Üzerinden epey zaman geçti. O zamanlar oturduğum Beşiktaş – Valideçeşme’deki evime giderken akşam misafir gelecek diye esaslı bir market alışverişi yapıyorum. Hızla eve yürürken mahalle bakkalıyla aynı hizadaki kaldırımda olduğumu fark ediyorum. Eve yaklaşınca “eyvah bakkal market poşetlerini görmesin” diye telaşa kapılıyorum. Hemen karşı kaldırıma geçip park etmiş arabaların ardında kamufle olmak için ani bir hamle yapıyorum. Daha doğrusu yapamıyorum çünkü ters bir adımla bileğim burkuluyor ve korkunç bir acıyla yere yığılıyorum.
Sonradan anlaşılıyor ki ayak bileğimdeki bağlar artık bağlı olmamaya karar vermiş. Böylece 45 gün kadar yatar vaziyette tedavi oluyorum.
Bakkala karşı nezaketim oldukça pahalıya mal oluyor yani. Daha doğrusu buna nezaket demek bile nezaketsizlik. Nihayetinde mahalle bakkalını marketle aldatırken yakalanmamak için yapılan bir hamle benimki. Sanki bakkal marketten alışveriş yaptığımı bilmiyormuş gibi gereksiz bir hassasiyet. Bakkaldan gün aşırı alınan birkaç yumurta, günlük ekmek ve gazeteyle evin dönmeyeceği aşikâr. Nitekim bakkal dükkanının ekonomisi de dönmüyor ve bugün yerinde yeller esiyor.
Sonra lafa gelince, Ekşi Sözlük’lerde filan eski bakkalların kokusunu özlemek diye romantik metinler yazıyor, sosyal medyada hüzünlü müziklerle eski bakkalların fotoğraflarından videolar paylaşıyoruz.
Küçük ve kendimizce çok haklı kararlarımızla marketi tercih eden biz değilmişizcesine bir romantizm.
“Bir enayi ben miyim bakkaldan daha pahalıya alışveriş yapacağım, bir enayi ben miyim malum çevrimiçi alışveriş sitesinde şu kadarken caddedeki kitapçıdan kitap alacağım, bir enayi ben miyim yandaki şerit akarken şeridimde sabit kalacağım, bir enayi ben miyim vergi ödeyeceğim…”
Örnekler paragraflarca çoğalabilir. Bireysel olarak o an için en kazançlı yolu tercih ederken, aslında toplumsal olarak daha büyük olumsuz sonuçlar doğuran bu tarz olayları kafamda çevirirken bunu “bir enayi ben miyim olgusu” olarak adlandırırdım.
Rutin okumalarımı yaparken tesadüf eseri denk geldim; Amerikan akademyası haliyle benden önce davranmış, ta 1966’da bu olayın adı konmuş. ABD’li ekonomist Alfred E. Kahn’ın 1966’da yazdığı makalede bu olgu ‘küçük kararların zulmü’ olarak adlandırılmış.
Kahn’ın makale için seçtiği örnek New York’taki bir tren hattının macerasına odaklanıyor. Tren yavaş olduğu için havalar güzelken herkes bisiklet veya kendi özel arabasıyla yolculuğu tercih ediyor. Ancak havalar karlıyken veya fırtınalı günlerde de bölgede trenden başka seçenek yok. Yani tren hattı sürekli işlemesine rağmen yılın sadece küçük bölümünde talep görüyor ve büyük zarar ediyor.
Kapitalizmin acımasız doğası uyarınca talep ortalaması çok düşük olduğu için arz da son buluyor ve tren hattı kaldırılıyor. Böylece karlı ve fırtınalı günlerde ulaşım neredeyse olanaksız hale geliyor. Tabii Kahn’ın bu makalesi bu örnek üzerinden piyasalarla ilgili temel meselelerden birini de açıklamış oluyor.
Türkiye’de vergi sistemi aslında ‘küçük kararların zulmü’ olgusunun en büyük örneği olabilir. “Bir enayi ben miyim vergimi tam ödeyeceğim” diye diye hep birlikte ‘vergiden kaçınma’nın yollarını arayan bir topluma dönmüşüz. Herkes vergiden kaçınmanın ya da vergi kaçırmanın yollarını arayıp kendince bulunca da büyük resimde ekonomi bambaşka yerlere gidiyor.
Tabii Türkiye’deki vergi oranlarının görece yüksekliği, toplanan vergilerin kullanılma biçimi, sonunda mutlaka çıkacağı bilinen vergi afları, vergi borcunu silme uygulamaları, teşvikler ve verginin vergisini alan tuhaf uygulamalar ayrıca tartışmalı, ama vergisini usulüne göre zamanında ödeyene enayi denmesi de ayrı yerde.
Hâl böyle olunca vergi sisteminin asıl yükü sabit ücretlilere biniyor. Orada da muazzam bir oyun var, ücretlilerin vergisi kanun uyarınca işveren tarafından maaşlarından otomatik olarak kesilerek peşin yatırılıyor. Sonunda, nasıl ve ne kadar vergi ödediğini bilmeyen, hatta vergi ödediğinin bile farkında olmayan milyonlar oluşuyor.
Hep söylenegelir, Batı’da pek çok örnekte olduğu gibi insanlar maaşlarını brüt olarak alsa ve vergisini kendisi ödese hesap sorma kültürü bile farklı şekillenecek.
Bunun demokrasi kültürüne ve tercihlere bile etkisi olacağı açık. Büyük ve kurumsal şirketlerde ortalama üstü maaşla çalışanlar yıl sonuna doğru vergi dilimleri değiştiği için daha düşük maaş alarak bir nebze fark edebiliyor bunu.
Benim kuşağımın çocukluğumda özel okul bir istisnaydı. Zenginin, fakirin, orta hallinin çocuğu çoğunlukla aynı okullara giderdi. Bu aynı zamanda ulus bilinci için de önemliydi.
Son 22 yılın iktidarıyla birlikte büyüyen seküler-muhafazakar kutuplaşmasının hayatın her alanında sonuçları oldu. Bunların en önemlilerinden biri de özel okul sektörünün kontrolsüzce büyümesi.
Böylece devletin en asli görevlerinden olan eğitim yarı yarıya özelleşti ve bu iktidarın da işine geldi.
Ebeveynlerin iki koldan gece gündüz çalışarak, kredilerle, borç harç girdiği ve “çocuğum iyi eğitim alsın da ne olursa olsun” üst başlığıyla dillendirdiği bu sistem hepimiz biliyoruz ki aslen haklı bir endişenin sonucu.
Bir kesim doğal olarak kendi çocuğunu kurtarma telaşına düşünce sıradan bir devlet okuluna çocuk göndermek bir statü kaybı ya da endişesi olarak görülür oldu. Bu da devlet okullarının kalitesini ya da imajını toplamda biraz daha düşürdü.
‘Pilot okul’ gibi ara çözümler bile gelişti. İnsanların biraz daha iyi olduğunu düşündükleri bazı devlet okullarına çocuğunu yazdırmak için kâğıt üzerinde ikamet taşımaları sıradan vaka oldu. Her ebeveynin çocuğu için endişelenmesi ve imkanları dahilinde (ya da imkanları zorlayarak) en güvenli gördüğü yola sapması çok doğal. Ancak bu küçük ve doğal kararların eğitim sistemi üzerindeki zulmü de ağır.
Pisa testleri veya başka değişkenler ve okullarda yaşananlar her geçen gün yüzümüze vuruyor bunu. Sonuçlarını hep birlikte hayatın her alanında yaşadığımız için kimse kurtulmuş olmuyor tabii.
Görüyoruz ya işte, iç ses olarak “bir enayi ben miyim” diye yaşadığımız, biraz daha bilimsel ifade etmeye çalışırsak “küçük kararların zulmü” diye özetleyeceğimiz bu olgu hayatta attığımız her adımda karşımızda.
Öyle ki bazen güzelim çim alanın ortasında çaprazlamasına hiç çim bitmemiş boşluklar görürüz. Onlar belediyenin peyzaj düzenlemesine tepki olarak vatandaşın kestirmeden yürümeyi tercih ettiği yerlerdir.
Hepimiz “bir benim adımımla olmadı ya” diye düşünerek oradan yürür gideriz. Sonra bir yağmur yağar o kestirme balçık gibi çamur olur. Yerinde bulabilirsek yine asıl yola yöneliriz. Kimi zaman asıl yolu yerinde de bulamayız ama suçlayacak birilerini her zaman bulabiliriz.
3 Kasım 2024 - En apolitik takılanlar bile kaçamaz: Teknolojik olan politiktir!
30 Ekim 2024 - Menendez Kardeşler Olayı: TikTok’tan Netflix’e Yeni Medya Yargısının Gücü
23 Ekim 2024 - Gülse Birsel’in dilemması
20 Ekim 2024 - “Yenidoğan çetesi” şüphelisinin sosyal medya profili, zamanımıza dair ne anlatıyor?