Umutsuz Karakterler: Yüzleşmek zor
Çağdaş İspanyol edebiyatının ustalarından Antonia Muñoz Molina, 'Ne Mutlu'da gerçek ve kurguyu harmanlayarak İspanya İç Savaşı'nın şiddetini, diktatör Franco'nun yarattığı korku ve bıkkınlığı, bu tarihin yok ettiği bireylerin hikayelerini anlatıyor.
Geçtiğimiz hafta bu köşede yer verdiğim ‘Bir İspanyol Köylüsüne Ağıt’da Ramon J. Sender, İspanyol İç Savaşı’nın kırsal alandaki yansımalarını genç bir köylünün isyanı üzerinden ele almıştı. Antonio Munoz Molina ‘Ne Mutlu’da, aynı tarihsel sürece yine bir Endülüs kentinden ve küçük burjuva aydınların gözünden bakıyor.
1960’lı yılların sonlarında, Madrid’de tanışıyoruz hikayenin baş aktörlerinden Minaya ile. 26 yaşında, üniversitede doktorasını yapan genç bir adam. Franco karşıtı gösterilere katıldığını, işkence gördüğünü, bir süre hapishanede yattığını da öğreniyoruz.
Salıverildikten sonra tesadüfen çalınıyor Solano ismi kulağına. Jacinto Solano, iç savaş sırasında Cumhuriyetçi tarafta savaşan yetenekli ama bilinmeyen bir şairdir. 1939’da esir düşmeden önce sol gazetelerde sadece birkaç dizesi yayımlanmış, hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra, 1947’de asker ve sivil milisler tarafından öldürülmüştür. Minaya, onun şairliğinde, cesaretinde ve kaderinde kendisine ve kuşağına yakın bir kişilik görecektir; Solana, Minaya ve kuşağı Franco diktatörlüğünce unutturulmaya çalışılan Cumhuriyetçi mirasın temsilidir.
Minaya’yı Solana’ya bağlayan ikinci neden, şairin en iyi arkadaşının Minaya’nın amcası Manuel olması. Rivayetlere göre, Falanjistler tarafından yakılan en büyük eserlerini uzun süre misafir kaldığı Manuel’in evinde yazmıştır Solana – Endülüs kentlerinden Magina’daki -Minaya’nın çocukluğundan büyülü bir saray olarak hatırladığı- konakta…
Genç adam Solana hakkında doktora tezi hazırlamak bahanesiyle Magina’daki eve vardığında şaşkınlığa uğrar, zira zamanın sanki donduğu bir evdir burası – belleklerin hapsolduğu bir hapishane. Evle, eşyalarla, duvardaki resimlerle birlikte insanlar da donmuştur sanki. Giyimi-kuşamı, nezaketi ve ölen karısına bağlılığıyla bir başka çağın insanı gibi duran hasta amcası Manuel, Manuel’in yatak odasından asla çıkmayan, ürkütücü annesi Dona Elvira, aile dostu ve aynı zamanda doktoru Medina, konağın yıllanmış misafiri, sarhoş ve tükenmiş heykeltraş Utrera, evin yaşlı kahyası Teresa. Ve duvardaki resimden gülümseyen bir çehre; 30 yıl kadar önce, 1937’de, düğün gecesinden bir gün sonra -bir kaza kurşunu ile- can veren Mariana – Manuel’in unutamadığı karısı. Evdeki tek canlı kişi genç ve güzel hizmetçi Ines’tir – iki genç kısa zamanda yakınlaşacaktır.
Minaya buraya Solano’nun hikayesi için gelmiştir ama kısa süre sonra -Ines’in uyandırdığı duyguların da etkisiyle- Mariana’nın hikayesini araştırmaya koyulur. Aslında hem Manuel’i hem Solano’yu kuşatan gerçekleri barındıran bir hikayedir bu. Zira her iki adamın da sevdiği kadındır Mariana. Kaza kurşunuyla gelen ölümü ise şüphelidir. Minaya, cinayet işlemek için evde bulunan herkesin bir nedeni olabileceği şüphesi ile geçmişi kazmaya başlar. Asıl hikayenin, evin içinde nabız gibi atan o büyük hikayenin ilmikleri yavaş yavaş düğümlenirken zamanlar zamanlara, sesler seslere karışacaktır…
Yukarıdaki özet, hikaye hakkında bir fikir vermekten öteye geçmiyor ve romanın yapısına ne yazık ki nüfuz edemiyor. Bunun nedeni yazarın 1933, 1937, 1947 ve 1969 yıllarında vuku bulan olaylar etrafında kurguladığı hikayesini doğrusal bir düzende ve tek bir bakış açısından anlatmaması. Molina’nın anlatımı eliptik bir yörünge izleyerek, zaman içerisinde ileriye ve geriye ani sıçramalarla akarken sıklıkla perspektif değiştiriyor. Öyle ki bazen bir şahıs zamirinin atıfta bulunduğu kişinin kimliğini belirlemek için okuyucunun düşünmesi gerekebilir. Kısacası dikkatli ve katılımcı bir okuma süreci talep eden bir metin var karşımızda.
Üç bölümlük romanın ikinci ve üçüncü bölümlerinde üçüncü tekil şahıs anlatısından ana karakterlerin seslerine geçişlerdeki kayganlık da önce kafa karıştırıcı olmakla birlikte sayfalar ilerledikçe Molina’nın tekniği yerine oturuyor. Yapmak istediği; her şeyi anlatan ve tahmin eden sesi gizlemek ve bu şekilde anlatıma sanki objektif bir tarihsel bakış kazandırmak.
Anlaşılan o ki zaman kavramı kariyerinin daha ilk romanında bile Munoz Molina’nın üzerinde durduğu bir mesele. Geçmişi asla geçip gitmiş, ölü bir zaman gibi kavramıyor, tersine Molina’nın romanlarında geçmiş şimdiki zamanda da sürdürüyor varlığını – belleklerimizde, hatalarımızda, arzularımızda, tutkularımızda…
Roman karakterlerinin 30 yıl sonra hala yeni bir sayfa açamamışlıkları trajik bir ölümün hem geçmişliğinden hem de etkisini hala canlılıkla sürdürmesinden. Zamana yapılan bu vurgu hiç kuşku yok ki İspanya tarihine ve toplumuna yapılan bir göndermedir.
Hatırlamakta yarar var; Molina ‘Ne Mutlu’yu Franco’nun 1975’teki ölümünden sonra, üniversite kantininde tasarlamaya başladığında genç bir öğrenciydi. Buradan hareketle, roman kahramanı Minaya’nın gerçeği arayışını, diktatörlük döneminden çıkan bir kuşağın geçmişle kendileri arasında bir bağ kurma çabasının alegorisi olarak da okuyabiliriz.
Mekanlar söz konusu alegoriyi zenginleştiriyor. Öncelikle Minaya’nın Endülüs’teki doğduğu yere, hayali Magina kentine dönüşü ve kentin bilmediği tarihiyle yüzleşmesi. Ardından olayların geçtiği eski, görkemli, klostorofobik ve neredeyse perili konak. Konakta yaşayan İspanyol aristokrasisinin son temsilcileri, sürdürdükleri hayat biçimi, eşyalar, tablolar, heykeller, konuklar ve hizmetçiler… Bütün hepsi de İspanya’nın temsilidir ve bu sembolik boyut romana farklı güncel tartışmalara pencere açan bir ağırlık kazandırır. Tıpkı sona gelindiğinde kafası iyice karışan Minaya’nın zihninden yansıyan düşünceler gibi:
“Belki de şimdi, istasyonda hatırlamakta, reddetmektedir; iradesiyle arzusunu dizginleyerek, gelecek için önüne trene binip kaçıp gitmekten başka bir seçenek çıkarmalarını engellemek istiyordur; gözlerini öç almak istercesine yummuş, Mágina’da geçirdiği zamanın süresini ve olayların sıralanışını duyumsamak isteyecek, ama yapamadığını, beceremediğini fark edecektir: takvimlerin zamanı belleğininkiyle uyuşmayacaktır çünkü, aralarında ardışıklık ya da nedensellik bağlantısı kuramadığı iki ay ve otuz yıl ve birkaç ömür birden geçmiştir.”
Munoz Molina, diğer romanlarında yaptığı gibi ‘Ne Mutlu’da da tarih ve hafıza hakkında karmaşık sorular soruyor. İspanya’nın siyasi ve toplumsal hayatını, bu hayatın tarihsel geri planı ile birlikte ele alırken bireysel ve toplumsal hafızanın dinamiklerini kullanıyor. Geçmiş zamanın izini sürmek için trajik bir olaydan yola çıkmış, ölümün insan zihninde tetiklediği duygu ve düşüncelerin karmaşık haritasını dilin karmaşıklığı eşliğinde çıkarmayı başarmış. Geçmişe dair tasavvurları, bastırılmış gerçekleri, gerçeğin yerine geçen yalanları, bütün bunların bireylerdeki yansımalarını gösterebilmek için roman kişilerinin bilinç katlarında dolaştırıyor okuyucusunu.
Zihinlerindeki çatlakları ve yarılmaları, hafızanın ve arzunun şaşırtıcı girintilerini sergiliyor – bir roman yazdığının farkındalığıyla, edebiyatı gözeterek gerçekleştiriyor bunları. Mesela ‘Ne Mutlu’nun konu ve akış anlamındaki ağırlığını işin içine kayıp bir el yazması, bir aşk üçgeni, bir cinayet bilmecesi ve biraz da erotizm katarak dengelemeyi bilmiş. Üstelik gözünü ister aşka ve cinselliğe, ister mekanlara ve eşyalara, isterse de olaylara çevirsin tasvirlerinde kullandığı dil yoğun ve şiirsel.
İlk olmanın coşku ve heyecanı ile birlikte yazarın anlatma şehvetini de sergileyen ‘Ne Mutlu’ belki Molina’nın başyapıtı değil ama Molina’nın yazma evrenine adım atmak için çok iyi bir kılavuz. Hikayesi kadar biçimsel arayışlarıyla da şaşırtıcı ve etkileyici bir roman.
Türkçede ‘Seferad’, ‘Savaşma Arzusu’, ‘Dolunay’, ‘Güzel Karanlık’, ‘Ne Mutlu’, ‘Emevilerin Kordobası’, ‘Lizbon’da Kış’ ve ‘Merdivendeki Ayak Seslerin’ kitaplarıyla tanıdığımız Muñoz Molina, 1956 yılında İspanya’nın Jaén eyaletindeki Úbeda kasabasında doğdu. Granada Üniversitesi’nde sanat tarihi ve Madrid’de gazetecilik eğitimi aldı. 1980’lerde yazmaya başladı; ilk kitabı, gazete yazılarından derlediği ‘El Robinsón urbano’ 1984’te, ilk romanı ‘Beatus ille’ 1986’da yayımlandı. Ertesi yıl, ikinci romanı “’Lizbon’da Kış / El invierno en Lisboa’ ile İspanya Ulusal Anlatı Ödülü’ne değer görüldü. Üretkenliği ile dikkat çeken Molina, çok sayıda roman ve anlatı kitabı yayımladı, çok sayıda ödül kazandı. 1995’te İspanya Kraliyet Akademisi’ne seçildi.