Bir sabah bir uyandık, en muhalifler bile Tayyip Erdoğan'ın ekonomideki atamalarını çok beğenmiş, övüyor... 'Yetmez ama evet' demenin zamanı geldi mi?
Şaka yapmıyorum…
Ciddi soruyorum.
Yakın bir gelecekte bir sabah hepimiz yataktan “Tayyip’çi” olarak kalkabiliriz. Böyle bir ihtimal var yani…
Soru nereden aklıma geldi hemen anlatayım, ciddiyetine siz karar verin.
Ama konu artık siyasetten anladığını iddia eden konuşan kafalar değil, ekonomistlere ait…
Hem de en ciddi ekonomistlere.
Olay, Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın geçen hafta kamuoyu önüne ilk kez çıkışı ve yaptığı analizle başladı.
Baktım, ortadaki en keskin muhalif ekonomistler bile alkışladı.
Arkasından Başkan Yardımcılığına getirdiği üç kişinin adları açıklandı.
Üçü de Boğaziçi mezunu ekonomist.
İkisi Dr, biri Prof ünvanına sahip.
Dr. Osman Cevdet Akçay, Dr. Fatih Karahan ve Prof. Hatice Karahan.
Halk TV’den Sözcü’ye, en muhalif kanalların ekonomistleri, en şiddetli itirazcı Youteber’ları, hepsi bu üç ismi alkışlıyor.
Çünkü bunların üçü de “Serbest piyasayı” ve “Liberal ekonomiyi” savunan ekonomistler olarak biliniyor.
En muhalifler bile bu atamaları “Liyakat”, “Doğru zihniyet” ve “doğru politika” olarak alkışlıyor da alkışlıyor.
Ekonomist olmayıp, siyasi ayakta kalan iktidar yanlısı yazarlar bile, “Üzerimize liyakat yağdı” diye aynı alkış cephesine katılıyor.
Youtube’da yüzbinlerce izleyicisi olan keskin kalem en muhalif ekonomi uzmanları bir gecede “Tayyipçi” oldular adeta…
Dış politika uzmanları da son zamanlarda Mısır, Suriye, Arap ülkeleri, ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerdeki değişimi alkışlıyordu.
Daha iki ay önce seçimi kaybeden yüzde 48 sanki bir anda kendini iktidarda bulmuş gibi hissetmeye başladı…
Yanlış anlamayın, bu alkışçı korosunda ben de varım.
Hele hele CHP’den büyük düş kırıklığına uğradıktan sonra itiraf edeyim, kendimi Erdoğan’ın bu politikalarına daha da yakın hissetmeye başladım.
Tam bu “Stockholm ruh halindeyken” ,halindeyken, uzun yıllar Erdoğan’ı desteklemiş, şimdi mesafeli duran bir arkadaşım aradı ve bana “Bir dakika” deyip öyle bir soru sordu ki…
Ben de durdum.
Arkadaşım dedi ki;
“Tamam bütün bu liyakata dayalı ve doğru atamalar güzel. Tamam ekonomide özgürlükçü bir politikaya gidiyoruz. Ama, siyasi alanda, sosyal alanda, demokraside bu özgürlükçülük olmazsa böyle bir ekonomi başarıya ulaşır mı? Dahası bu Allahın belası kutuplaşma biter mi?”
Arkasından altın vuruşu yaptı::
“Bizzat sen kendin, defalarca rahmetli Turgut Özal’ın “Üç Hürriyet” kavramını yazmadın mı?
Durdum tabii…Evet yazdım. Aynen onun şu sözlerini defalarca yazdım:
“Bir ülkede ‘Üç Hürriyet’ olmadan kalkınma olmaz. Düşünce ve ifade hürriyet; İnanç hürriyeti; Girişim hürriyeti…”
Tamam ekonominin yeni kadrosu bu işi başarabilir.
Ama sadece onların gerçekçi ve özgürlükçü finansal uygulamaları ile, son iki yıldır tam bir Sovyet “Gum ekonomisi” sistemiyle idare edilen Türkiye’yi bu durumdan çıkarabilir mi?
Arkadaşımın uyarısı üzerine, ertesi sabah Tayyipçi olarak uyanmadan sözümü söyledim:
“Yetmez ama evet…”
Sizin gibi ben de bu slogana gıcık oluyorum, ama bu lafın tam yerine oturacağı nokta da işte tam bu.
Ekonomide özgürleşme tamam da…
Osman Kavala’ın, Selahattin Demirtaş’ın, Merdan Yanardağ’ın, Gezi tutuklularının hapiste olduğu bir Türkiye’nin kalkınmış, halkıyla barışmış, uygar ve demokrat bir ülke olması mümkün mü?
Daha kura çekmeden, ana muhalefet partisi genel başkanını yuhalamaya başlayan savcı ve hakimlerle adalet sağlanabilir mi…
Festivallerin, konserlerin yasaklandığı bir ülkede gençlerle barışılabilir mi…
Öylese, baştaki soruya dönelim….
“Bir sabah hepimiz Tayyipçi olarak mı uyanacağız”
Hayır ben kendi payıma bir sabah Tayyip Erdoğan’ın da hepimizci olarak uyanmasını bekleyip öyle karar vereceğim.
Yetmişaltı yıllık hayatımda Türk siyasetinde 4 insanın hayranı oldum.
Atatürk, İsmet İnönü, Süleyman Demirel ve Turgut Özal…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekonomide başlattığı özgürleşmeyi ve liyakata dayalı yönetimi adalet, demokrasi, girişim ve inanç alanlarına da yaygınlaştırırsa…
İşte o gün ben de bütün kalbimle onun adını bu dört insanın yanına yazacağım.
Bunu başarırsa onun için de tam bir “Il Grande Finale” olur.
Spotify’daki sayfamda bir “Barbie Week Top 20” listesi yaptım.
Barbie filminin müzik albümünde 30’a yakın şarkı var. Bunların bir bölümü filmde kullanılmış, bir bölümü ise sadece albümde var.
Bir haftadır filmin müziklerini dinliyorum.
Barbie oyuncak olarak 1959’da çıktı. Albüm de, 1962 yılında, Little Eva’nın söylediği ve bütün dünyada moda haline gelen, “The Loco-motion” şarkısıyla başlıyor, bugünün Dua Lipa, Billie Eilish, Doja Cat’i ile biten bir müzik kronolojisi haline dönüşmüş.
Dinlerken aklıma şu soru geldi:
“Bu soundtrack’te bana 2 şarkılık kontenjan açsalardı hangi şarkıları koyardım.
Kendi listeme şu iki şarkıyı ekledim:
(*) MADONNA: “La Isla Bonita”
(*) NİL KARAİBRAHİMGİL: “Biz Kızlar Toplandık.”
Vallahi çok da yakıştı…
1. Dua Lipa: “Dance the Night”
2. Bee Gees: “Stayin Alive”
3. Indigo Girls: “Closer to Fine”
4. Lizzo: “Pink”
5. Nil Karaibrahimgil: “Bütün Kızlar Toplandık”
6. Whitney Houston: “I Wanna Dance With You”
7. Cyndie Lauper: “Girls Just Want To Have Fun”
8. Aqua: “Barbie Girl”
9. Billie Eilish: “What Was I Made For”
10. Madonna: “La Isla Bonita”
Önce şu fotoğrafa bakın. Entelektüel Upper Cihangir’in en ağır yazarı Tuğrul Eryılmaz bile sayfasında bu harika fotoğrafı paylaşmış.
Brigitte Bardot ve Jane Birkin…
İnsan bedeninin en erotik ve en baştan çıkarıcı sanatı haline gelmiş.
Jane Birkin’in cenazesi ile ilgili haberler arasına sıkışmış küçücük bir bilgi vardı.
Paris’te Saint Roche klisisesinde yapılan cenaze töreninde, onun tedavisini yapan onkolog Vincent Levy de konuşmuş.
Birkin ölüm döşeğinde Proust’un “Ala Recherche du Temp Perdu” (Kayıp Zamanın Peşinde) romanını okuyormuş.
Dr, Vincent, “Onu hiçbir gün elinde kitap olmadan görmedim…”
Brigitte Bardot’un yanında yatan kadını şimdi daha iyi tanıdım.
Streaming platformlarında geçen haftanın tek dikkati çeken gelişmesi Netflix’in 2018 yapımı “Annihilation’ı”(Yok Oluş) gösterime sokmasıydı.
New York Times gazetesi, filmle ilgili yorumunu, kendinden hiç beklenmeyen bir hızla aynı gün yayınladı.
Ben de aynı gün seyredenlerdenim ve biraz da şaşırdım kendime.
Çünkü sci-fy düşkünü biri değilim, hatta biraz da uzak dururum.
Benim bilim kurgu dönemim Stanley Kubrick’in “2001: Bir Uzay Macerası” ve Ridley Scott’un Blade Runner’ı ile neredeyse kapandı.
Belki biraz da Christopher Nolan’ın Intersteller’i (Yıldızlararası..) dikkatimi çekti.
Mesela Ridley Scott’un “Alien’i (Yaratık) nedense fazla sarmadı beni.
Platformlarda seyredecek içerik kalmadığı için Annihilation’ı seyrettim.”
Bir başka nedeni de şu: Film ilgi çekici bir sahne ile başlıyor. Filmin kahramanı kadının ölmüş kocası bir akşam eve dönüyor.
Ve bu olay düşen bir meteora bağlanıyor.
Uzaydan gelen küçük bir meteor bir deniz fenerine çarpıyor ve bir süre sonra bu fenerin etrafında, bir sis ve yağmur perdesi oluşuyor.
İşte bu perdenin arkasında esrarengiz olaylar başlıyor.
Seyretmemin nedenleri bunlardı.
Ayrıca güçlü bir oyuncu kadrosu var.
Natalie Portman, Oscar Isaac, Jennifer Jason Leigh…
Biraz “Alien” filmi, biraz “Lost” dizisi havası da var.
IMDb 10 üzerinden 6.8; Beyazperde 5 üzerinden 3.3; Rotten Tomatoes ise yüzde 88 puan vermiş.
Ben ilgiyle izledim. Başlangıç ilginizi çektiyse, beğenebilirsiniz.
24 Aralık 2024 - Başörtülü kadının kelepçelendiği gece Ankara ve Manisa’da yaşanan üç olay
21 Aralık 2024 - Bu 32 blucin efsanesinden kaçını tanıyorsunuz?
20 Aralık 2024 - 6 Aralık akşamı Fahrettin Altun’un adamları CNN rejisini neden aradı?
19 Aralık 2024 - Bir Türk YouTuber’ın en derin mağara rekoru: Tam 185 milyon