Kendisi gelmiyor ama Stephen King’in son romanı ‘Holly’ raflarda!
Agatha Christie'nin 'Gizemli Bay Quin' kitabı 55 yıl sonra ancak gerçek ismi ile Türkçeye çevrilebildi. Christie külliyatının nadide bir parçası olan 12 öyküsünden oluşan kitap ilk olarak Türkiye'de 1965'te 'Esrarengiz Arlöken' adıyla yayınlandı.
1930 yılında yayımlanan ‘Gizemli Bay Quin’ öne çıkmayan çalışmalarından biri olmasına rağmen barındırdığı -doğaüstü değilse bile- tekinsiz unsurlarıyla Agatha Christie külliyatının nadide bir parçasıdır. Türkçeye ilk kez 1965 yılında Akba yayınevi tarafından ‘Esrarengiz Arlöken’ ismiyle kazandırılmış, 2008 yılında Altın Kitaplar edisyonuyla hazırlanan ikinci baskısında ‘Ölümün Tam Zamanı’ adını almıştı. Agatha Christie’nin aralıklı olarak kaleme aldığı 12 öyküsünü barındıran kitap geçtiğimiz günlerde yapılan üçüncü baskısında gerçek adına kavuştu.
Agatha Christie, 1890 yılında, İngiltere kırsalındaki Ashville’de doğmuştu. Dedesinden kalan mirasla maddi durumları yerindeydi. Annesi babası, abisi, ablası, hizmetçiler, dadılar, büyükannelerle birlikte kırlara açılan büyük bir evde büyüdü. Muhafazakarlığıyla ünlenen Victoria Çağı’nın son yıllarında geçen çocukluğunda, bu çağın kadına verdiği role uygun bir zihniyetle yetiştirilecek, eğitimini evde aldığı derslerle tamamlayacaktı.
Ancak mutlu ve geniş aile tablosu kısa sürede parçalandı. Dededen kalan miras harcanmış, Christie, Ashville’deki büyük evde annesiyle yalnız kalmıştı. Bu onun annesine sıkı sıkı sarılmasına neden oldu. Sonuçta gönderildiği okulları bir türlü benimseyememiş her zaman evini, evde kitap okuyarak geçirdikleri saatleri özlemişti.
Mesleki bir eğitim almadan yetişti. 1. Dünya Savaşı’nda Torquay’daki Kızılhaç hastahanesi eczahanesinde çalıştı. Eczacılık dönemi Agatha Christie’nin hayatında bir dönüm noktası olacak, zehirler ve ölümler hakkında elde ettiği bilgiler onu bir dedektif romanı yazmaya yönlendirecekti.
Savaştan sonra yeni bir dönem açıldı hayatında. 1919’da kızı Rosalind dünyaya geldi. 1920’de ilk romanı ‘Styles’deki Esrarengiz Vaka’ yayımlandı. Kocasının işi nedeniyle Kanada’dan Avustralya’ya kadar dünyanın dört bir yanını dolaşma fırsatını buldu. Ancak 1929’daki travmatik boşanma süreci ile sarsılacaktı.
Şark Ekspresi ile çıktığı Doğu seyahatiyle atlattı sıkıntılı dönemini. 2. Dünya Savaşı sırasında Londra’daki University College Hastahanesi’nde gönüllü hemşirelik yaptı ve kalan zamanlarında roman yazmayı sürdürdü. Savaşın bitiminde seyahatlerini ve romanlarını sıklaştırdı. Artık dünyaca ünlü bir yazardı Christie.
1967 yılında British Detection Club başkanlığına seçildi, 1971’de Kraliçe’den asalet ünvanı (Dame of The British Empire) aldı. 12 Ocak 1976’da Oxforshire’daki Wallingford’da öldüğünde, 56 yıl süren yazı serüveninden geriye 67 polisiye roman, 17 hikaye kitabı, 21 polisiye oyun bırakmıştı. Ayrıca Mary Westmancott müstear adıyla yazdığı altı aşk romanı da vardı.
‘Gizemli Bay Quin’deki öykülerde yazar kişiliğinin iki tarafı -romantik İngiliz Mary Westmacott ile Suç Kraliçesi Agatha Christie- bir araya gelmiş. Buna Chesterton etkileri taşıyan tekinsizliği de eklemek gerekir. Sonuçta okuduğumuz, mantıklı ve zekice çözümlenen, romantik ve/veya Gotik bir atmosferde geçen hikayeler…
Kitabın önsözünde Harley Quin karakterinin ve bu kısa öykülerin ilhamını annesinin şöminesi üzerinde duran ve çocukluğunda onu büyüleyen bir dizi porselen biblodan aldığını söylemiş Agatha Christie. Bu biblolar ‘Commedia dell’arte’ -Rönensans dönemi İtalyası’nda halk tiyatrosu- karakterlerini temsil ediyorlardı ve bu karakterlerden biri de Harlequin’di (Türkçeye ilk çevirisindeki Arlöken adının Harlequin sözcüğünün telaffuzundan geldiği anlaşılıyor).
Şöyle sürdürüyor açıklamasını: “Çocukken onlarla ilgili bir dizi şiir yazmıştım, sanırım bunların arasında ‘Harlequin’s Song’ -Harlequin’in Şarkısı- yayımlanan ilk yapıtımdı. Bir şiir dergisinde yayımlanmıştı ve karşılığında bir gine almıştım. Şiir ve hayalet öykülerinden romana dönmemin ardından en sonunda Harlequin de eserlerimde ortaya çıktı (…) Her ne kadar onun bulunduğu öykülerim birbirinden bağımsız olsa da, yazılması yıllar süren koleksiyon, sonuçta ana hatlarıyla bir Harlequin kitabı oluşturdu.”
Harlequin kitabı deyince aklınıza Türkiye’de uzun yıllar boyunca yayımlanan Harlequin aşk romanları dizisi gelebilir ama elbette ilgisi yok. Geleneksel Harlequin karakterinin Ortaçağ İngilteresi’nin teatral geleneklerine ve İtalyan commedia dell’arte’ye dayanan uzun bir geçmişi, yerleşik insan tipleri ve kalıpları vardır. Edebi bir İngiliz Harlequin karakteri ve “commedia dell’arte”nin bir türevi olan Agatha Christie’nin ‘Gizemli Bay Quin’inde işte bu tipler ve kalıplar romantik suç dramı yaratmak için yeniden harmanlamış.
12 hikaye birbirine Harley Quin ve Bay Satterthwaite üzerinden bağlanıyor. Bay Satterthwaite -ilk öyküde 62, son öyküde 69 yaşında- biraz kamburu çıkmış, kuru bir adam. Başkalarının yaşamlarına ilgi duymuş, o yaşamları hep ön sıralarda izlemiş ve kendi hayatını gözlerinin önünde sergilenen, insan doğasını ortaya koyan dramları seyretmekle geçirmiş. Ancak böyle geçen bir hayattan hiç memnun değil:
“Peki, ama sonuç olarak o kimdi? Ufak tefek, tükenmiş, yaşlı bir adam, çocuğu olmayan, insani hiçbir bağlantısı bulunmayan, yalnızca bu bağlamda hiçbir anlam ifade etmeyen değerli bir sanat koleksiyonunun sahibi olan bir adam. Yaşaması da ölmesi de hiç kimseyi ilgilendirmeyen biri…”
Bay Satterthwaite’in hayatını renklendiren Harley Quin ile tanışmasıdır. Zira Bay Quin gerçekleri incelemesi ve işlenen çeşitli suçlarla ilgili kendi sonuçlarını çıkarması için ona rehberlik edecek ve böylelikle Bay Satterthwaite, başkalarının dramlarının pasif gözlemcisi olmaktan aktif bir çözümleyiciye dönüşecektir.
Üst sınıfa mensup Bay Satterthwaite ile en uygun anlarda neredeyse sihirli bir şekilde ortaya çıkan ve gizemli bir şekilde ortadan kaybolan Bay Quin, her bir öyküde ayrı bir gizemi çözümlerken çok sayıda insan tipi ile karşılaşcağız.
Kitabın yayımlanmasından hemen sonra, 4 Mayıs 1930 tarihli New York Times’ın kitap incelemesinde şöyle bir yoruma rastlıyoruz: “Bu koleksiyondaki hikayeleri dedektif hikayeleri olarak adlandırmak yanıltıcı olur. Çünkü hepsi gizemle, bazıları suçla uğraşsa da, yine de daha çok peri masallarına benziyorlar.”
Gerçekten de Agatha Christie’nin öyküleri, Hercule Poirot ya da Miss. Marple’ın muammayı rasyonel akılla çözdükleri cinayet romanlarından bir hayli farklı. Yine de eklemek gerekir ki sonuçta olayları mantıklı bir çözüme dayandırsa bile Agatha Christie gizeme her zaman göz kırpmıştır.
Burada Ernest Mandel’den bir alıntı yapmanın tam zamanı: “Klasik dedektif romanının gerçek sorununun hiç de suç ve tabii ki şiddet veya cinayet olmadığını iddia etmek akıldışı bir abartma olmayacaktır. Bu romanların gerçek sorunu daha çok ölüm ve gizemdir; ölümden de çok, gizemdir. Bu da rastantısal değildir. Gizem, burjuva rasyonelliğinin bertaraf edemediği tek irrasyonel etkendir: Burjuvazinin kendi kökenlerinin gizemi, kendi öz hareket yasalarının gizemi ve hepsinden çok, kendi nihai mukadderatının gizemi.”
‘Gizemli Bay Quin’de gizeme göz kırpmanın çok ötesine geçmiş Agatha Christie. Tekinsizliğin sınırını aşmamakla birlikte sınıra çok yakın duruyor. Öyle ki kendisini ‘ölülerin savunucusu’ olarak takdim eden Bay Quin karakterinin kimliği muğlaklaşıyor: Gerçek mi, melek mi yoksa kaderin bir metaforu mu?..
Öte yandan okuduğumuz öyküler Agatha Christie’nin belki de en kişisel anlatıları. Yazarın o dönemdeki iç dünyasını karakterlere ve olaylara yansıttığı söylenebilir. Özellikle aşk, intihar ve ölüm temalarının baskın olduğu öykülerin yazıldığı dönemde yaşadığı travmatik boşanmanın önemli bir dinamik olduğunu düşünüyorum. Hesaplaşma, içini dökme, yeniden hayata tutunma çabasıdır belki de öykülere taşıdığı.
Kişiselliğin dışa vurumunun bir başka görüntüsü 1. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yitirmişlik duygusudur. Ancak bu duygunun geniş kitlelerce paylaşıldığını eklemeliyiz. Yine Mandel’den bir alıntıyla açıklamaya çalışalım;
“Anglo-Saxon ülkelerinin ve Avrupa’nın büyük bölümünün küçük burjuva kitlesi ve de burjuvazinin daha yumuşak kesimlerinin bir bölümü için, 1. Dünya Savaşı bir sınır çizgisi oluşturdu. Onların kafasında savaşın Yitirilmiş Cennet’le bir ilişkisi vardı: İstikrarın, sakin bir tempo ve kabul edilebilir bir maliyetle yaşamın tadını çıkarma özgürlüğünün, güvenli bir gelecek ve sınırsız bir ilerlemeye olan inancın son bulması.
Savaş ve getirdigi yıkım, milyonlarca ölü, ardından gelen devrimler ve enflasyon, ekonomik altüst oluşlar ve krizler, o tatlı hayatın ebediyen son bulması anlamına gelmekteydi. Savaş bitip de istikrar yeniden sağlanamayınca, hala esas olarak muhafazakar olan küçük burjuvazi, nostaljiye gömülmüştü (…) Klasik dedektif romanı, bunun ‘ucuz’ edebiyat alanındaki süsüydü. Romanların sayfiye evi ve salon dekorları, Watteau’nun çobanları gibi, çağdaş yaşamın bir yansıması değil, yitirilmiş cennetin bir anımsanışıdır. Bu romanlarla savaş öncesinin ‘tatlı hayat’ını yeniden hatırlatıyordu -gerçekte değilse bile hayallerde.”
‘Gizemli Bay Quin’deki öykülerin de önemli bir kısmı İngiliz kırsalında geçiyor. Soylu ya da zengin sınıfa mensup insanların evlerinde. Zaman zaman sayfiyedeki İspanyol villaları, Fransız Rivierası gibi yabancı topraklara da uzanıyoruz. Ancak kahramanlarımız yine İngiliz, yine soylu ya da zengin kesimden. İngiliz seyyahlar, kibirli leydiler, kıskanç kocalar, terk edilmiş sevgililer, görünmez hizmetkarlar işte bu ortamlarda bir araya geliyorlar.
Christie, ‘tatlı hayat’ın sona ermişliğinin farkındalığıyla kurmaca kişilerini tedirgin edici olaylarla kuşatıyor. Radikal olmamakla birlikte, üst sınıftan insanların ünvanlar, miraslar ve toprak mülkiyeti tarafından gizlenen yozlaşmış doğasına getirdiği bir eleştirden söz etmek mümkün. Onları bekleyen adalettir, ama ilahi bir adalet… Buna karşılık mağdurlar için kurtuluş şansı vardır, zarar görmüş ilişkiler onarılamaz değildir.
Kariyerinin başlarında kaleme aldığı ‘Gizemli Bay Quin’deki temaları sonraki dönemlerine de taşımıştı Christie. Onun kurmaca kişilerini harekete geçiren korku, intikam, hırs, kıskançlık, maddi tutkular gibi dinamiklerdi. Suç kurgusunu bu dinamiklere oturtabildiği için kazanmıştı ‘Ölüm Düşesi’ ünvanını.