29-02-2024
İsmet Berkan

Başkanlık sisteminin Anayasa Mahkemesi ile imtihanı

Başkanlık sisteminin Anayasa Mahkemesi ile imtihanı

Türkiye 2017’de yapılan referandumla Cumhurbaşkanlığı sistemine geçerken yapılan sadece siyasetin doğasını derinden etkileyecek bir değişiklik değildi.

Bu sistem değişikliğiyle biz bir yandan da tabiri caizse devletimizi yeniden kurmaya giriştik.

‘Devleti yeniden kurmak’ abartılı bir adlandırma gibi gözükebilir ama anlatayım:

Türkiye 2017’deki Anayasa   değişikliğine kadar yürütme gücünün kısmen bölündüğü ve bu bölünmüşlüğün de yürütme içinde denge ve denetleme görevi gördüğü bir idare hukuku düzenine sahipti.

Yani en tepede örneğin ‘yürütmenin başı’ olarak cumhurbaşkanı vardı, ama yürütmenin bir başı daha vardı: Başbakan. Sadece bu da değil. Hükümetteki bakanlar da ‘yürütme’ görevi yapıyor ve görevlerinden ötürü hukuki sorumluluk taşıyordu. Bitmedi, bir de hükmi bir şahsiyet olarak bakanlar kurulu vardı, bazı idari işlemler ancak bu kurulun bütün üyelerinin imzasıyla yapılabiliyordu.

Bu düzen içinde müsteşarların, genel müdürlerin, özerk veya yarı özerk kurum başkanlarının hepsinin kendilerine ait hukuki sorumlulukları vardı. Başbakanın veya cumhurbaşkanının her söylediği olmayabiliyordu.

Türkiye başkanlık sistemine geçince bu birbirini denetleyip dengelesin diye bölünmüş yürütme yapısı ortadan kalktı; bütün yürütme yetkisi tek bir kişiye, cumhurbaşkanına verildi. O kadar ki, cumhurbaşkanı isterse tek başına Türkiye’nin neredeyse bütün idari yapısını baştan sona tek başına değiştirebiliyor; bunun için kararname çıkartması yeterli.

Nitekim 2018’deki seçimle birlikte Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin uygulamasının başlamasından hemen önce, o dönem Binali Yıldırım başkanlığındaki son bakanlar kurulu seçilecek cumhurbaşkanı için çok ciddi bir ‘yol temizliği’ yaptı; Meclis’ten aldıkları kanun hükmünde kararname (Eski anayasada böyle bir şey vardı bir de) çıkarma yetkisiyle art arda onlarca, yüzlerce yasayı yürürlükten kaldırdı veya kapsamlı değişikliklere tabi tuttu.

Kaldırılan yasaların başında bakanlıkların kuruluş kanunları vardı.

Sonra Tayyip Erdoğan yeni sistemin Cumhurbaşkanı olarak seçilip yeni anayasal yetkilere kavuşur kavuşmaz inanılmaz uzunlukta Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri çıkararak işte bu yasası iptal edilmiş bakanlıkları ve diğer kamu birimlerini, en önemlisi Cumhurbaşkanlığı’nın kendi içindeki idari yapıyı yeniden kurdu.

Ben böyle bir cümlede yazıp geçiyorum ama bu işin kapsamı ve kolayca gözden kaçabilecek veya yanlış anlaşılabilecek detayların çokluğunu, konunun hukuki ve bilimsel inceliklerini tam olarak idrak edebilmek bile zor. Muazzam bir işe kalkışıldı; Türkiye’de devletin ve hukukun 150 yıllık tecrübeyle ürettikleri tek bir günde değiştirildi.

Ve elbette beklenen oldu; bu değişiklikler sırasında bir sürü yanlış yapıldı, bir sürü şey unutuldu ve eksik kaldı, bir sürü de hukuk ihlali oldu.

Nitekim bu eksikleri ve yanlışları ilk gören Cumhurbaşkanının kendisi oldu. İlk çıkardığı bu kurucu kararnamelerde kısa süre içinde inanılmaz sayıda değişiklik yapıldı, bazı değişiklikler bir kez daha değiştirildi.

Elbette bu kurucu Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri Anayasa Mahkemesi denetimine de girdi. AYM kendiliğinden hareket eden bir denetim organı değil, şikayet üzerine harekete geçiyor. O yüzden incelemeleri de kaçınılmaz biçimde kendisine yapılan başvurularla sınırlı.

AYM Cumhurbaşkanlığı sisteminin Tayyip Erdoğan’ın Başkan olarak yenin etmesiyle resmen ve tamamen yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 2018’den bu yana yasaya benzeyen metinler olan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile Cumhurbaşkanı’nın aldığı idari kararları kağıda geçiren Cumhurbaşkanlığı Kararları hakkında çok sayıda inceleme yaptı, karar verdi.

Burada bu yazı bağlamında önemli olan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri hakkındaki AYM kararları. AYM önce bu kararnamelerin AYM denetimine tabi olduğunu belirledi ve bu denetime de sınırlar çizdi.

Aynı Anayasa Mahkemesi üç gün önce 2018 Temmuz ayında kurulan yeni idari sistemin belki de en önemli kararnamesi olan 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile ilgili uzun incelemesini tamamladı ve gerekçeli kararını açıkladı.

Anayasa Mahkemesi’ne bu kararnamenin çeşitli maddeleriyle ilgili ilk davayı 2018 yılında, yani kararname çıktıktan kısa süre sonra Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu açmıştı. Daha sonra 2020 yılında Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu da önüne gelen bazı dosyalar nedeniyle bu kararnamenin çeşitli maddelerine karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. AYM bu iki başvuruyu bir araya getirdi ve uzun incelemesini neredeyse 5,5 yıl sonra tamamlayıp karara bağladı.

Konu son derece karmaşık ve detaylı olduğu için bu davanın sonucuna ‘AYM şu kadar maddeyi iptal etti’ veya ‘Şu kadar maddeyi Anayasaya uygun buldu’ diye özetleyici bir mantıkla yaklaşmak zor. Zaten ben de ne Anayasa Hukuku ne de İdare Hukuku uzmanıyım; o yüzden bu denli ayrıntılı ve ülkemizin hukuk düzeni açısından bu denli önemli bir kararı tek başıma hiç hata yapmadan anlatmam da, yorumlamam da zor. Bu işi uzmanına, Prof. Dr. Kemal Gözler gibi Türkiye’nin değişen idare hukuku yapısını eleştirel gözle yakından izleyen uzmanlara bırakmak en iyisi. Eminim Prof. Gözler önümüzdeki günlerde AYM’nin bu kararıyla ilgili yorumunu kendi blogunda yayınlayacaktır.

AYM’nin gerekçesi oldukça uzun; çünkü itiraz konusu çok sayıda madde var. Gerekçeli karar hüküm bölümü hariç toplam 443 paragraftan oluşuyor. Dediğim gibi çok sayıda itiraz var, mahkeme bu itirazların bir bölümünü Anayasaya aykırı bulmamış, 40’a yakınını ise bulmuş.

Burada iki önemli nokta var: 1. AYM kendi geçmiş Cumhurbaşkanlığı sistemi içtihadına sadık kalmış; incelemesini hep Cumhurbaşkanı’na kararname çıkarma yetkisi de veren Anayasanın 104. maddesiyle sınırlı tutmuş; yani yargısal aktivizmden uzak durmuş; 2. Birkaçı hariç mahkemenin iptal kararlarının tamamı oy birliğiyle alınmış; AYM’nin Anayasaya uygun bulduğu maddelerde ise genellikle tek bir üye muhalif kalmış. Bu da siyasi görüş farklılıklarına rağmen hukuk düzeninin işleyişi bakımından mahkeme üyeleri arasında bir fark olmadığını bize anlatıyor.

Haddimi aşmış olmayayım ama AYM’nin içinde konulara hak eksenli ve devlet/güvenlik eksenli bakanlar arasında ciddi fikir ayrışması olmasına rağmen mahkemenin hukuk devletinin ne olduğu ve Anayasal düzenin nasıl işlemesi gerektiği konusunda fikir ayrılığı yaşamaması bana çok önemli geliyor. Bunun bir örneğini de son olarak Can Atalay’la ilgili AYM kararı uygulanmadığında görmüştük. Atalay’ın dokunulmazlığa sahip olmadığı yönünde, yani ilgili Yargıtay dairesi ile paralel düşünen AYM üyeleri bile AYM kararının uygulanmamasını ‘insan hakları ihlali’ olarak görmüş, bu karar oy birliğiyle alınmıştı.

Ben dahil çoğumuz Türkiye’de hukukun aktivizmin de ötesine geçip tamamen siyasileştiğini, Tayyip Erdoğan iktidarının istemediği hiçbir kararın alınamadığını düşünüyoruz, yazıyoruz çiziyoruz.

O bakımdan Anayasa Mahkemesi’nin başını dik tutan ve temel ilkelerden taviz vermeyen bu tutumu bana çok önemli geldi. Bilmiyorum, karanlık bir tünelde kendime ufak da olsa bir ümit ışığı arıyorum belki ama AYM’nin son kararını görünce elimde olmadan böyle düşündüm.

Refik Anadol, İstanbul Modern, Nilay Tahiroğlu

Refik Anadol, İstanbul Modern, Nilay Tahiroğlu

Türkiye ile ilgili kötümser kanaatlere sahip olmak için çok fazla şey aramanız gerekmiyor. Ülkemizin bugününden ve geleceğinden endişe duymak için çok ama çok fazla sebebi art arda sıralamak mümkün.

Fakat bu ülke tek boyutlu, o tek boyutu da siyasetten veya mevcut kültür savaşından ibaret bir ülke değil. Biz ülkemizi ne kadar sığlaştırmak istersek isteyelim ülke her seferinde bize aslında ne gibi derinliklere sahip olduğunu gösteriyor, göstermek ne kelime gözümüze sokuyor.

Bugün 10Haber’de üç ayrı haber: Elektronik sanat veya yapay zeka yardımıyla sanat alanında dünya çapında bir isim olan Refik Anadol zor beğenirliği ile tanınan The Economist dergisinden büyük övgüler almış. İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve Eczacıbaşı ailesi tarafından İstanbul’a kazandırılan İstanbul Modern sadece mimarisiyle ödüller almıyor, işte son olarak İngiliz kamu yayın kurumu BBC de İstanbul Modern’i bir belgeselle anlatmaya karar vermiş. Ve son olarak bale… Türk balerin Nilay Tahiroğlu bu alanda dünyanın en önemli yarışması kabul edilen Moskova’daki yarışmada 110 kişiye karşı yarıştı ve ikinci oldu…

Bu ülke insanı işte böyle şaşırtıyor ve sığ olmaya direniyor.

Türkiye nükleer santralı yeniden düşünmeli

Türkiye nükleer santralı yeniden düşünmeli

Mersin Akkuyu’da Rusya tarafından yapılan ve işletilecek olan nükleer santral devreye girmek için gün sayıyor.

Türkiye’nin bu santrale ilave olarak iki ayrı büyük nükleer santral için daha hazırlık yaptığını biliyoruz. Bunlardan biri Sinop’a kurulacak, diğeri ise Trakya’da Karadeniz kıyısındaki İğneada’ya.

Gelen haberlere bakılırsa Sinop’taki nükleer santral için de Rus şirket ile görüşülüyor.

Bence Türkiye bu konuyu bir kez daha düşünmeli. Birkaç sebeple: 

Birincisi, Akkuyu’daki santral gereksiz derecede pahalıya maloldu bize. İkincisi, dünyada santral teknolojisi de, yakıtı da, tasarımı da değişiyor. Hem çok daha verimli hem de daha az atık üreten santraller yapmak mümkün.

Ayrıca artık bir alternatif daha var: Mikro nükleer santraller yapmak da mümkün ve bunların fiyatı da gayet uygun.

Türkiye kararında aceleci olmamalı.

Tarım işçisi ithal etmesi gereken Türkiye şimdi işçi mi gönderecek?

Tarım işçisi ithal etmesi gereken Türkiye şimdi işçi mi gönderecek?

Tarım, doğası gereği mevsimsel bir iş. Hasat zamanı meyve toplamaktan bostanda çalışmaya kadar pek çok konuda kısa dönemler için yoğun insan emeği gerekiyor.

Bu emek sorunu her zaman geçici tarım işçileriyle çözülür Türkiye’de de, dünyada da. Tarımsal üretimi yüksek ülkeler mümkünse bu emeği yurt içinden karşılamaya çalışır, mümkün olmazsa yurt dışından geçici tarım işçileri gelir.

Genellikle ülke nüfusları tarımdan uzaklaştıkça tarım işçisi bulmak da zorlaşır. Türkiye tarımsal emek konusunda ciddi sorun yaşamaya yeni yeni başladı. Örneğin çok ciddi bir çoban açığımız var; küçükbaş hayvancılıkta ciddi bir sorun bu.

Benzer şekilde fındıktan pamuğa, bostancılıktan zeytin dahil meyve tarımına kadar pek alanda işçi açığı oluyor mevsiminde; bu açığın da başta Afgan ve Suriyeliler olmak üzere Türkiye’deki yasadışı yabancı göçmenlerle kapatıldığı herkesin bildiği bir sır.

Bugün 10Haber’de gördüğüm bir haber beni şaşırttı: Fransa da geçici tarım işçisi getirten ülkeler kervanına katılacaktı ve Türkiye’den de eleman almaya hazırdı.

Avrupa’da pek çok ülke, Almanya, İngiltere vs her yıl çok sayıda geçici tarım işçisine iki-üç aylık vize ve çalışma izni veriyor. Bu ülkelere işçiler de genellikle daha fakir ülkelerden gidiyor.

Şimdi Türkiye’nin de işçi gönderecek ülkeler listesine eklenmesi bizim fakirliğimizle ilgili. Yoksa dediğim gibi Türkiye kendisi tarımda yabancı işçiye muhtaç bir ülke aslında.