Microsoft uyardı: Çin yapay zekayla ABD, Güney Kore ve Hindistan seçimlerini hedefliyor
Derin denizler hâlâ büyük bir gizem. Her hafta okyanuslar altından birçok yeni bilgi ediniyoruz. Bu hafta, 2018 yılında keşfedilen Ahtapot Bahçesi'ndeyiz. Burası doğumla ölümün kesiştiği yer. Ama en azından kuluçka döneminde zayıf düşen ahtapotlar ile yavruların avcılara takılma riskini azaltıyor.
Bu hafta ’10’ca bilim arasından’a Mars’ta koloni kurma planıyla başlıyoruz, ardından kara deliklerin hız sınırını ölçüyoruz. Rotamızı yeniden Dünya’ya çeviriyor, tropikal ormanlara giriyor, aşırı sıcaklardan fenalaşanların sadece insanlar ve hayvanlar olmadığını görüyoruz. Topraktan uzaklaşıp okyanusların derinliklerine iniyor ve ahtapotlar, domuz balıklarıyla dolu bir yolculuğa çıkıyoruz. Haftayı son olarak akademik dergilerin yapay zeka karşısındaki endişesiyle sonlandırıyoruz.
Sizce uzun vadeli bir görev için kurulacak Mars üssünü ayakta tutabilmek için kaç insan gerekir? Oksijen ve yakıt lojistiğinden tutun da psikolojik sorunlara kadar çok sayıda değişkeni göz önünde bulundurursak bu, cevaplaması epey zor bir soru olarak görünebilir. George Mason Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, henüz hakem denetiminden geçmemiş yeni bir çalışmada, hayatta kalmak için yalnızca 22 kişiye ihtiyaç olduğu sonucuna vardı. Bu, en az 100 kişiye ihtiyaç duyulduğunu öne süren önceki çalışmalara kıyasla oldukça düşük bir sayı. Ekip, önceki çalışmaların gerçekliğe dayalı olmayan varsayımlarda bulunduğunu öne sürüyor.
George Mason Üniversitesi’nde hesaplama ve veri bilimleri alanında doçent olan Anamaria Berea, The Register’a verdiği demeçte, “İnsanları genellikle kişisel motivasyonlardan, heterojenlikten ve adaptasyondan yoksun sayılar ya da parçacıklar olarak ele alma eğilimindeyiz. İnsan grupları, sonucun parçalarının toplamı değil, karmaşık sistemlerdir. Her sosyal sistem adaptasyon, gelişim ve doğrusal olmayan dinamiklerin özelliklerini sergiler” dedi.
Ekip ayrıca Dünya ile Mars’taki yaşam alanı arasında yakın bir ilişki olduğunu belirtiyor, bu da koloninin o kadar da bağımsız olmayacağı anlamına geliyor. Berea, “X sayıda insanı bir yere gönderip hayatta kalmalarını sağlayabileceğiniz bir senaryo pek mümkün değil. Çünkü onlarca ve yüzlerce insanı uzaya göndermek, ikmal mekikleri göndermekten çok daha pahalıya mal oluyor” diye belirtiyor.
Çalışmadan çıkan ilginç bir bulguyu da belirtmekte fayda var: Koloniye gönderilecek ‘nevrotik’ insanların sayısını olabildiğince az tutmakta fayda var. Makalede bu konuyla ilgili olarak, “Simülasyonda nevrotik bir kişiliğe sahip kişiler, başka psikolojik özelliklere sahip olanlardan daha çok öldü. Halbuki bu kişilerden az olduğunda kolonidekilerin sayısı sabit kaldı” denildi.
Kara delikler fazlasıyla yoğun oldukları için yerçekimleri ışık da dahil olmak üzere çok yakınına gelen her şeyi kalıcı olarak içine çekiyor. Bu yüzden kara delikleri siyah olarak görüyoruz. İki kara delik birbirinin çekim alanına girdiğinde ya çarpışmak zorunda kalıyor ya da geri tepiyor. Geri tepme senaryosu gerçekleşir de uzaya doğru uçarlarsa en fazla ne kadar hıza ulaşabilirler? Bilim insanları bu olası hız sınırını hesapladı.
Physical Review Letters’da yayınlanan çalışmada, bu hız limitinin saatte 63 milyon mil olduğu sonucuna varıldı. Bu da kabaca saniyede 17 bin 500 mil, yani ışık hızının onda biri anlamına geliyor. Biraz daha somutlaştırarak örnek verecek olursak Dünya’nın etrafının 1,4 saniyede dönülebileceği bir hız. Rochester Teknoloji Enstitüsü’nden matematik ve istatistik profesörü olan Lousto, Live Science’a verdiği demeçte yeni keşfedilen hız sınırının ‘evrendeki en küçük nesneden en büyük nesneye kadar’ her şeyi anlama şeklimizi değiştirebileceğini söylüyor.
Ekip, Einstein’ın genel görelilik kuramını baz alarak etkileşim halindeki iki kara deliğin zaman içinde nasıl değişeceğini simüle etti. 1381 farklı simülasyon gerçekleştiren ekip, her biri için en yakın yaklaşma noktası ve dönme hızı gibi unsurları değiştirdi. Biraz önce de belirttiğimiz gibi bu deneylerin sonucunda geri tepen kara deliklerin ulaşabileceği en yüksek hız sınırı yaklaşık 63 milyon/mil saat.
Ancak bu, bugün bildiğimiz fizik yasalarıyla oluşturulan bir denklem. Ya gökbilimciler bu hız sınırını aşan kara delikler gözlemlerse? Böyle bir gizem, bilim insanlarını yeni, bilinmeyen fizik yasalarına yönelmeye zorlayabilir. Tabii bu bildiğimiz fiziği alt üst eden ilk keşif değil. Daha önce de mevcut fizik yasalarında bir şeylerin eksik olduğunu gösteren başka gizemlerle karşı karşıya kaldık. Öyle ya da böyle hız sınırını aşan kara delikleri incelemek, evrende neler olup bittiğine dair daha fazla ipucu bulmak için iyi bir fırsat.
Geçen haftalarda Perseid meteor yağmuruna doymuş olabilirsiniz ancak yeni bir şölen kapıda, hem de 30 Ağustos’ta. ‘Mavi ay’, iki dolunayın aynı aya denk gelmesine deniyor. Ay döngüsü ortalama 29,53 gün sürüyor, bu nedenle çoğu zaman tek bir yeni ay ve tek bir dolunay görüyoruz. Ancak bazen işler öyle bir hal alıyor ki bir ay diğerinden dolunay çalıyor. ‘Mavi süper ay’ dediğimiz hava olayı, bu yılın son süper ayı olma niteliği taşıyor. Ayrıca bu yılki dolunaylar arasında da en parlak ve büyükçesi olacak. Tabii Perseid meteor yağmurunun sonuna denk geleceği için, Perseid’i biraz sönük uğurlamış olacağız. Biz sizin yerinizde olsak 30 Ağustos’ta mutlaka süper ayı izlerdik, zira bir sonraki süper ayı Mayıs 2026’ya kadar göremeyeceğiz.
Nasıl ki biz insanlar sıcağa dayanamayıp fenalaşıyorsak, yaprakların da bir ısı eşiği var. Bilim insanları ilk olarak 1864 yılında bazı bitkilerin yapraklarının 50 dereceye kadar hayatta kalabildiğini, ancak bu eşiği geçtiklerinde yok olduğunu ortaya çıkarmıştı. Araştırmacılar aradan 150 yıl geçtikten sonra da benzer bulguların peşinde. 2021 yılında 147 tropikal ağaç türü üzerinde yapılan bir çalışmada ortalama sıcaklığın 46,7 derece olduğu ortamlarda fotosentez faaliyetinin başarısız olduğu görüldü. Nature dergisinde yayımlanan çalışma, tropikal ormanların yukarı kesimlerinde kabaca her 10 bin yapraktan birinin yılda en az bir kez fotosentez yapamayacakları kadar yüksek sıcaklıklara maruz kaldığını gösteriyor.
Bu miktar şimdilik önemsiz gibi görünebilir ancak daha bir ay önce dünyanın en sıcak ayını geçirdik, iklim değişikliğine bir an önce el atılmazsa bu sıcak havalar yeni normalimiz olacak ve bu da fotosentez sorununun daha da artacağı ve ormanların büyük hasar göreceği anlamına geliyor. Yapılan simülasyona göre tropikal ormanlarda mevcut sıcaklıkların yaklaşık 4 derece üzerine çıkılması yaprakların topluca ölmesine neden olabilir. Araştırmacılar, sera gazı salınımlarının bu yüzyıl boyunca artmaya devam ettiği kötü durum senaryosunda 2100 yılına kadar bu miktarda bir ısınmanın mümkün olabileceğini söylüyor. Bilim insanları yine de bu tahminin belirsizliklerle dolu olduğunun altını çiziyor.
Bilim insanları binlerce ahtapotun üremek, kuluçkaya yatmak ve ölmek için Pasifik Okyanusu’nun derinlerindeki uzak bir deniz dağına gitmesinin nedenini ortaya çıkardı. Kaliforniya’da yer alan ve ‘Ahtapot Bahçesi’ olarak bilinen bu yer, hem ahtapot embriyolarının büyümesini hızlandıran hem de hayatta kalmalarını sağlayan bir ılık su vahası. Bölgeye 14 dalış gerçekleştiren dalgıçlar bu ahtapotların olağanüstü görüntülerini yakaladı. Bu dalgıçlar bahçedeki keşifleri sırasında 6 bin ahtapotla karşılaştı, ancak toplam popülasyonun bu sayılandan en az üç kat fazla olabileceğini tahmin ediyorlar. Ayrıca karşılaştıkları dişilerin tamamı, normalde 1.6 derece olan derin deniz sıcaklığının aksine yaklaşık 11 derece sıcaklığa ulaşan termal kaynakların çevresini mesken bellemişti.
Binlerce ahtapotun 823 dönümlük araziyi kapladığını bir düşünün. Bilim insanları üreme alanı bile olsa neden bu kadar çok sayıda ahtapotun burada toplandığını merak ediyordu. Science Advances dergisinde yayımlanan çalışmada araştırmacılar, ‘bölgedeki derin deniz sıcaklıklarının ahtapotlar ve sıcağa dayanıklı türler için gerekli olabileceği’ sonucuna vardı. Ayrıca bu ‘eşsiz ve gizemli habitatın büyük bir kısmı henüz keşfedilmemişti. Ahtapotların neden burayı tercih ettiğini anlamak için bu canlıların üreme serüvenine bir göz atalım mı?
Ahtapot Bahçesi’ne akın eden inci ahtapotları, tek yönlü bir yolculuk yapıyor. Çünkü bu canlılar üredikten sonra yok oluyor. Sonuç olarak bu alan, yavrularını kuluçkaya yatırırken enerjilerini yavaş yavaş tüketen dişi ahtapotlar ve ölen annelerinin yanı başında doğan yavrular göz önünde bulundurulduğunda yaşam ve ölümün kesişimi gibi. Savunmasız yumurtalar, yavrular ve ölü ahtapotlar; anemonlar, karidesler, balıklar ve salyangozlar gibi yırtıcı ve leş yiyicilerin besinini oluşturuyor. İşte ahtapotların bu alanı seçmesinin sebebi de tam olarak bu. Bazı derin deniz ahtapotlarının kuluçka süresi dört yıl sürerken, Ahtapot Bahçesi’ndeki yavrular için iki yıllık kuluçka süresi yeterli oluyor. Böylelikle dişi ahtapotlar kendilerini toparlamak ya da hiç olmazsa avcı saldırısından kaçabilecek güce bir ihtimal sahip olabiliyor. Kuluçka döneminin daha hızlı geçmesi yumurtaların avlanma, hastalık ve diğer tehditlere maruz kalma olasılığını azaltabiliyor.
Domuz balıkları genellikle kamuflaj olmak için renk değiştirme yeteneklerini kullanıyor. Bu özellik başlı başına büyüleyici değilmiş gibi, çevrelerini ‘görmelerine’ yardımcı olabilecek ışıkları algılayan bir deriye de sahipler. Yine de araştırmalar, domuz balıklarının çevrelerini görmek için sadece derilerine bel bağlamadıklarını gösteriyor. Hatta derilerindeki görme yetilerini daha çok ‘kendilerini görmek için kullanıyor olabilirler’.
Nature Communications dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, ekip bu davranışı incelemek için domuz balığının derisinden örnekler aldı, mikroskop altında analiz etti ve renk granülleri içeren kromotofor adı verilen birçok hücre gördüler. Renk granülleri hücre içinde hareket ediyor. Birbirlerine yaklaştıklarında şeffaf hale gelirken, dağıldıklarında renkler daha koyu görünüyor. Araştırmacılar kromatoforların altındaki hücrelerde bulunan ışığa duyarlı proteinin yerini de tespit etti ve bunun, domuz balığının derisine çarpan ışığın, ışığa duyarlı bu tabakaya ulaşmadan önce kromatoforları geçmesi gerektiği anlamına geldiğini söyledi. Bu da balığın, ışıktaki değişiklikleri algılayarak pigment dolu kromatoforlardan süzmesini sağlıyor.
Duke Üniversitesi’nde biyolog ve aynı zamanda çalışmanın yazarı olan Sönke Johnsen, “Bu hayvanlar kelimenin tam anlamıyla kendi derilerinin içinden bir fotoğraflarını çekiyor” diyor. Araştırmacılar derinin tam olarak bir göz gibi işlev görmediğini, daha ziyade bu canlının renk değiştirirken kendi derisini izlemesini sağlayan duyusal bir geri bildirim mekanizması olduğunu söylüyor.
Üretken yapay zekanın hızlı yükselişi akademik çevrelerde de endişelere yol açtı. Lise öğretmenleri ve üniversite profesörleri, öğrencilerin verilen ödevlerin ne kadarını kendilerinin yaptığını kestiremiyor. Haber kuruluşlarının yapay zeka tarafından kaleme alınan makaleleri yayına aldığı ortaya çıkıyor. Şimdi de hakemli dergiler yazarların, bazen ana hatları bazen taslağı bazen de tüm makaleyi yazması için üretken yapay zeka kullanmış olduğu ancak yapay zeka kullanımını açıkça belirtmedikleri başvurularla boğuşuyor. Dergilerin bu soruna karşı yaklaşımı nasıl mı?
Amerikan Tıp Derneği tarafından yayınlanan makaleleri içeren JAMA Network, üretken yapay zekanın yazar olarak listelenmesini yasaklıyor ve ne amaçla kullanıldığının açıklanmasını istiyor. Science bünyesindeki dergiler, yapay zeka tarafından üretilen metin, şekil, görüntü veya verilerin editörlerin izni olmadan kullanılmasına izin vermiyor. PLOS ONE, yapay zeka kullanan kişilerin hangi aracı nasıl kullandığını ve üretilen bilginin geçerliliğinin nasıl değerlendirdiğinin ayrıntılı olarak açıklanmasını zorunlu kılıyor. Nature da yapay zeka tarafından üretilen görüntü ve videoları yasakladı ve dil modellerinin kullanımının açıklanmasını şart koştu. Birçok derginin politikası, yazarları yapay zeka tarafından üretilen bilgilerin geçerliliğinden sorumlu kılmaya yönelik.
Uzmanlar ise akademik dünyada üretken yapay zeka kullanırken bir denge kurulması gerektiği kanaatinde. Sonuçta yapay zeka yazma sürecini daha verimli hale getirebilir ve araştırmacıların bulgularını daha net aktarmasına yardımcı olabilir. Ancak söz konusu teknoloji şimdiye kadar hazırladığı başka türden yazılarda yanıtlarına sahte referanslar ekledi, olmayan şeyler uydurdu ve internetteki cinsiyeti/ırkçı içeriği aynen tekrarladı. Dolayısıyla hakemli bir dergide böyle hataların yer aldığı bir bilimsel yazının yayınlanması sorun yaratacaktır. Araştırmacılar arasında bu üretilen yanıtları sıkı bir incelemeden geçirmeden kullananların çıkması, araştırmalarında ince eleyip sık dokuyan ve belli başlı konularda işini kolaylaştırmak için yapay zekaya başvuran kişiler de dahil olmak üzere herkesi zan altında bırakabilir. Öte yandan yapay zeka kullanımının itiraf edilmemesi, yazarların üretken yapay zeka içeriğini kendilerine aitmiş gibi göstermeleri anlamına geliyor ki bu da etik açıdan intihal olarak tartışılabilir.