Duygu Sağıroğlu: ‘Bitmeyen Yol’dan, sinemamızın profesörlüğüne uzanan bir macera
Adile Naşit deyince akan sular durur bu memlekette. Ekol yaratan, sinemada ve tiyatroda ezber bozan bir kişilikti o. En önemlisi yaşadığı acılardan sevgi dolu ve bilgece bir persona yaratmasıydı. Bugün Adile Naşit'in ölüm yıldönümü.
Cumhuriyet döneminde sahneye çıkan ilk kadın oyunculardan ve bir dönemin yıldız ismi Şevkiye May, Adile Naşit çiçeği burnunda tiyatrocuyken sahnede onun da rol aldığı bir oyunu izledikten sonra kulise gider ve Naşit’e “Ben senin ablan sayılırım Adileciğim, sana bir nasihat. Bu çarpık bacakların ve bücür boyunla tiyatroda asla başarılı olamazsın. Yol yakınken dön” der.
Bu alelacele abla nasihatının ardında elbet Şevkiye May’ın da zihnine yerleşmiş büyük ve köklü bir ezber bulunmaktadır. Oyuncu fiziksel olarak alımlı, cazibeli olmalıdır. O dönem yerleşik bir mesleki kural ve bir doğru olarak kabul gören bu ezberin aslında yeteneği ve zekayı dışlayan bir yanı vardır. İşte Adile Naşit ömrü boyunca hem tiyatroda hem de sinemada yeteneği, oyunculuk zekasıyla bu büyük ve köklü ezberi bozar. Bir ekol yaratır.
Adile Naşit o gün Şevkiye May’a kulak vermiş olsa onu belki hiçbirimiz tanımayacak, oyunculuğu fiziğin yeteneğe baskın geldiği bu ezber çerçevesinde algılayıp yolumuza devam edecektik. Ama Adile Naşit o gün kalbi biraz kırılsa da bu abla nasihatını ciddiye almadı. Ve kısa süre sonra bizzat Şevkiye May’ın zihnindeki ezberi nasıl yıktığını gördü. Çünkü May, Naşit’i daha sonra ‘Fuar Yıldızı’ adlı oyunda izleyecek, tavsiyesiden ötürü Naşit’ten özür dileyecekti.
Bu ezberin bozulması peki kolay mı? Değildi elbet. Özellikle onu herkesin tanımasını sağlayan filmlerin üretildiği Yeşilçam’da varolan star sistemi bu oyunculuk ezberi üzerine kuruluydu. Başrolde yakışıklı jönler; güzel, alımlı kadınlar, onların çevresindeyse filmleri sürükleyen hakiki oyuncular.
Adile Naşit özellikle filmlerde başrol insanı olmadı ama oyunculuğu ile yıldızlaştı hep. Onun yıldızlığını Yeşilçam da kabul etmek zorunda kaldı. 1976’de ‘Aile Şerefi’ filminin setindeyken onu arayan Ertem Eğilmez’in “Hazırlan Adile Antalya’ya gidiyorsun. Ödül almışsın” dediği zaman Adile Naşit şaşkındı. “Hangi yardımcı rol için” sorusu dökülecekti ister istemez ağzından. Ertem Eğilmez’in “Doğrudan baş kadın oyuncu olarak alıyorsun ödülü” cevabı karşısında durup bir düşünecekti, “Doğru muydu Ertem Bey’in söyledikleri” diye. En İyi Erkek Oyuncu ödülü Cüneyt Arkın’a verilmişti o yıl. Ve “Cüneyt’in karşısında Türkan değil, Hülya değil, Fatma Girik değil, Müjde Ar değil de ben…” “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı” ve “İşte Hayat” filmlerindeki performansıyla bu ödüle layık görülmüştü. Ve Antalya Film Festivali tarihinde ilk defa En İyi Kadın Oyuncu Ödülü star olarak bilinen kadın oyuncular dışında bir isme gidiyordu.
Vakti zamanında Şevkiye May’ın ezberini bozan Adile Naşit 1976’da Yeşilçam’da bir tabuyu, kuralı yıkıyor, star sisteminin merkezinde adeta bir delik açıyordu ve yıldızlar arasına kendi adını yazdırıyordu. Bu değişime şaşırıyordu işte.
Çünkü Adile Naşit’in yıllar süren oyunculuk hayatındaki amacı salt bu değildi. Bu durum bir sonuçtu. O iyi bildiği ve sevdiği işini yapıyordu sadece. Sahne dünyasının insanın kimyasını bozan girdaplarına kapılmadan, 13’ünde başladığı oyunculuk mesleğini hep iyi bir şekilde icra etmek için uğraştı durdu. Sistemin dayattığı güzellik tanımının dışında olduğunu o da biliyordu. Ama şunu da biliyordu, oyunculuk özünde fiziksel güzellikle ilgili bir şey değildi. Yetenekliydi ve işini iyi yapabilmek için, fırsat verildiği an bu yeteneğini gösteriyordu.
Genlerinde vardı yetenek. Annesi Amelya Hanım babası Naşit Bey sahne insanlarıydı. Hem de namlı sahne insanları… Babası Naşit Bey tuluat ustasıydı. Ciddiyetiyle bilinen Sultan Hamid’i güldürmesi vakti zamanında olay olmuştu. Komik Abdi Efendi molla kuşağını ve takkesini bir temsil sonrası Naşit’e devredince artık Komik-i Şehir Naşit Bey olarak anılır olmuştu babası. Amelya Hanım ve onun annesi Verjin Hanım da bir dönemin popüler kantocu üstatlarıydı.
Adile Naşit kendisinden iki yaş büyük abisi Selim ile özellikle babasını sahnede izleyerek büyüdü. Tiyatro fuayesi ikisinin oyun alanı olmuştu. Bazen babasının karşısına geçer, babasının oynadığı ve çok sevdiği Surpik ve Haçik’i taklit ederdi. Naşit Bey çocuklarının yeteneklerini görmüştü. Nedendir bilinmez Selim’in tiyatrocu olmasına gönlü razı değildi ama Adile’nin oyuncu olmasına, eğitimini almak şartıyla izin vermişti. Lakin Naşit Bey’in erken vefatı aileyi sıkıntıya sokunca Adile’nin tiyatrocu olma hayali uçup gitti. Selim, Dolapdere’de bir kaportacının yanına çırak olarak verildi. Adile de Kasımpaşa’da bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladı. Ailenin bir arada olması için herkesin fedakarlık yaptığı 2. Dünya Savaşı yıllarında Adile Naşit’in, Necdet Mahfi Ayral ile tanışması hem kendinin hem de abisi Selim’in kaderini değiştirecekti.
Adile, Necdet Bey sayesinde Şehir Tiyatroları’nın çocuk bölümüne dahil oldu. Amelya Hanım hem kızının bu hamlesi hem de oğlunun tiyatrocu olmak istemesi karşısında daha fazla dayanamadı ve ikisinin de elinden tutup baba dostları Muammer Karaca’nın yanında soluğu aldı. Karaca’ya “Bu çocuklar tiyatro yapma aşkıyla yanıp tutuşuyor. Yanınıza alın” dedi. Karaca da dostu Naşit’in çocuklarına kendi evlatları gibi sahip çıktı.
Her şey aslına rücu eder derler ya. Adile ve Selim için de öyle oldu. Onlar her şeye rağmen anne ve baba mesleğini seçti ve bu mesleğin incelikleri öğrenmeye başladılar. Muammer Karaca’nın yanında geçen yıllar, sonra iki kardeşin Ankara’da 1961’de açtıkları iki ay süren Naşit Tiyatrosu macerası, İstanbul’da Gazanfer Özcan Tiyatrosu’ndaki günler…
Tiyatro Adile Naşit’in hayatında çok önemliydi. Hayat mücadelesindeki sığınağı, oyunculuğu her şeyiyle öğrendiği, kendini ifade ettiği, önemli ve derin dostluklar kurduğu bir yerdi. Çok sevdiği sinemayla da flört halindeydi bu yıllarda. ‘Yara’, ‘Lüküs Hayat’, ‘Kahpe Kurşun’, ‘Abbas Yolcu’, ‘Cumbadan Rumbaya’ gibi filmlerde rol alıyordu. Ama aslolan tiyatroydu. Tüm bu yıllar boyunca Naşit’in kızı Adile kimliğinden sıyrılmış kendini müstakil bir kişilik olarak kabul ettirmişti.
Ama hayat Adile Naşit’e kötü yüzünü ara ara göstermekte mahirdi. Kocası Ziya Keskiner ve oğlu Ahmet ile kurdukları o sıcak yuvayı ekonomik olarak çekip çevirmek zorlaşıyordu. Oğlu Ahmet’in sağlık problemi de Adile Naşit ve Ziya Keskiner’i kaygılandırıyordu. Dublaj, reklam filmleri, kimi sinema filmleriyle bu zorlukları Adile Naşit aşmaya çalışsa da bunların çare olmadığını gördü. “Beyoğlu Güzeli” filminde birlikte çalıştıkları Ertem Eğilmez’in davetiyle Adile Naşit, 1970’lerde Arzu Film’in kadrosuna dahil oldu ve tiyatro defterini istemeye istemeye bir süreliğine kapattı. Arzu Film’in kadrosunda kendisi gibi tiyatronun tedrisatından geçmiş Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Şener Şen gibi insanlar vardı.
O, artık bütün enerjisini sinema için harcamaya başladı. ‘Hababam Sınıfı’ serisi, ‘Sev Kardeşim’, ‘Canım Kardeşim’, ‘Salak Milyoner’, ‘Mavi Boncuk’, ‘Oh Olsun’, ‘İşte Hayat’, ‘Hasret’, ‘Gülen Gözler’, ‘Bizim Aile’, ‘Süt Kardeşler’, ‘Tosun Paşa’, ‘Aile Şerefi’, ‘Sultan’… Adile Naşit beyazperdede hafızalarımıza kazınan o bildik personasını işte bu yıllarda çektiği filmler sayesinde inşa etti. Dramatik rollerle de, komedide de iyiydi. Fakat Adile Naşit bu iki oyun tarzını aynı rolde ustaca harmanlayabiliyordu. Hani onun kendine has gülerken birden ağlamaya başlamasını hatırlayın, işte öyle bir ustalıktı onunkisi… Sadece işini iyi yaparak, oyunculukta ekol yarattı. Yeteneğin, oyunculuk zekasının, bize dayatılan oyuncu fiziksel olarak alımlı olmalıdır tabusunu yıkan bir ekol… Oyunculuğun bir meslek olduğunu gösteren, oyuncunun performansıyla varolduğu ve takdir gördüğü bir ekol.
Şöyle Ayşen Gruda’dan başlayarak, Füsun Demirel’e, Demet Akbağ’a, Hasibe Eren’e ve Şebnem Bozoklu’ya gelene kadar farklı kuşaklardan oyunculara geçmişten günümüze bir çizgi çekin, bu çizginin başında Adile Naşit’i vardır. Sahnede ya da beyazperdede aslolanın performans olduğunu gösteren bir ekoldür bu.
Fakat Adile Naşit, tüm bunlarla da yetinmedi. Bir de çocukların gönlüne girdi. ‘Uykudan Önce’nin masalcı teyzesiydi. “Kuzucuklarım” derdi tüm çocuklara, tek tek onların isimlerini sayardı. Pek altı çizilmez ama bu konuda da büyük bir çığır açtı. Oğlunu erken yaşta kaybetmenin verdiği acıyla o tüm çocukları sahiplendi. Bunu yaparken kullandığı dille, çocuklara olan yaklaşımıyla öncüydü adeta. Çocuklarla hep eşitlikçi bir ilişki kurmuştu, ki bugün bile bu konuda yetişkinlerin karnesinin zayıf olduğunu söylemeliyim.
Şansızlığımız oyunculuk oktavı geniş böylesi birini hep benzer rollerde yani genel olarak anne olarak izlememiz. Yeşilçam geleneğidir bu, hangi rolde iyiyseniz o rol üzerinize yapışır. Adile Naşit için de öyle oldu biraz. Sinemadaki personası annelik üzerineydi. Ama o her rolünde anne rolünü çeşitlendirmesini bildi.
Bizim kuşağın ilk kaybıdır Adile Naşit. 11 Aralık 1987… O günü birçoğumuz hatırlar. TRT’deki haber bültenlerinde yanılmıyorsam üçüncü ve dördüncü haber olarak geçmişti. Anadolu Ajansı’nın hazırladığı sade biyografisine, fotoğrafları ve bir de “Kuzucuklarım” dediği “Uykudan Önce” programında kesilen görüntüler eşlik ediyordu. Bu kara haberi alınca o gün mahallelerde çocuklar sessizleşmişti. Ama o çocuklar hiç unutmadılar Adile Naşit’i…
Ki zaten Adile Naşit’in en büyük başarısı ne derseniz unutulmamasından ziyade zamanla değerinin ve isminin büyüdükçe büyümesidir.
Bir insanın ya da sanatçının vefat ettikten sonra zamana meydan okuması belki de en büyük mücadeledir. Adile Naşit bu mücadeleyi kazananlardan. Kaç yıl geçmiş vefatının üzerinden ama hala ismiyle, eserleriyle yaşıyor. Öyle ki Türkiye’nin sayılı ortak değerlerinden biri olarak hepimizi kucaklıyor.
Çeşitli vesilelerle Tarık Akan, İlyas Salman, Halit Akçatepe, Şener Şen, Ayşen Gruda’dan da dinledim Adile Naşit’i. Oyunculuk konusunda nasıl mahir olduğunu anlatmaları bir yana, yaşamı nasıl sevdiğini de anlattılar hep. Onların anlatımında çok farklı bir Adile Naşit portresi vardı. Hepsi yaşadığı acılara hapsolmamış, bilakis o acıların üstesinden yaşama sıkı sıkaya bağlanarak gelmiş, güçlü bir kişilik olarak anlatıyordu Adile Naşit’i.
Psikiyatr Elisabeth Kübler-Ross’un “Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi, kaybetmeyi tanımış, yaşamış ve en diplerden tekrar çıkış yolunu kendileri bulabilmiş olan romantik ve anarşist insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendilerine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar” der.
Adile Naşit tam da Kübler-Ross’un dediği gibi hem yaşama hem de mesleğine karşı geliştirdiği duyarlılık ve anlayışla bu kubbenin altında öyle bir sada bıraktı ki, o sada yıllar boyunca yankılanıp duruyor. Ve yankılanmaya da devam edecek…