“Televizyonda çok daha yaşlı görünüyorsunuz, ne kadar gençmişsiniz” diyor benimle fotoğraf çektirmek isteyen kişi.
Bunu bir iltifat olarak alıp teşekkür ediyorum ama kafam da karışık. Çünkü o yıllarda henüz bir televizyon programı yapmamıştım. Nadiren yayınlara katılıyorum. Onları yakalamış demek ki diyorum içimden. Fotoğraf çektiriyoruz. Sonra kızını çağırıyor, bir de üçümüz çektiriyoruz.
“Ben bu kadar ünlü müyüm ya” diye kafamda sorular uçuşsa da çaktırmıyor ‘Andy Warhol ânının’ tadını çıkarıyorum. Neden sonra fotoğraf çektirmek isteyen abi orada asıl bulunma nedenim olan kitap imzası etkinliğini hatırlıyor. Standdaki kitaplarımdan birini evirip çeviriyor. Ben de imzalatacağını düşünüp cümlemi hazırlıyorum.
“Polisiye değilmiş” diyor hayal kırıklığı dolu bir ifadeyle. Şaşırıyorum. Kitabı almıyor, haliyle imzalatmıyor ve yerine bırakıyor. Bozuluyorum.
Teşekkür edip ayrılırken mahcupça “ben polisiye severim, diğer kitaplarınız polisiyeydi ya, o bakımdan” diye açıklıyor kitabı satın almama ve imzalatmama nedenini. Ben bir şey diyemeden de kaçıyor.
O an anlıyorum ki, imza standındaki Ümit Alan yazısını hızla okuyup beni polisiye yazarı Ahmet Ümit ile karıştırdı. Boş yakalayınca da önce fotoğraf işini aradan çıkarmak istedi telaşla. Hâlâ arada bir aklıma gelince gülerim. O abi acaba bir noktada benim Ahmet Ümit olmadığımı anladı mı? Benimle çektirdiği fotoğrafı sosyal medyasına Ahmet Ümit diye koyup “çakma Ahmet Ümit bulmuşsun” alaylarına maruz kaldı mı? Hiç öğrenemedim.
Sekiz yıl kadar önce Bursa Tüyap Kitap Fuarı’nda bir imza gününde başımdan geçmişti bu olay. O fuarda taze kitaplı bir yazar olarak standında kalabalık olan yazarları masumane bir kıskançlıkla izlerken insanlar için fotoğraf çektirmenin kitap imzalatmaktan bile önemli olduğunu fark edecektim.
Kitaplı bir yazardım ama henüz birlikte fotoğraf çektirilecek yazar değildim. Bu yüzden de iki saat boyunca ıslık çalarak kitap imzalatacak okur bekledim ve bir Ahmet Ümit hayranıyla fotoğraf çektirdim. Kısa günün kârı.
Şener Şen’in yakın arkadaşı Kayhan Yıldızoğlu’nun cenazesinde kendisiyle fotoğraf çektirmek isteyen kişiye verdiği tepkiyi belki görmüşsünüzdür. Bence doğru olanı yaptı. Birilerinin bunu yapması lazımdı ama biliyoruz ki bu ilk değildi.
Google’da “cenazede fotoğraf” sorgusuyla arama yapınca farklı ünlü cenazelerinde yaşanmış benzer pek çok olayla karşılaşabilirsiniz. Bir dönem Teşvikiye Camii’ne çok yakın bir konumda oturduğum için ünlü cenazesi kavramına, öncesine, sonrasına biraz aşinayım. Ünlü cenazelerinde üç tür insan olur hakikaten. Cenazeye gelenler, cenazeye gelenleri izlemeye gelenler, bir de onları gözlemleyen benim gibi ukala dümbelekleri.
Cenazeye gelenleri izlemeye gelenler gerçekten de kenarda durur ve aralarında bir şeyler konuşarak gelene gidene bakarlar. Sosyal medya çağıyla birlikte buna bir de selfie istekleri eklendi işte. Ne kadar ayıplansa da olmaya devam edecek. Çünkü ünlüyle fotoğraf çektirmek diye bir olgu var. Cenazede sadece densizler yapıyor ama bunu sadece densizlikle açıklayamayız. Bunun için önce ünlülere olan takıntımızın kökenlerine gidelim.
Ünlülere neden takıntılı olduğumuzu araştırdığımızda karşımıza ölüm korkusu çıkıyor. Bildiğiniz üzere insanın bir gün öleceğini bilmek gibi bir açmazı var.
Psikoloji bunu dehşet yönetimi kuramıyla açıklıyor. Çünkü ölümlülüğümüzü bildiğimiz için dehşete kapılıyoruz. İşte bu dehşetle başa çıkabilmek için de yöntemler geliştiriyoruz. Bunun siyasi görüşler, hayata anlam arayışı gibi pek çok sonucu var.
Psikoloji bilimi ünlü kültürü ya da ünlülere takıntılı hayranlığı da işte bu dehşet yönetiminin sonuçlarından biri olarak ele alıyor.
Yani aslında ünlülere olan takıntımız ölüm korkumuzu azaltıyor. Bununla ilgili bilimsel çalışmalar da mevcut. Illinois Üniversitesi’nden Pelin Kesebir ve Chi-Yue Chiu 2008’de Kişilik ve Sosyal Psikoloji Derneği’nin (Society for Personality and Social Psychology) toplantısında sundukları bir çalışmada insanların kendi ölümleri hakkında düşündükten sonra ölümleriyle ilgili tahminde bulunurken yaşayan ve ölmüş ünlüleri hatırladıklarını kaydediyorlardı.
İnsanlar kendileri dünyada iz bırakamayacak olsalar da ünlü insanlara bağlanarak bir anlamda kendi ölümlülüklerinin dehşetini onların dünyada bırakacağı izi düşünerek hafifletiyor. Pelin Kesebir ünlü takıntısını bu yüzden tamamen sağlıksız bulmadığını söylemiş. Çünkü bu durum varoluşsal dayanıklılık sağlıyormuş.
Kendi ölümsüzlüğümüze giden bir yol olarak ünlülere o kadar bağlandığımız söylenebilir yani.
Elbette ünlülere takıntılı olmak cenazede yapılan o densizlikleri açıklamıyor. Fakat insanların ünlülere olan takıntısının kökenlerinde rastladığımız bu teori bu densizliğin cenazede yapılıyor olmasıyla adeta sembolik bir anlam kazanıyor.
Evet, öz kontrolü olan medeni insanlar bir cenazede bu şekilde davranılmayacağını bilir ama insanın ölümlülüğünü en çok hatırladığı yer de cenazelerdir herhalde.
Kendini bir ünlüyle bir karede ölümsüzleştirerek varoluşsal dayanıklılıklarını artıranlara yine de çok kızmaya devam edeceğim. Ancak Şener Şen’in haklı tepkisini gördükten sonra “bu densizliğin bir açıklaması olabilir mi ya” diye başladığım araştırma süreci beni fena bir yere getirmedi bence. Ben de tuttum sizi oraya sürükledim.
Kimileri ünlülere takıntılı olarak ölümlülüğün dehşetini yönetiyor olabilir ama ben de kimi zaman işte böyle manasıza yakın şeyleri merak ederek ölümlü olduğum gerçeğiyle baş etmeye çalışıyorum.
Sokakta karşılaşırsak ölümlülük dehşetinizi yönetmek için beni Ahmet Ümit veya bir başkası yerine koyarak fotoğraf çektirebilirsiniz. Hiç çaktırmam. Tecrübeyle sabittir.
20 Kasım 2024 - Sanki başka bir çağdan gelen umut reçetesi: Federer’in Nadal’a veda mektubu
13 Kasım 2024 - Biraz da “Gayrisafi Milli Mutluluk”tan söz etsek mi?
10 Kasım 2024 - Hani Kamala Harris etkileşim şampiyonuydu, ne oldu bizim Vahşi 25’liklere?
6 Kasım 2024 - Muhalif siyasetçiler Jose Mourinho’nun maç çıkışı açıklamalarından ne öğrenebilir?