Bankasına aşık müşteri azalıyor
Son 20 yıl içinde hem taraftar hem basının profili değişti. Taraftarların yerini koltukları için yüksek para veren müşteriler, haber verenlerin yerini kulüplerin çıkarlarını koruyan muhabirler aldı.
Quo Vadis, dünyanın bütün dillerinde kullanılan Latince bir deyiştir. “Nereye gidiyorsun” anlamına gelir. Efsaneye göre, Hıristiyanlığı yaymakla görevli havarilerden Peter, İmparator Neron’un zulmünden ve muhtemel bir çarmıha gerilmekten kurtulmak için Roma’dan kaçar. Yolda giderken, sırtında haçını taşıyan Hazreti İsa’ya rastlar. Peter sorar..
“- Quo vadis?.”
İsa cevap verir..
“- Romam vado iterum crucifig!”
Türkçesi..
“- Roma’ya tekrar çarmıha gerilmeye..”
Peter bunun üzerine, Roma’da bırakıp kaçtığı görevini hatırlar. Cesaretini toplar ve geri döner. Sonra da Aziz ilan edilir, St. Peter olur.
Geçen yıl kasım ayında hayatını kaybeden Hıncal Uluç ‘Qua vadis’ deyişini bu satırlarla anlatır. Fenerbahçe taraftarının son 1 yıl içinde yaptıklarına bakınca bu soruyu sormak gerekiyor: Qua vadis taraftar?
Eskiden rakipler için cehennem olan Kadıköy, yeni nesil taraftarlarla birlikte artık sarı lacivertli futbolcular, yöneticiler için kabus. Uzun yıllar boyunca kazanılan derbilerden sonra baskı artık Fenerbahçe’nin üstünde. Ülker Stadı’nda en ufak hatada homurtular yükseliyor. Tahammülsüzlük yüzünden futbolcuların eli ayağına dolaşıyor. Mesela Avrupa Ligi’nde Sevilla kalesi baskı altına alınmışken taraftar takımı adeta sabote ediyor, sahaya yabancı madde atarak rakibin toplanmasını sağlıyor. Peki stadyumdaki Fenerbahçeliler hangi ruh haliyle bu hareketleri yapıyor? Bunu biraz tartışmak gerek…
Maçlara giden Fenerbahçeli taraftarların hepsinin hem fikir olduğu bir konu var. Deplasmandaki maçlarda tribün tek ses oluyor. Herkesin takdirini topluyor. Çünkü deplasmana taraftarlar gidiyor. Artan fiyatlar, taraftarı sahadan uzaklaştırırken yerine müşteri profili geldi. Fenerbahçe tribünleri tatminsiz bir patrona benziyor. Bir türlü mutlu olmuyor. Futbolcuların hatalarında tribünlerden bir hoşnutsuzluk sesi, ıslıklar yükseliyor. Burada sosyal medyanın da etkisi görünüyor. Elindeki değerlere ‘çöp’ demek onları değersizleştirmek birçok sosyal medya kullanıcısı için günlük spor haline gelmiş durumda. Artık maç yerine telefonlara bakılıyor, etkileşim peşinde koşuluyor.
Tabii bunu sadece Fenerbahçe taraftarı için söylemek haksızlık. Başarı gelmediği dönemde bütün takımların taraftarları benzer tepkileri gösteriyor. 3 sezon önce Galatasaraylı futbolcuların yaşadıkları ortada…
Buradan geçmişe gidiyorum. Şu andaki taraftar profili eğer 2000-2001 sezonunda bulunsaydı sarı lacivertlilerin şampiyon olmama serisi muhtemelen 30. yılına girmişti. O sezonda Galatasaray, 4 yıl şampiyon olan kadrosunun çoğunu korumuş UEFA Kupası’nı almıştı. Ligin en büyük favorisiydi. Uzun süredir şampiyon olamayan dönemin Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım belki son kozunu oynayarak teknik direktörlüğe Mustafa Denizli’yi getirdi. Ligin son haftalarına girilirken şampiyonluk yarışındaki takımlardan Gaziantepspor, Fenerbahçe’nin konuğu oldu. İlk yarı bittiğinde konuk takımın 3-0’lık üstünlüğü tabelada yazıyordu. İkinci yarı başlarken Fenerbahçe taraftarı tek ses olarak futbolcuları çağırdı. “Bizler inandık siz de inanın, bizim için bu maçı alın” diye bağırarak futbolcuları motive etti. İkinci yarı Kanarya mükemmel bir dönüş gerçekleştirdi ve Gaziantepspor’u 4-3 mağlup etti. Sezon sonunda şampiyon Fenerbahçe oldu. Tabii o zaman sosyal medya ve böyle bir seyirci profili yoktu. O maç taraftarın kazandırdığı bir karşılaşma olarak tarihe geçti.
Ben de basın tribününde bu tarihi maçı seyredenler arasındaydım. O zamanlar basında bırakın bir takımın amigoluğunu yapmayı, basın tribününde gol diye bağırmak bile ayıp hatta suç sayılırdı. Bu nedenle TSYD tarafından çeşitli cezalar verilen gazeteciler vardı. 23 yıl sonra geldiğimiz noktada bazı muhabirler kendilerini kulüp temsilcisi sanıyor. Kulübün çıkarlarını korumak için bazı bilgileri sakladığını göğsünü gere gere söylüyor, bazen bile isteye yanlış bilgi veriyor. Tabii ki burada tek suçu muhabirlere atmak kesinlikle doğru değil. Zaman içinde onların kulüp yöneticileriyle ilişkisini geliştirmesini isteyenleri, maaş aldığı kurum yerine kulübün çıkarları dorultusunda hareket ettiklerinde hesap sormayan şefleri unutmamak gerekiyor.
Maziden bahsetmişken 16 Kasım 2005’te oynanan ve futbol tarihimize utanç gecesi olarak geçen Türkiye-İsviçre maçından bir örnek vereyim. Türkiye, maçı 4-2 kazanmasına karşın Dünya Kupası biletini rakibe vermiş ve maç sonunda teknik ekip, futbolcular İsviçrelilere fiili saldırıda bulunmuştu. Kapanan Radikal gazetesinin spor servisi Uğur Vardan önderliğinde yaşananları sayfalara taşımış ve bu gazetenin manşeti olmuştu. Çünkü gazetecilik bunu gerektiriyordu. Şu anda haber veren basın mensupları suçlanıyor hatta sosyal medyada linç ediliyor. Bu durumda ‘Qua vadis spor basını?’ diye sormak ve hatırlatmak gerekiyor: Gazetecilik kamu yararı için yapılır, belli bir zümre ve grubu korumak için değil.
30 Ekim 2024 - El Clasico’da ‘centilmenler’ İstanbul derbisinde ‘ergenler’
16 Ekim 2024 - Futbol Federasyonu’nda bu kez de Lale Cander krizi… İşte krizin perde arkası
11 Ekim 2024 - Maraton asla maraton değil: Ekrem İmamoğlu etkisi
24 Eylül 2024 - Budapeşte’nin gösterdikleri: Türk satrancı hamle bekliyor