var mı? Hem de nasıl! Milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, yabancı düşmanlığı diz boyu. Siyasi liderlerin emellerine alet olmaktan kurtulamayan spor, bazen de içinden müthiş aktivistler çıkarıyor.
Aziz Nesin 1960’larda yayınladığı Zübük dergisinin kapağına “Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” diye yazarak dönemin iktidarına mizahi bir mesaj verirken, futbolcu siyasetten anlamaz algısından hareket etmişti belli ki. O zamanın futbolda siyaset haberi, Taçsız Kral Metin Oktay’ın Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini açıklamasıydı. Günümüz futbolcularına gelince, onlar siyasetten epey anlıyor. Avrupa Şampiyonası’nda şahane oynadığı maçın ardından bozkurt selamı çakan Merih Demiral gibi kutuplaşmalara yol açabiliyor. Ya da Fransa milli takımı kaptanı Mbappe gibi seçimlerde aşırı sağın iktidara gelmesine karşı tavır alabiliyor.
Futbol dünyanın en popüler sporu ve o yüzden de siyasete en çok sahne olanı. On binlerce kişilik stadyumlar sosyo-politik meselelerin yer bulduğu mecralar ve futbolun en büyük sorunlarından biri tartışmasız ırkçılık. Maçlar sırasında oyunculara muz sallama ve maymun taklidi yapma ucuzluğunda bile karşımıza çıkıyor ırk ayrımcılığı ve mesela milli maçlarda penaltı kaçıran Afrika kökenli futbolcular sosyal medyada ırkçı taraftarın saldırılarına maruz kalıyor.
Real Madrid’in Brezilyalı futbolcusu Vinicius Junior, geçen yıl bir maç sırasında hakarete uğramasının ardından düzenlediği basın toplantısında futbol oynama isteğini kaybettiğini söylerken kendini tutamayıp ağlamıştı. İspanya’da “biz aslında ırkçı değiliz” tarzı tartışmalara yol açan olay, geçen ay üç Valencia taraftarının nefret suçuyla sekizer ay hapis cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı. İspanya tarihine sporda ırk ayrımcılığına karşı ilk mahkûmiyet kararı olarak geçti.
Avrupa Şampiyonası’nı seyrederken İspanyol oyuncuların marş söylemediği dikkatinizi çekti mi? Çünkü marşın sözleri yok. Daha doğrusu General Franco’nun faşist diktatörlüğü sırasında onun onayıyla yazılan sözler, öldüğü -ve 35 yıllık iktidarının sona erdiği- 1975 yılında marştan çıkarılmış. Peki o zaman tribünlerdeki taraftarlar hangi marşı söylüyor dersiniz? Elbette ki o Falanjist marşı. Franco spordan çok iyi anlıyordu ve Real Madrid’e büyük yatırımlar yaparak iktidarın sembol takımı haline getirmişti (İspanya İç Savaşı’nda Franco’ya karşı en büyük direnişi gösteren Katalanların takımı Barcelona ile Real Madrid’in çekişmesi o zamana dayanıyor). Aynı şekilde Portekiz’in faşist lideri Salazar da kendisini meşrulaştırmak için Benfica’yı kullanmıştı.
Spor, otokratik rejimlerin kendini aklamak isteyen liderleri tarafından çok iyi kullanılıyor. Futbolun gücünü kavrayan Latin Amerika cuntacılarına özenen 12 Eylül 1980 darbesinin generalleri, Ankaragücü’nü kendilerine mal etmişlerdi. Türkiye kupası “kazandırılan” ve birinci lige yükseltilen takıma kupası Kenan Evren tarafından verilirken, Ankaragücü taraftarları “Mustafa Kemal Evren Paşa, Çok Yaşa” sloganları atmışlardı. Suudi Arabistan’da oynanacak 2034 Dünya Kupası maçlarını izlerken, İstanbul’daki Büyükelçiliğinde öldürtülen Gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı hatırlarız umarım.
Avrupa Şampiyonası’ndaki Bozkurt selamına gelince, zaten kutuplaşmış olan Türkiye’de yeni bir kutuplaşma yarattı. Bu hareketin Ülkücülere ait olduğunu hepimiz biliyoruz, ama ona rağmen milli simge olduğunu ispatlamak çabasıyla Orta Asya’dan çıkan dişi kurt Asena’ya kadar uzanan tartışmalar yapıldı. Bir sporcu ülkücü olabilir, siyasi görüşünü ifade etme hakkı da var ama yer seçimi yanlış. Bu hareketin arkasında oluşturulan milli birlik havası, bize haksızlık yapılıyor algısı, Cumhurbaşkanının programını değiştirip maça gidişi kimin işine yaradı bilmiyorum ama dikkati dağılan milli takıma yaramadığı kesin.
Sporun siyasete alet edilişinin tarihteki en büyük örnekleri, İtalya’da Mussolini rejimi sırasında düzenlenen 1934 Dünya Kupası ve Nazi Almanya’sındaki 1936 Olimpiyat Oyunları. Berlin Olimpiyatları, dünyanın en önemli spor etkinliğini Hitler’in kendi ideolojik amaçları doğrultusunda istismar ettiği skandal bir düzenlemeydi. Dört altın kazanan Amerikalı atlet Jesse Owens’i madalya töreni sırasında etrafında Nazi selamı verenlerle gösteren fotoğrafı tek kelimeyle gerçeküstü. Owens, kafatasçı Nazilerin üstün ırk teorilerinin saçmalığını ne güzel ispatlamıştı. Fakat ne yazık ki kendi ülkesindeki ırkçılıktan kurtulamamıştı. İşin tuhafı, Türkiye dahil Olimpiyatlara katılan tüm ekipler açılış töreninde Nazi selamı vermekte hiçbir sakınca görmemişlerdi.
Sporun bu kadar ayrımcısı olunca elbette aktivistleri de ortaya çıkıyor. Sporda protesto eylemi deyince ilk akla gelen kişi, 1967’de Vietnam Savaşına gitmeyi reddeden Muhammed Ali. Dünya şampiyonluğu ve boks lisansı elinden alınmasına, nefret kusanların ölüm tehditlerine rağmen kararından vazgeçmemesi, ringlerin dışında da büyük bir isim yapmıştı onu. Otoriteye meydan okumasıyla, ırk ayrımcı bir toplumda kendisine biçilen rolü reddetme cesaretini göstermesiyle gururun ve meydan okuyuşun en büyük simgelerinden biri olmayı ölümünden sonra bile sürdürüyor.
Siyah sporcular bir başka önemli protesto eylemini 1968’deki Meksiko Olimpiyatlarında gerçekleştirdiler. Amerikalı atletler Tommie Smith ile John Carlos’un madalya töreni sırasında siyah eldivenli yumruklarını sıkarak yaptıkları protesto unutulmaz bir an olarak tarihe geçti. 200 metrede dünya rekoru kırarak altın madalya kazanan Smith, siyahlara yönelik sistemik baskıya meydan okuyan Siyah Güç’ü temsilen sağ yumruğunu sıkmıştı. Bronz madalya kürsüsündeki Carlos, siyahların birliğini temsilen sol yumruğunu kaldırmıştı. Smith’in boynundaki eşarp siyahların gururunu, ayakkabısız siyah çoraplı ayakları Afrika asıllı Amerikalıların yoksulluğunu temsil ediyordu. Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından kınanan iki oyuncu hemen ekipten çıkarılıp Amerika’ya geri gönderilmişlerdi ve spor yaşamları büyük darbe yemişti.
Daha yakın bir tarihe baktığımızda İngiltere Premier Ligi’nde oyuncuların ırkçılığa karşı her maçtan önce diz çökmesi etkileyici bir eylem olarak karşımıza çıkıyor. Kemikleşmiş holiganlarda işe yaramasa bile, küçük çocukların akıllarında yer ediyordur diye umut ediyorum. Dört yıldır süren bu eylemin çıkış noktası ABD. Amerikan Futbolu oyuncusu Colin Kaepernick, siyahlara ve etnik kökenlilere karşı baskıcı politika yürüten bir ülkenin bayrağına saygı göstermeyeceğini söyleyerek maçlarda milli marş çalarken diz çökmüştü. Bu eylemi başlattığı 2016 yılı, siyahların polis tarafından öldürülme olaylarının artmasıyla Black Lives Matter hareketinin ivme kazandığı bir dönemdi aynı zamanda.
Sporda ayrımcılığın her türlüsü her yerde karşımıza çıkıyor. Şovenizmden uzak bir profil sergilediği için sevdiğim Belçika futbolunda siyah futbolcuların daha çok sarı ve kırmızı kart gördükleri geçen yıl yapılan bir araştırmada ortaya çıktı. Türkiye’de Amedspor’un zafer işareti yapan oyuncusunun dayak yemesi, Diyarbakırspor maçlarında sahadaki asker selamlarına karışan “Mehmetçiğiz, Türküz” pankartları, Fenerbahçe’nin efsane oyuncusu Lefter Küçükandonyadis’in 6-7 Eylül 1955 pogromunda şiddete maruz kalması aşırı milliyetçiliğin spora yansıması değil de ne! Voleybolun popülerlik kazanmasıyla birlikte Ebrar Karakurt’a yapılan cinsiyetçi saldırıları da unutmayalım. Bir de şu “gurbetçi futbolcu” lafı var ki o da küçümseyici bir söylem. Bu çocukların dedeleri-nineleri gurbetçiydi, eğer gurbetçi lafını illa ki kullanmak istiyorsak. Türk asıllı Avrupalı oyuncuların işi iki taraflı zor. “Kazanınca Alman kaybedince göçmen oluyorum” diyerek Alman milli takımından ayrılan Mesut Özil, Türkiye’de gurbetçi olmaktan asla kurtulamadı.
Bazı sporcular aşağılanmaya karşı kendi çözümünü üretiyor. Manchester United’ın tarihindeki en başarılı dönemin katalizörü olan Eric Cantona, kendisine Fransız kimliği yüzünden hakaret eden holigana Kung fu tekmesiyle cevap vermiş ve tabi cezayı yemişti. Birkaç sene önce bir röportajında en güzel anısını soran gazeteciye, “Çok güzel hatıralarım var ama en çok holiganı tekmelediğim anı seviyorum” diyen Cantona’nın yaptığı da bir şey mi? El Salvador ile Honduras futbol yüzünden savaşa bile girmişti de 100 gün sonra ancak akıllarını başlarına toplamışlardı.
26 Temmuz’da başlayacak olan Paris Olimpiyatları’na ramak kala Avrupa’da güvenlik sıkılaştı. 1972 Münih Olimpiyatlarında İsrailli sporcuları rehin alan Filistinli Kara Eylül örgütünü hatırlayalım. Amaçları Filistin halkının içinde bulunduğu kötü duruma dikkat çekmek ve Filistinli mahkumları serbest bırakması için İsrail’e baskı yapmaktı belki ama sonuçta 11 İsrailli sporcu ölmüştü. Gazze’deki katliama karşılık vermek isteyenler için Olimpiyat oyunları küresel bir sahne özelliği taşıyor. Spor ve siyaset öylesine iç içe geçmişler ki ayrılma ihtimallerinin sıfır olduğunu kabullenmekten başka çaremiz yok gibi duruyor. Ama bir seçim yapma hakkımız var: Sporun ırkçı ve ayrımcı nefret söylemine karşı mücadeleci ve yaratıcı ruhunu destekleyebiliriz.