Ertuğrul Özkök önce duymuş, sonra araştırmış. Ünlü gastronomi rehberi Michelin Türkiye'de İstanbul'un ardından Urla'yı da radarına almış, hatta gizli müfettişler gidip restoranları denemiş bile. Özkök'e göre bir ihtimal Bodrum da radara girecek, ardından Antalya da...
İlk işaretini 21 Mayıs’ta Sabah gazetesinde TÜRYİD (Turizm Restoran Yatırımcıları ve Gastronomi Derneği) Başkanı Kaya Demirer verdi.
Gazeteden Sonat Bahar’a verdiği mülakatta, “Sezonun açılışı itibarıyla Michelin yıldız avcılarının Urla’ya ziyaretlerinin ayak izlerini hisseder gibiyiz” dedi.
Kaya Demirer Türkiye’de genel olarak yeme içme, özel olarak da “Fine Dining” sektörünü en iyi bilen insandır bile diyebilirim. Pandemi döneminde Türk yeme içme sektörünü ve çalışanlarını kurtarmak için yaptığı olağanüstü çalışmalar herhalde unutulmayacak.
Kendi kendime “Kaya bunu diyorsa, arkasında bir şey vardır” dedim.
Michelin geçen yıl Türkiye’ye geldi ama yıldızlama çalışmasını İstanbul’la sınırlı tuttu.
O bile sektöre büyük canlılık getirdi.
Ancak bildiğim bir başka şey daha vardı.
Michelin bir ülkeyle bir bölgeden girdi mi, ikinci bölgeyi açması için en az 2 yıl geçerdi.
O nedenle, “Acaba” diyerek biraz araştırdım.
Bu mekanizmayı iyi bilen insanlarla konuştum.
Gerçekten Michelin’in gizli müfettişleri Urla’ya girip çalışmalarına başlamışlar bile.
Hatta en geç Eylül başında, en geç Ekim’de Urla’nın Michelin yıldızlı restoranlarının açıklanması bekleniyormuş.
Bir adım daha ötesi var.
Bir ihtimal bu yıldızlama çalışmasına Bodrum’un da katılmış olma ihtimali yüksek.
Tabii Urla deyince, İzmir, Çeşme ve Alaçatı’yı da bu çerçevede düşünebilirsiniz.
Bakın işte buna sevindim.
Yıllardan beri Urla üzerine yazıyorum.
Bu bölge benim için Türkiye’nin Toskana’sı…
Hayat tarzı, tarımı, tarihi, kültürü ile farklılaşan bir mikro kültür burası.
Bütün bunlar, Michelin’in gelmesi için yeterli bir faktör müdür?
Değil tabii ki…
İşte o nedenle asıl Urla’yı Urla yapan özelliklerin geleceğim.
Birinci neden Urla’nın neredeyse sıfırdan başlayıp, Türkiye’nin en özgün şarap bölgelerinden biri haline gelmesi…
Can Ortabaş ve Bülent Akgerman’ın, Urla’nın şarap bölgesi olarak marka haline gelmesinde gerek yatırım, gerek vizyon olarak çok büyük katkısı oldu.
Keza Sevilen grubunun da İzmir’in bir şarap bölgesi haline gelmesinde büyük etkisi var.
Ve tabii ki Lucien Arkas’ın o eşssiz şarap bilgisi ile şarap üretimine girmesi bölgeyi gastronomi bakımından öne çıkardı.
Ama Urla beni şaşırtan ikinci bir şey daha yaptı.
Yine sıfırdan başlayıp bir gastronomi bölgesi haline geldi.
Bugün Urla’nın “Gastronomi Rotası” diye bir güzergahı var.
Bu güzergahta 7 önemli restoran bulunuyor.
Bağyolu adı altında düzenlenen şarap bağları güzergahında da 9 önemli marka var.
Bunun yanında Urla’nın çok güçlü bir “Esnaf restoranı” kültürü var.
Benim bilebildiğim 60’a yakın böyle küçük aile işletmesi lokantası bulunuyor.
Urla’nın yine sıfırdan yaratmaya başladığı bir üçüncü özelliği de şu.
Önemli bir kültür bölgesi haline geliyor.
Bunun başını da Lucien Arkas’ın Urla’da şahsi koleksiyonlarının sergilendiği olağanüstü müze.
17-18’inci Yüzyıl Felemenk ve İngiliz deniz ressamlarından, Fransız empresyonistlerine, ilk dönem Türk resmine kadar çok zengin bir müze burası.
Rodin heykellerini de unutmamak gerekir.
Şimdi Ahmet Güneştekin de oraya bir müze atölye kuruyor.
Bu da kültür güzergahının en önemli duraklarından biri olacak.
İşte bu nedenlerle bana göre Urla, İstanbul’dan sonra Türkiye’de Michelin ağına girecek banko ikinci bölge.
Gelen bilgiler Michelin’in yıldızlama ağının, Urla dışında İzmir, Çeşme ve Alaçatı’yı da kapsayacağı şeklinde.
Ayrıca Bodrum ve bir ihtimal Antalya da girecek.
Şimdi gelelim cevabı merakla beklenen soruya
Kaç restoran yıldız alabilir…
Michelin yıldızlarını önceden tahmin etmek hem kolay hem çok zor.
Bu konuda Kaya Demirer’in tahmini şöyle:
“Bu yaz sonu itibariyle bahsettiğim bölgelerde 7-8 adet Michelin yıldızlı restoran görürsek şaşırmayız. Bir veya iki noktada ise iki yıldız gelirse sürpriz olmaz.”
Benim tahminim Urla’da en az iki restoranın yıldız alacağı şeklinde.
Bu üç de olabilir.
Ama asıl sürprizi küçük esnaf ve aile lokantalarında bekliyorum.
Michelin İstanbul’da Bağcılar’da bir semt restoranı olan Seraf’ı keşfetti.
Seraf şimdi Vadi İstanbul’da ikinci bir restoranını açtı.
Burada içki de var. Hatta oldukça zengin bir şarap kavı bulunuyor.
Dekoru, servisi, estetiği ile çok güzel bir fine dining restoran oldu.
Geçenlerde gittim.
Beni şaşırtan bir kalabalık vardı. Müşteri profili de dikkat çekiciydi.
Yani Michelin, bir semt lokantası markasını uçurdu.
Ama aynı zamanda o kaliteyi fine dining’e de taşıdı.
Son haftalarda okuduğum en iyi gastronomi kültürü yazılarından biri “Aposto” sitesinde Reyhan Ülker’in “En iyi’leri açıklayan liste her yönüyle yeterince iyi mi” başlıklı yazıydı.
Şu an dünyada değerlendirme yapan iki önemli kuruluş var.
Tabi ki 1 numara Michelin, öteki ise “The World Best 50.”
Bu sonuncusu bu yılki dünyanın e iyi 50 restoran listesini üç hafta önce açıkladı.
Best 50, bir anlamda Michelin’in çok fazla Fransız ağırlıklı artık klasikleşmiş değerlendirme anlayışına alternatif olarak doğdu.
Bütün dünyadan 1000’den fazla şef, restoran işletmecisi, yemek yazarı, eleştirmen ve gurmenin oylarıyla belirleniyor.
Best 50, Michelin’den farklı olarak değerlendirmeye felsefe ve coğrafi bir boyut ta kattı.
Michelin ise kendi belirlediği gizli müfettiş sistemi ile çalışıyor.
Kendi payıma Michelin yıldızları konusunda hep sorgulayıcı bir duyguya sahip oldum.
Gittiğim bazı üç Michelin yıldızlı restoranlarda büyük hayal kırıklığına uğradım.
Ama bazıları da beni hayran bıraktı.
Kafamda hep şu soru vardı.
Gittiğin bir 3 Michelin yıldızlı restorana bir defa daha gider misin?
Mesela Massimo Bottura’nın “Osteria Francescaana’sı…”
Mesela Paris’te Christien Le Squer’in “Le Cinq’i…”
Bunlara tekrar gitmeyi istedim.
Özellikle Bottura…
Massimo Bottura’yı restoranından önce yazdığı kitapla tanıdım.
“Never Trust to a Skinny Italian Chef” (Sıska bir İtalylan Şefe Asla Güvenme) adlı kitabı bana göre sadece bir gastronomi kitabı değil.
Bir edebiyat, sanat, kültür eseri…
Yemeği, tarihsel, kültürel ve coğrafi boyutu içinde öylesine güzel bir hikaye içinde sokuyor ki, yazar olarak hayran oldum.
Sonra Modena’daki restoranına gittim.
Yemekten sonra ekibi ile restoranın arka kapısının açıldığı sokakta futbol oynayışını seyrettim.
Massimo daha sonra yemekte israfa karşı uluslararası bir kampanya başlattı.
Rio de Janeiro’nun favelalarındaki yoksul insanlara yemek veren bedava restoranlar konseptini yarattı.
Modena’daki Balsamico müzesinin ve Parmesan peynirlerinin gelişmesine büyük katkılar yaptı.
Üstelik benim gibi büyük bir rock müzik hastası.
Evinde muazzam bir vinil plak koleksiyonu var.
Kitabında okuduğum bir cümle beni şaşırtmıştı.
Ona göre bugüne kadarki en iyi yemek kitabını Faşist Mussolini’ye çok yakın ve ona büyük destek veren bir İtalyan şef yazmış.
Geldiğim yaşta artık gastronomi ile ilgili duygu ve alışkanlıklarım değişmeye başladı.
Artık evimde yapılan yemeklere daha düşkün bir noktaya geldim.
Artık bir restorana sadece iyi yemek yemek için gitmiyorum.
İç mekanın ışığı, estetiği, bana verdiği duygu çok önem kazandı.
Mesela bardaklar…
Özellikle şarap bardakları.
Kalın cam bardağa tahammül edemez hale geldim.
Servisin kalitesi, servisi yapan insanların zarafeti, dostluğu çok önem kazandı.
Ve tabi ki gittiğim mekanda gördüğüm insanlar…
Dost bir çevre arıyor gözlerim.
Bir de menüden yemek seçmek.
Çok tembelleştim.
Masamdaki biri, tam da Cem Yılmaz’ın dalga geçtiği gibi ortaya bir şeyler ısmarladığı zaman çok mutlu oluyorum.
Çünkü özellikle 4 kişiyi geçen masada menüden yemek ısmarlamak ve beklemek bana zor geliyor.
Michelin müfettişlerinin buna vereceği yıldız var mı bilmiyorum.
Ama şunu da çok iyi biliyorum.
Michelin hala çok önemli bir sistem.
Çok eleştirilse de, gastronomi dünyasının çıtasını yükseltiyor.
Şefleri yeni arayışlara yöneltiyor.
O nedenle Michelin’in Urla’ya, Bodrum’a, Çeşme’ye, İzmir’e, Antalya’ya gelmesi çok önemli.
Fransızca Liberal formülle temennimi dile getireyim.
“Que le meilleur gagne…”
İyi olanlar kazansın…