23-04-2024
İsmet Berkan

Susurluk çetesi durduk yerde kurulmadı

Susurluk çetesi durduk yerde kurulmadı

O sabah Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in uçağıyla bir yurtdışı seyahate gidecektik. 

Böyle çoğu seyahat öncesinde olduğu gibi Sabah gazetesinin Ankara Temsilcisi  Fatih Çekirge ve YeniYüzyıl gazetesinin Ankara Temsilcisi, birkaç ay önce kaybettiğimiz sevgili arkadaşım Bilal Çetin’le sabahın köründe buluşmuş, Ankara Ulus’ta her zaman gittiğimiz pastanede su böreği eşliğinde kahvaltı ediyorduk.

Bir gece önce, 3 Kasım 1996’da Balıkesir’in Susurluk ilçesinde bir trafik kazası olmuş, DYP Urfa milletvekili Sedat Bucak’a ait S600 model Mercedes araç bir kamyonla çarpışmıştı.

Kaza sırasında aracı İstanbul’da da görev yapmış olan ‘Emniyet Müdürü’ ünvanlı Hüseyin Kocadağ kullanıyordu. Araçta Sedat Bucak ön koltukta oturuyordu; arkada ise 70’li yılların ünlü Ülkücü suçlularından, halen kaçak durumda olan Abdullah Çatlı ve kız arkadaşı olduğu anlaşılan Gonca Us isimli bir genç kadın vardı.

Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı ve Gonca Us olay yerinde hayatlarını kaybetmişti. Ön koltukta oturan Sedat Bucak aracın hava yastığı ve diğer güvenlik sistemleri sayesinde ağır yaralı olarak kurtulmuştu. Polis raporuna göre kaza sırasında araç saatte 200 km’den daha yüksek hıza sahipti.

Çoğu gazeteye göre bu sıradan bir trafik kazasıydı. Ama benim çalıştığım Radikal gazetesi ve Hürriyet gazetesi bu kazanın (Abdullah Çatlı’dan ötürü) sıra dışı bir durumu ortaya koyduğunu söyleyen manşetlere sahipti.

Gazetesi haberi atladığı için Fatih Çekirge biraz asabiydi; çünkü olayın önemini bizdeki ve Hürriyet’teki habere bakınca anlamıştı. Kahvaltı ederken bu konuyu uçakta Demirel’e nasıl soracağımızı konuştuk.

Bir aranan ünlü siyasi cinayet suçlusu, bir önemli polis müdürü ve devletin PKK ile mücadelesine on binlerce kişilik aşiretiyle silahlı destek veren bir DYP milletvekili aynı arabada ne yapıyordu?

Bu basit soru Türkiye’nin 90’lı yıllarda yaşadığı en büyük siyasi skandallardan birini ortaya çıkaran süreci başlattı. Kamuoyu epey uzun süre bu konuyla bire bir yakından ilgilendi. Gururla söylüyorum, benim de çalıştığım Radikal gazetesi daha ilk günden itibaren müthiş bir gazetecilik yaptı, bu skandalın bir sürü bilinmeyenini kamuoyu önce Radikal’den okudu.

Peki neydi Susurluk skandalı?

Aradan bunca zaman geçtikten sonra daha rahat söyleyebiliyorum, iç içe geçmiş iki büyük suçtu. 

Bu iki şeyden birincisi sözde ‘meşru’ydu. Bu sözde meşruiyet çete mensuplarının ‘devlet adına’ ve ‘terörle mücadele için’ bir araya gelip hareket etmesinden geliyordu. Ama bu dediğim gibi sözde bir meşruiyetti; Türkiye anayasasında hala ‘demokratik hukuk devleti’ yazan ülkenin adıydı ve devlet adına bile olsa cinayet işlemek hukuka aykırıydı.

Ama çete bununla da kalmamıştı. İkinci büyük suç çetenin ’Devlet adına hareket ediyoruz’ diyerek aralarında uyuşturucu kaçakçıları, kumarhane sahibi zenginler olan bir grup insanı önce ‘ölüm listesi’ne alması, sonra onları öldürmemek karşılığı para pazarlığı yapıp paralarına elkoyması, buna rağmen yine de bazılarını öldürmesiydi. Öldürülen her uyuşturucu kaçakçısı bu alanda faaliyet gösteren bir başka kaçakçının pazarının genişlemesi anlamına da geliyordu, çete bu durumu da kendi lehine ve çıkarına kullanmış, inanılması güç bazı paralar üzerinde hakimiyet kurmuştu.

Peki ne olmuştu da devlet içinde aslında sağır sultanın bile duyduğu bu çete kurulabilmişti?

10Haber’de Masum Gök bu 30 yıl önceki olayları aydınlatan haberlere imza atıyor iki gündür.

Susurluk çetesini var eden ortamın temelini dün burada yazmaya çalıştım. 

1992 yılında PKK teröründeki inanılmaz tırmanış nedeniyle devlet içinde başgösteren paniğin sonunda Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve kendisine bağlı kurmay heyetinin hazırladığı bir terörle mücadele stratejisi hayata geçmişti.

Bu strateji neredeyse açık açık hukuk devleti kurallarının dışına çıkmaya dayalıydı. Binlerce köy ve mezra boşaltılmış, insanların evleri yakılmış, yıkılmış, yüzbinlerce insan yerinden yurdundan edilmişti örneğin. Ve bu durumun hiçbir hukuki sonucu olmamıştı.

Türk silahlı kuvvetleri PKK’lıları artık gördüğü yerde vuruyordu. Sık sık ‘kaza’lar da yaşanıyor, örneğin TSK’ya bağlı uçaklar masum köylüleri de bombalıyor ve öldürebiliyor ve bu hiçbir hukuki sonuç yaratmıyordu.

10Haber belgesini yayınladı, yayınlamayı sürdürüyor; devlet kendi vatandaşına karşı psikolojik savaş usulleri uygulamaya başlamıştı. ‘Terörle mücadele’ denince akan suların durduğu bir ortam yaratılmıştı.

Bu ortamda Başbakan Tansu Çiller’in Erzurum Valiliğinden alıp Emniyet Genel Müdürü yaptığı Mehmet Ağar özellikle kilit bir isim. Ağar göreve gelir gelmez kendi önceliğini devletin önceliğiyle aynı seviyeye getirdi, terörle ne pahasına olursa olsun mücadele edecekti.

Ağar döneminde polis bünyesinde ‘Özel Harekat Şubesi’ kuruldu. Henüz polis PKK ile çok fazla haşır neşir değildi ama DHKP-C o sıralar İstanbul başta olmak üzere şehirlerde etkindi. Ağar önce bu örgüte yöneldi; örgütün çok sayıda gizli evi ortaya çıkarıldı, örgüt mensupları hep çatışmaların sonunda ölü ele geçirildi. Polisler çatışmalardan sonra havaya ateş açarak kutlamalar yaptı öldürdükleri teröristler için.

Ağar’ın şehirlerde terörü aynen askerin dağda uyguladığı yöntemlerle baskı altına alması, örgüt evlerinden kimsenin sağ çıkmaması hemen dikkat çekti.

Ağar ve ekibi PKK’ya karşı mücadelede ön planda olmak istiyordu ama o mücadele daha çok dağdaydı. Yine de şehirler PKK için özellikle finansman sağlamak ve eleman toplamak için önemliydi. Polis bu alana yoğunlaşabilirdi.

PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşını sürdürmek için finansmana ihtiyacı vardı. Bu parayı Avrupa’dan ve Türkiye’nin içinden topluyordu. Örgütün ayakta kalmak için uyuşturucu kaçakçılarından masum iş insanlarına kadar herkesten gönüllü gönülsüz bağış veya haraç topladığı öteden beri konuşulan bir konuydu.

İşte 10Haber’de bugün var, daha 1992 yılında yazılan MGK raporunda jandarmaya verilen görevlerden biri şuydu:

‘Örgüte destek sağladığı bilinen işadamlarına karşı özel tedbirler uygulamak.’

Jandarma kendisine MGK tarafından verilen bu görevi ciddiye almış, kendi istihbarat şubesi aracılığıyla bir işadamı listesi yapmıştı.

Bu liste 1993 yılının kasım ayında İçişleri Bakanlığı kanalıyla Başbakan Tansu Çiller’e de iletildi. Çiller o ay gazetecilere “Elimizde PKK’ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK’yla olduğu gibi PKK’ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir” demişti.

Şu tesadüfe bakın ki, bu sözlerin söylenmesinden sadece 70 gün sonra o listedeki ilk isim olan Behçet Cantürk faili meçhul cinayete kurban gitti. 

Esasen Cantürk işadamı falan değil düpedüz eroin kaçakçısıydı. Onu bu suçu nedeniyle hapse atamayan, yakalayamayan devlet PKK’ya gönüllü veya gönülsüz para verdiği için öldürmüştü.

İleriki yıllarda Cantürk cinayetinin pek çok ayrıntısı ortaya çıktı. Öyle otomobiliyle otoyolda giderken pusuya düşürülmüş falan değildi. Bizzat tanıdığı insanlar tarafından öldürülmüştü, çatışma falan da olmamıştı.

İzleyen dönemde Çiller’in duyurduğu listeden pek çok kişi öldürüldü.

Aslında cinayet işleyerek PKK’ya ve sempatizan çevresine gözdağı vermek ilk olarak 1991’de o zamanki adı HEP olan Kürt siyasi hareketinin partisinin Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın’ın Diyarbakır’ın göbeği sayılacak İstasyon Caddesindeki evinden alınıp öldürülmesiyle başlamıştı ama o sırada bu bir MGK kararına veya devletin gizli politikasına dayanmıyordu. Cinayeti büyük olasılıkla kendi başına ‘vatan kurtarıcılığı’na soyunan Cem Erserver ve etrafındaki itirafçı katiller işlemişti.

Ama izleyen yıllarda beyaz renkte Renault Toros model araçlarla evinden alınıp bir daha geri gelmeyen çok insan oldu. Tarihimize ‘Susurluk skandalı’ ve ‘Susurluk devlet çetesi’ diye geçen olay bu faili meçhullerin sadece bir bölümüydü.

İnsanlık tarihinin en kanlı ve vahşi terör örgütlerinden biri olan PKK ile onun yöntemleriyle ‘mücadele’ etmek ülke içinde bazılarının yüreğini soğutmuş olabilir ama bu yöntemle yapılan mücadelenin netice aldığını söylemek çok güç. Aksine 90’larda yoğun biçimde uygulanan yöntemin Türkiye’ye maliyeti çok yüksek oldu.

İlginçtir, Türkiye sonunda döndü, ta 1993 yılında Turgut Özal’ın hazırlayıp dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e yolladığı ‘Kürt sorunu’ başlıklı raporundaki önerilerin neredeyse tamamını uygulayarak bugün yaşadığımız göreli güvenli ortama ulaştı. Ama buna karşılık bugün Kürt sorununun boyutu geçmişe göre çok daha büyük. Artık Suriye’nin üçte birini PKK kontrol ediyor; PKK 90’ların başında ‘yabancı’ olarak geldiği Kuzey Irak’ta bugün siyaseti biçimlendiren bir önemli faktör artık. PKK sızamasın diye biz Irak topraklarında ve Suriye topraklarında önemli bir bölümü daimi işgal altında tutuyor, oralarda on binlerce asker bulunduruyoruz.

Özal’ın önerileri 90’lı yıllarda hayata geçmiş olsaydı bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olurduk, PKK sahiden onun öngördüğü gibi 5-10 yıl içinde söner gider miydi bilmeye imkan yok, ama 90’lı yılların uygulamaları örgütü zayıflatmadı, bunu görmek lazım.

Daha kısa süre önce 10Haber’de yine Masum Gök buldu ve yazdı; 1984 yılında CIA analistleri Türkiye’ye bakmış ve potansiyel terör yaratıcı toplumsal fay hatlarını görüp raporlarına yazmışlardı. Örneğin bugün bile bir tehdit olarak varlığını sürdüren DHKP-C adlı örgüt Alevi-Sünni fay hattından besleniyor. PKK ise Kürtlere karşı yapılan ayrımcılıktan.

PKK terörünün başladığı ilk zamandan beri bazılarımızın önerdiği çözüm aslında basit: Kürt nüfus ile PKK arasına mesafe koymak ve bu mesafeyi mümkün olduğunca açıp PKK’yı bu nüfus açısından bile marjinal hale getirmek. 

Oysa Türkiye bunun tam tersini yaptı, bugün bile yapmaya devam ediyor. 90’ların başından beri çoğu zaman PKK’nın siyasi kanadı gibi hareket eden partilerimiz oldu, bu partilerin halktan aldığı destek azalmadı, aksine arttı. Türkiye hiç değilse bu partilerle PKK arasındaki mesafeyi açmaya çalışabilirdi, o da yapılmadı.

Dün de yazmaya çalıştım, belgelerini iki gündür yayınladığımız PKK’ya karşı ‘psikolojik savaş’ın kurbanı aslında PKK olmadı, bizler olduk. Devletin öyle ağır bir propagandası altında yaşadık ki 30 yılın sonunda devletten farklı düşünemez, PKK ile mücadele konusunda tek doğru olduğuna ve onun da devletin söylediği olduğuna inanır hale geldik.

Bu konuya devam edeceğim.

İlginç bir kelime tercihi: Müfsit

İlginç bir kelime tercihi: Müfsit

Devlet Bahçeli 23 Nisan Bayramı mesajında pek de kutlama havasında değildi, aksine hayli saldırgandı. Mesajın bir cümlesi dikkat çekiciydi:

“Türk milletini ‘yerel halk’ ifadesiyle değersizleştirmeye hizmet eden müfsit zihniyetin son günlerde maruz kaldığımız skandalların asal sorumlusu olduğunu hiç kimse inkar edemeyecektir.”

Burada ‘müfsit zihniyet’ sahibi olmakla nitelenen kişi kimdi? Pek çoğumuza göre Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’ti o kişi.

Bahçeli’ninki ilginç bir kelime tercihi. ‘Müfsit’ gündelik hayatta pek işittiğimiz bir kelime değil. Aynı Arapça kökten (fsd) gelen başka bir kelime olan ‘fesad’ sık kullanılsa da ‘fesat eden’ anlamındaki  ‘müfsit’ o kadar yaygın değil.

Daha ilginci, ‘müfsit’ sadece sözlükteki bir kelime değil. Bir de dini anlamı var. İslamda ‘müfsit’ kelam açısından bakıldığında ‘iman bozan’; fıkıh açısından bakıldığında ise ‘başlanmış ibadeti bozan’ anlamına geliyor.

Yani, belki de Bahçeli bu kelimeyi özel olarak seçerek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ‘Eğer Mehmet Şimşek’i görevde tutmakta ısrarlıysan ortaklığımız bozulabilir’ demek istiyordu. Ankara dün gün boyu ‘müfsit’ kelimesini böyle okudu.

Bu açıklamanın Ankara’yı ve genel olarak ekonomiyi dalgalandırması üzerine bazı MHP’liler ‘Orada kastedilen Mehmet Şimşek değil Ekrem İmamoğlu’ dediyse de çok fazla inandırıcı olmadı. Belki Bahçeli kendisi sözlerine açıklık getirir, hedefinin Mehmet Şimşek olmadığını açıklarsa ortalık sakinleşecek.