Önce LGBT düşmanı muhafazakar çevrelere iyi haberimi vereyim.
Hani okullarda çocukların duvarlara gökkuşağı renklerini asmasından bile pirelenen, huylanan arkadaşlar var ya…
Size gökkuşağının bu renklerini asla göremeyeceğiniz ve huzur içinde yaşayabileceğiniz bir yer buldum.
Suyun altında 47 metreye indiğinizde LGBT renklerinden eser kalmıyor…
Yapacağınız tek şey şu:
Elinize devasa bir Pride Day bayrağını alıp suya dalın…
Daha ilk 10 metrede o bayrak soluk bir mahalle takımı flamasına dönüşüyor.
50 metreye indiğinizde ise…
Tam size göre bir renk skalası…
Açık griden koyu griye bir renk tufanı…
Araya biraz da kahverengi katın…
Buyurun size insana huzur veren harika bir gökkuşağı…
Bana inanmıyor musunuz?
Denemesi çok basit.
Hatta LGBT bayrağını elinize alıp suya dalmanız bile gerekmez.
Kendel Roberg’in hazırladığı bir video var.
Gökkuşağı renklerini suya batırıyor ve giderek derine indiriyor..
Her metrede ne oluyor, size gösteriyor bu video…
Neyse daha ciddi bir konuya geçeyim.
Bir zamanlar bir yerde okumuştum…
İnsan görme duyusunu kaybetmeye başladığında kaybolan ilk renk mavi olurmuş.
Benim rengim yani…
Gökyüzünün rengi…
Hep yazıyorum ya, Ülkü Tamer’in o şahane “İçime çektiğim hava değil gökyüzüdür” dizesindeki mavi işte…
O renk gidince insanın hayatındaki o gökyüzü de gidiyor tabi…
Bende renkten önce harflerin büyüklükleri kaybolmaya başladı…
Sonra yakını okuyamamak geldi.
Anlatayım yaşlanınca başlayan görme azalmasını…
Kitap okurken bir şeylerin kaybolduğunu hissediyorsunuz…
Sonra katarakt geliyor…
Flulaşıyor dünya…
Renkleri sisli bir perdenin arkasından görmeye başlıyorsunuz…
Hepsine alışıyorsunuz…
Alıştım da…
Ama bir duyu var ki…
Ama işitme kaybı var ya…
İşte yaşıma beddualar okutan şey o…
70 yaşıma geldiğimde her şeyi duyuyordum…
Daha doğrusu duyduğumu sanıyordum…
Farkına varmadan önce hissetmeye başladım…
Meğer çok kahredici bir şey oluyormuş duyu dünyamda…
Dinlediğim müzikte bazı şeyler kayboluyormuş.…
Üstelik renklerden bile önce en güzel duyunuzu kaybediyormuşsunuz…
Yani mavi gidermiş ya…
Müzikte de önce tiz sesler kayboluyor…
Bir gün fark ediyorsunuz ki…
Yıllardır dinlediğiniz Dave Brubeck’in Take Five’ında Jo Morello’nun davulunun arkadan gelen sesinde o harika zil okşamaları flulaşmış…
Stanley Clark’ın, Marcus Miller’ın, Jaco Pastorius’un, Ron Carter’ın basları aynen dururken bir gece yarısı soft jazz’daki zilin süpürge sesleri tamamen yok olup gitmiş…
Müziğin ritmi duruyor…
Ama ruhu gitmiş…
Doktora gidiyorsunuz…
Çaresiz gözlerle bakarak iki elini yana açıyor ve hayatınızın geri kalan bölümünün en güzel renkleri ile ilgili kötü haberi veriyor:
Maalesef geri dönüşü yok bunun…
Giden tiz sesler bir daha hiç geri gelmeyecek dostum…
En güzel gece yarılarınızda sizi okşayan o zil ve süpürgenin size en güzel müsekkin gibi gelen ruhu terk etmiş sizi artık…
Geriye sadece baslar kalmış…
Kulağınızın renkleri suyun 50 metre altındaki gökkuşağına dönmüş…
O zaman gençliğinize dönüyorsunuz…
1970’li yıllara…
Paris’te satın aldığınız ilk Koss kulaklık…
Öğrencilik bursunuzla aldığınız iki ucuz hoparlörün veremediği harika tizleri size veren kulaklığınız…
Proust’un “Kalıp Zamanın Peşinde” romanı gibi artık “kayıp sesin peşine” düşüyorsunuz.
Apple’ın AirPods Max baş üstü kulaklığı yetişiyor imdadınıza bir süre…
Ama Apple onun yeni neslini çıkarmayınca yeni arayışlar başlıyor.
Yıllarca kullanıp Apple gelince vazgeçtiğiniz Sennheiser Momentum geliyor aklınıza…
Apple’dan hafif…
Kaybettiğiniz tiz sesler geliyor yine geri…
Sonra yanınızdan ayıramamaya başlıyorsunuz Sennheiser’ınızı…
Ama yaş işte, unutkanlık da başlıyor…
Onu ya uzun bir yolculukta Türk Hava Yolları uçağının koltuğunda ya da bir otel odasında unutuyorsunuz…
Bu defa kulak içine giren kulaklıklara dönüyorsunuz…
Gençliğinizin efsane hoparlör markaları tek tek dönüşüyor harika kulaklıklarla…
Yenilerden Beats, köklü markalardan JBL, AKG, Marshall…
Kayıp sesin peşinde bitap düştüğünüz bir anda imdadınıza yetişiyor bu yeni nesil kulaklık arsenali..
Ve galiba beni bir süre idare edecek bir kulaklık buldum sonunda…
JBL Live Pro 2 TWS…
Hem kulağıma çok iyi yerleşiyor.
Hem de hafif Jazz’da kaybettiğim o küçük sesler yine döndü hayatıma…
Ve diyorum ki…
Bu çağda herkesin evinde harika proaktif hoparlörler…
Bir baş üstü, bir de kulak içi kulaklık olmalı…
Teknoloji ve rekabet artık bu ürünleri herkes için ulaşılabilir hale getirdi.
Ama tavsiyem, deneyip hangisi size uygunsa onu alın.
Marka değil, sizin kulağınıza uygunluk önemli…
Kaybettiğim o küçük sesi yeniden bulmamın verdiği mutlulukla Spotify’da kendime “Lazy Jazz Session” başlıklı bir liste yaptım…
Cesare Mecca ile Massimo Farao Trio’nun çaldığı harika bir caz parçası ile başlıyor…
Kaybettiğim bütün sesleri koydum o listeye…
Bir Proust romanı kadar şahaneyim şu an…
Teşekkürler kulaklık teknolojisi….
Şimdi anlıyorum ki Walkman’le günlük hayatımıza giren kulaklıklar bu yüzyılın en önemli şeylerinden biri…
Hani “Beni benimle bırak” şarkısı var ya…
Sizi müzikle ve kendinizle baş başa bırakan harika bir şey kulaklıklar…
Ah bir de şu hain smart telefonum arada bir “kulaklıkla yüksek ses dinleme limitini aştın” diye uyarmasa…
Hayatım tam gıcır olacak vallahi.