Istakoz’dan sonra ‘Rolex’ kazası: AK Partili kalemler değişim istiyor, kulislerde ne konuşuluyor?
İnsanın kendini değiştirmesi mümkün mü? Ya da, biz kendi küçük dünyamızı değiştirmeye bile cesaret edemezken, nasıl koca dünyayı değiştirebileceğimize inanıyoruz?
Bugün biraz değişimi başlatmakla ilgili konuşalım. Değişim, dönüşüm… Hepimiz suyunu çıkardık biliyorum, olsun, yine de yazacağım. Hepimiz birilerinin, bir şeylerin değişmesini bekliyoruz. Çocuklarımız değişsin, eşimiz değişsin, patronumuz, iş arkadaşımız, evimiz, arabamız değişsin… Peki biz ne olacağız? Sizi duyuyoruuummmm. “Sen istersen değiş Tuğrulcum, ben iyi bir eş, başarılı bir çalışan, fedakar bir ebeveyn, anlayışlı bir komşu, hayallerine ulaşan bir insanım” diyorsun değil mi? İşte BEN’leri değiştirmek çok zor. Kendimize aşığız, biz olması gerekeniz. Peki, buna rağmen neden kendimizle baş başa kaldığımızda içimizde bir boşluk var, neden aslında mutsuzuz? Ya da, biz kendi küçük dünyamızı değiştirmeye bile cesaret edemezken, nasıl koca dünyayı değiştirebileceğimize inanıyoruz?
İşin kötü tarafı ne, biliyor musun? Hepimiz değişim hikayelerine bayılıyoruz. Çünkü o hikayeler, gizliden gizliye, kendimize bile itiraf edemeden kurduğumuz hayallerin yankısı. “Bir sabah uyandım, kendimi kurumsal hayata ait hissetmiyorum dedim. Aldım bavulu çıktım evden. 2 yıl boyunca dünyayı gezdim.” Müthiş hikaye değil mi? Gelsin hemen bizim şirkette workshop yapsın. Peki ya şu? “Sabahtan akşama kadar ekrana bakıp rakamlarla, formüllerle konuşmak beni çok yormuştu. Ben insan seviyordum. Bir gece, direktörüme bir mesaj attım. (Ben yarın işe gelmiyorum!) ne bileyim gezgin, çiftçi olacağım ya da otel işleteceğim.” Müthiş, oteli açar açmaz haber ver, arkadaşlarla kalmaya gelelim.
Anlayacağın sevgili okuyucu, cesaret etmezsek, bize rahat batmazsa, alıp aynayı kendimize bakmazsak; ne biz ne hayatımız ne de çevremiz değişiyor. Peki nereden geliyor bu özgüven? Neyime güvenip de bunca ahkam kesiyorum? Çünkü bana rahat battı. Çünkü değişim için canım gerçekten yandı.
-Hayatımın ikinci yarısı, birinci yarısından daha iyi geçecek…
Bunu söylemek için çok sebebim var.
Evet, hayatımın ilk yarısında
-daha enerjik,
-daha çok koşturan,
-daha hızlı düşünen ve
-daha hızlı karar veren yanlarım öne çıkıyordu.
Doğru ya da yanlış kararlar…Bir önemi yok, hâlâ iyi kararlarımı, kötü kararlarıma borçlu olduğuma inanmaktan vazgeçmedim. İyi ki yapmışım ve yaşamışım.
İş hayatı benim için adrenalin demekti! Yeni bir iş, yehuuuu! Yeni ülke, giderim vaaaavvv! Başarı, dibine kadar kutlarım! Başarısızlık, hakkıyla yaşarım! Peki ya 2 kızım? Yapacak bir şey yok, bekleyecekler. Eşimin doğum günü? Yönetim kurulu önce gelir. Biliyorsun işte bizim kuşağı, iş iş iş…!
Hepsi safsata, şimdi gençleri gördükçe daha iyi anlıyorum. Neden çalışıyorsun? Daha iyi yaşamak, çocuklarını daha iyi yaşatmak için. Yılın 360 günü benim babası olduğumu unutan çocuk, 5 günlüğüne 80 yıldızlı tatil köyüne benle gitse ne yazar. Evet çok çalışmak ve üretime devam etmek önemli ama ‘sevdiklerinle’ geçireceğin zamandan çalmamak çok daha önemli!
Hayata bakışım Rusya’da geçirdiğim 11 yıl içinde değişmeye başladı. Orada doğum günleri kutsaldı. Hele 50’nci yaşına giriyorsan, resmen bayramdı. 250 kişilik doğum günü kutlamasına katıldığımı bilirim. Şirkette doğum günü varsa şenlik demekti. Hele baharın gelişini müjdeleyen Maslenitza-Bahar Bayramı günü, genel müdür olarak şirkette büyük toplantı odasında ekibime krep yapıp sonra da birlikte yediğimiz günlerin sayısı çoktur. İşte bu farkları gözlemleyip öyle ikinci yarıya hazırlandım.
İkinci yarıyı nasıl mı yaşıyorum?
Biliyorsun işte, 54 yaşımda emekli oldum. Tabii ki evde oturup göbeğimi sevmek için yapmadım bunu. Arayacaktım. Ne istediğimi, nasıl mutlu olduğumu arayacaktım. Emekli olur olmaz gençlere koştum, girişimci gençlere. Her birinin ayrı derdi vardı. “Nasıl kitlesel bir pazarlama kampanyası yaparız?” diyorlardı, “Hedef ne, bütçe ne diyordum.” Hedef milyonlara ulaşıp markamı konuşturmak, bütçe 10.000 TL diyordu. Gece uykularım kaçarak o kitlesel hareketi düşündüm, neden mi? Çünkü o genç hedefinin bütçe bağımsız olduğunu biliyordu. İsterse yapabileceğini de biliyordu.
“Ofis tuttuk, mutlaka gelin Tuğrul Bey!” diyorlardı, koşarak gittiğimde, benim masam kadar bir oda ile karşılaşıyordum. Ama tüm kalbimle tebrik edip, çak! yapıyordum. Neden mi? Çünkü çok kısa zamanda o tutkunun çok deneyimli bir iş insanını ekibe dahil edecek güce kavuşacağını biliyordum.
“Microsoft globalin AI direktörüne ulaşmamız gerek Tuğrul Bey!” diyordu. “Bu kadar da uçulmaz!” diyordum. Sadece 3 hafta sonra, “Tuğrul Beeeyyyy başardık!” dedi. Şaştım kaldım. Bu kadar anıdan ne mi çıktı? Değişimi cüret, cesaret ve tutku yaratıyor. Oturdum kendi tutkumu sorguladım.
Deneyimimin gücünü biliyordum. İş dünyasında benden çok daha deneyimli, sıkışıp kalanların da olduğunu biliyordum. Ne mi yaptım? Ben de cesaretimi topladım, “Genwise, köprüden önceki son çıkış!” dedim. Ortağımla birlikte, girişimci ve yaşça olgun insanlar yaratmaya karar verdik. Mutlu muyum? Anlatılmaz! Benim değişimim, onlarca değişimin anahtarı oldukça tarifsiz bir tatmin yaşıyorum.
Genç arkadaşlarım gecenin yarısı kapımı çalıyor, “Falancayı işe alacağız ne yapalım” diyor. Sabaha kadar kritik ediyoruz. Genwise’ın geleceği ne olacak diyorum, genç arkadaşlarımla cumartesi sabahtan akşama yol haritası çıkartıyoruz. Bizim alıştığımız gibi “Aman kırılır, aman söylemeyeyim içimde kalsın” yok burada. Sonuna kadar dürüstüz. “Saçmalama abi, olur mu öyle iş!” diyoruz mesela. Sonuçlar ne mi oluyor? Her akıl birleştirmemize kadeh kaldırıyoruz. Çünkü ortak akıl hep kutlanacak sonuçlar doğuruyor.
Biliyorsunuz bizim kuşak pilot çalışmaları çok sever. Kurumsal hayat, mutsuzlukla eşleşmemeli bence. Cesaretin yok mu işten çıkmaya? Kurum içinde girişimciliğin öncüsü ol. Benim en gurur duyduğum işlerimden biri o mesela. Her şey rutin giderken, herkes “Acaba bugün kaç mail var?” diye ofise girirken, duvarlar ilginç posterlerle doldu. “Kendi işini kur, iş planını yap, sermaye mi? Korkma, şirket olarak yanındayım. Sermayen bizden!” İşte o gün, en sabit ritüel bile en büyük heyecana dönüşüyor.
Neyse, uzattım yine. Sözümün özü şu sevgili okuyucum; sen değiş ki, dünyan değişsin. Sen değiş ki, dünyamız değişsin!