‘Şatafat ve jakuzi’ temalı bir yazı yazmaktan kaçarken başıma gelenler

17 Nisan 2024

Bazı yazılar kendi kendini yazdırıyor resmen. Şu belediye başkanlığı devir teslimlerinden sonra başlayan “şatafat” tartışmaları biraz içimi gıdıklıyordu ama bu zorlama politik gündeme hiç girmek istemediğim için görmezden geliyordum. 

Derken yazıyı yazmak için baktığım monitörde görüntü gidiverdi. Genel bir elektrik kesintisi mi diye düşünürken sadece bizim evde sigortanın attığını fark ettim. Sigorta şalterini birkaç kez kaldırdım, her seferinde tekrar attı. Mecburen elektrikçi çağırdım. Kontroller yapıldı. Çamaşır ve kurutma makinesi gibi yüklü cihazlar dahil evde aktif biçimde kullanılan aletlerin hiçbirinin sigortayı attırmadığı anlaşıldı. Ortada tuhaf bir durum vardı. Tek tek prizleri ve hatları denerken en sonunda sorumlunun prizi kitaplığın arkasında kaldığı için hiç kullanılmadığını sandığımız bir hat olduğu anlaşıldı. 

Güvenlik endişesiyle biraz daha derin araştırınca bu hatta varlığını bile unuttuğumuz, bir kez bile kullanmadığımız, bizden önce yapılmış mini jakuzinin de bağlı olduğu ortaya çıktı. Alışmamış banyoda jakuzi rahat durmamış, anlaşılan, tesisatına su sızmıştı. 

Mini jakuzimizin olduğu hattı iptal ettik ve sorun çözüldü (Sonradan fark ettiğim için parantez içi ekledim: Şatafat içinde yaşadığım düşünülmesin diye jakuzinin mini olmasını özellikle vurgulama çabam çok acınası, ama kendime ibret olsun diye tutacağım).

Neden bir ofiste banyo olur? 

Şimdi yazı yazmak için masa başında uydurduğumu düşünenler olacaktır ama samimiyetle vurgulamak isterim ki olaylar aynen böyle gelişti. 

Bunun yazı konusu bulma perilerinden gelen özel bir işaret olduğunu düşünerek başlangıçta hiç girmek istemediğim konuya girmeye karar verdim böylece. 

Bir kez bile kullanmaya heves etmemiş olsam da mini jakuzim artık kullanılır durumda değil. Yazıyı şatafattan bir tık uzakta yazdığımı düşünerek rahat olabilirsiniz. 

Zaten Sancaktepe Belediyesi’nde de iddia edildiği gibi jakuzi yokmuş. Sözcü Tv’de İsmail Saymaz’ın sunumuyla izlediğim videodan gördüğüm kadarıyla orta halli sayılacak bir banyo var. 

Bir ofiste banyonun neden olduğu da sorgulanabilir elbette. Üstünde biraz düşününce fazla mesai durumlarında ya da gün içinde çok bunalma durumlarında ofiste özel bir banyonun varlığı çok da anlaşılmaz gelmedi bana. 

Bunu muhafazakâr kesim gün içinde abdest alma ihtiyacıyla da bağdaştırabilir. Biraz boyutlu düşünmekte fayda var. 

Yine de başkan yardımcıları dahil birden fazla ofiste özel banyo olması durumu çok çok tuhaf bir hale getiriyor, onu bir kabul edelim. Nihayetinde kamu kaynaklarıyla yapılan bir özel tercih bu.

Biraz zorlama bir gündem değil mi? 

Tartışma şatafat kelimesi üzerinden yürüyor ama görebildiğim kadarıyla sadece zevksizlik var ve mobilyalar filan şatafatlı değil ucuz ve üslupsuz bile görünüyor. Şark köşesi vs. üzücü derecede komik detaylar. 

Yine de kim ne derse desin bu gündem bana biraz zorlama geldi. Vurgu zevksizlik üzerine olsaydı daha çok hemfikir olurdum. Ancak zevk kavramı biraz görece bir alanı işaret ettiği için bu vurguyu da çok iddialı yapmak istemem. Ne ofisimi ne de evimi öyle döşerim, der geçerim. 

Yine de üstünde düşününce şatafat tartışmaları bir yana ülkemizde belediye, valilik vb. kurumlarında tutarlı ve hâkim bir mimari üslup olmaması bana her zaman daha üzücü gelmiştir. 

Korkunç lambriler, varaklar, yaslansan ayrı dert yaslanmasan ayrı dert ergonomiden uzak koltuklar, sümen takımları, rastgele asılmış kötü tablolar vs. Bu alanları ziyaretlerimde mekânın tasarımıyla ilgili konuları çoğu kez açarım ve genellikle bir önceki dönemden devralındığını duyarım. 

Asıl sorun şatafat değil

Yıllar önce o dönem CHP Genel Başkanı olan Kemal Kılıçdaroğlu’nu bir vesileyle ofisinde ziyaret ettiğimizde odasının birçok belediye başkanı odasından küçük ve mütevazı olduğu konusunu açmış ve hiçbir cevap içermeyen belli belirsiz, minicik bir gülümsemeyle karşılaşmıştım. 

Kemal Bey onaylamış mıydı, yoksa “ne diyor bu değişik” mi demek istemişti, tam anlayamadım bile. Hakkını vereyim Kılıçdaroğlu’nun odası duvardaki tablosundan aydınlık sadeliğine kadar ziyaret ettiğim onlarca makam odası içinde en samimi olanıydı. 

Nihayetinde kamudaki birçok yönetici kendisinden önceki dönemden devraldığını söyleyip üstünde durmuyor, duranlar da korkunç tercihler yapıyor. Bence şatafattan daha önemli sorunumuz bu. 

Konunun uzmanı bir mimarın bir şeyler yazması ya da iyi bir röportajcının bir mimarla bu konuyu özellikle konuşmasını çok isterim. Çünkü mekân tasarımı hem verimli çalışma için hem de iletişim için önemli bir unsur. 

Bunun yerine oradan buradan gelen plaketler, tuhaf maketler, bir takım anlamsız objelerle dolu bolca dikkat dağıtıcı ve hiç çalışma hevesi yaratmayan mekanlar bunlar. Gösterişten öte bir sorun ve bana kalırsa asıl sorun da bu. Böyle şeyleri tartışmak ülkemizde büyük lüks olduğu için göstermelik lüks ya da şatafatı tartışıyoruz. 

Japon İmparatoru Suudi Prens’e karşı 

Hatırlayanlar olacaktır. 2016 yılında Suudi Arabistan Prensi, Japon İmparatoru Akihito’yu ziyaret ettiğinde görüşmenin gerçekleştiği salonun Japon kültürüne uygun sadeliği sosyal medyada gündem ve espri konusu olmuştu. 

Bir Suudi Prensi o sadeliğin içinde çok tuhaf görünüyordu. Tek bir kare iki ülkenin arasındaki büyük kültür farkını vurguluyordu. 

Türkiye’nin son 22 yılda oturduğu çizgi ortada. Bizim dünyaya verdiğimiz fotoğraflar da “itibardan tasarruf olmaz” adı altında başka bir kültürü yansıtıyor. Onda tutarlı olsak yine bir yere kadar kabul edilebilir, ama o da yok. Her şey birbirinin kötü bir kopyası bile olamıyor. Her yer ayrı telden çalıyor, çünkü bu konuda maalesef bütünlüklü bir tasarım kültürümüz yok. Verdiğimiz mesaj tüm gösterişine rağmen kafa karışıklığından ileri gidemiyor. 

Biraz kibarlaştırarak yazayım, Ekşi Sözlük’çülerin “derdini seveyim butonu” koymak isteyeceği türden bir dert üstüne yazdığımın farkındayım. 

Alain de Botton, Mutluluğun Mimarisi (Türkçede: Sel Yayıncılık, 2007) kitabında “Bir binadan ‘etkilendiğimizi’ söylerken aslında o binanın taşıdığı soylu nitelikler ile çok daha büyük, çok daha üzücü gerçeklik arasındaki zıtlıktan kaynaklanan yarı acı, yarı tatlı duyguyu anlatmaya çalışırız. Güzel bir nesne karşısında boğazımız düğümlenir, çünkü o güzel nesne bize mutluluğun elde edilmesi ne denli zor, istisnai bir şey olduğunu hatırlatır” diyor. 

Bu çirkin ve üslupsuz çalışma alanları da bize sadece mutsuzluğun hiç istisnai bir şey olmadığını hatırlatıyor olabilir mi? O ofislerde halk yararına bir mutluluk üretilebilir mi? 

Benim bu şatafat tantanasından çıkardığım iki soru bu. Cevapları hep birlikte düşünelim. 

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.