ABD’de işi bitirdiler, Türkiye’ye ‘Business Class’ döndüler
Herkesin gündeminde voleybolcular var. Biz, siz, onlar, herkes konuşuyor. Onlar ise yapıyor. Siyaset onların üzerinden yürüyor. Onlar sadece maç kazanıyor. Atatürk’ün şu sözüne hiç bu kadar iyi sahip çıkan olmuş muydu? “Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır.”
Yıl 2008. Eurosport’ta yeni ekip olarak ilk olimpiyatımızı yaşayacağız. Aylar öncesinde çalışmaya başladık. Eurosport’un tüm datası elimizde. Oku oku bitmiyor. Pekin’de ne oluyorsa öğrenme derdindeyiz. Yayınlarda tüm spiker arkadaşlarım heyecandan yerinde duramıyor. Tepkiler nasıl diye sosyal medyaya da bakıyoruz bir yandan. En çok da o zamanın Twitter’ı sayılabilecek Ekşi Sözlük’e. Dönüşler iyi, hatta iyinin çok ötesinde. Mutluyuz ama övgülerde bir dengesizlik var. Yere göğe koyamıyorlar. Sonradan anlıyoruz, olay TRT ile ilgiliymiş. Orada neyi beğenmese insanlar, bizi öne çıkarıyorlar. İyi yayını geçtim, standart işler bile öbür tarafa ‘çakma’ bahanesi oluyor. Tamam biz de iyiyiz. Ama asıl mesele ‘kontrast’ beğeni.
A Milli Futbol Takımımızın başında buna benzer bir dert var şu sıralar. Kötüler, evet; futbol iyi idare edilmiyor, hem de nasıl evet. Ama asıl sorunları ne biliyor musunuz? Voleybol Kadın Milli Takımı. Orada işler o kadar iyi yürüyor ve öyle güzel gidiyor ki her şey, onlara bakınca kamaşan gözler futbola dönünce kararıyor. Hatta basketbola da. Siyasi nüfuz, liyakatsiz isimler, olmadık işler… Sporun bunları çırılçıplak gösterme gücüne yeniliyorlar.
En sevdiğim Atatürk vecizesi olduğu için sıklıkla tekrarlıyorum: “Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır.” Bugün bu sözü simgeleyen tek bir şey olsa sanırım kadın voleybol takımımız olurdu, değil mi? Öyle büyük bir başarıyı, öyle büyük bir emekle aldılar ki, en sevmeyenler bile gündemine alıyor onları. Olay yaratan şeyler söyledikleri, mesajları değil. Zerre hamaset yapmıyorlar. Sadece eyliyorlar. İşlerini yapıyorlar. En gergin anlarda dayanışma gösteriyorlar. Olmadık yerden döndürüyorlar maçları. Doğru yapılan işlerin meyvelerini topluyorlar. Biraz vicdanı olanlar da hiç değilse saygı duyabilmeyi başarıyor. Diğerleri de kayıtsız kalamıyor bir türlü. Çünkü başarı ortada. Somut. Gerçek.
Bu gerçeklik o kadar büyüleyici ve bir yandan da o kadar net ki, herkes arkasına ya da önüne geçip rol çalma derdinde. Bir yandan büyük tartışmaların odağındalar. Memleket muhafazakarlığı, muhafazakarları onlar yüzünden zor günler geçiriyor. Övemiyorlar, yeremiyorlar, yerdiklerinde yerin dibine geçecekleri sözler duyuyorlar. Övdüklerinde samimiyetsiz bulunuyorlar. Durumu şu örnekle anlatalım. Bir yandan devletin tepesi, bakanları kendilerini voleybolcuları kutlamak zorunda hissediyor. Ki bu iyi bir şey. Ama kendi kitleleri bunu gördükçe iyice zıvanadan çıkıyor. Hatta ‘şirk koşup’ ‘Reis’i eleştirenler bile çıkabiliyor. Fakat, bir Allah’ın kulu da başarıya laf edemiyor.
Tüm bunların bir nedeni var. Evet, Türkiye demokrasi deneyimi ile ilgili uzun zamandır sorun yaşıyor. Temel insan hakları konusunda bile sıkıntıların yaşandığı, düşünceyi ifade özgürlüğünün sınırlandığı, hukuk devletinin temel ilkelerinin bile yok sayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir ülkede iş yapmak, söz söylemek, hatta yaşamak kolay değil. Bunu biliyoruz.
Ama başka bir sorun daha var. Demokratik haklar mücadelesi bugünün Türkiye’sinde o kadar politize olmuş durumda ki, sesinizi karşı tarafa, size karşıt olana duyurmak giderek daha da zorlaşıyor. Herkes kendi dünyasında konuşuyor ve diğerini duymuyor. O kadar ki büyük harfle yazılan ‘Politika’ yüzünden, her türlü hak ve özgürlük talebi politize oluyor ve hızla saflara ayrılıyor.
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir sorun da değil üstelik. Artık tüm dünya her şeyi ikiye bölüp bir tarafı tutmaya meyilli. Post-Truth çağının acı gerçeği bu. Herkes kendine benzer insanlarla konuşuyor, politika üretiyor. Bu yankı fanusları bir bulaşıcı hastalık gibi tüm dünyaya yayılmış durumda. Ve hayatı o fanustan daha çok daraltıyor.
Oysa bir de küçük harfle yazılan siyaset var. Bazen spor kisvesine bürünüyor, bazen müzikle kendini anlatıyor, bazen bir filme konu oluyor, bazen bir teknolojik gelişmeyle kendini gösteriyor, bazen de ekolojik bir felaketin simgesi oluyor. Toplumun her gün başka bir vesileyle deneyimlediği, hayatın belki de ta kendisi olan, gerçek bir karşılığı olan siyaset bu. Sesini sadece ‘karşı’ tarafa değil, herkese duyurabilen, ne kadar bastırılırsa bastırılsın zapt edilemeyen, gündemi belirleyen bir gerçeklik.
İşte Voleybol Kadın Milli Takımı, (ve en çok da Ebrar Karakurt) bu gerçekliğin politikasını yapıyor. Ağızlarından tek bir söz çıkmasına gerek yok. Varoluşları yetiyor. Hür doğmuş ve hür yaşayan, köle olmayan ve her müdahaleye ‘sana ne’ diyebilen güçlü kadınların simgesi onlar. Herkesin savunmaya korktuğu LGBTİ+ haklarını en iyi onlar savunuyor. Tek söz söylemelerine gerek kalmadan. Çağdaşlığı en iyi onlar gösteriyor. Sadece hal ve tavırlarıyla. Eğitimin gücünü, doğru yapılanmayı onlar temsil ediyor. Başarılarıyla. Üstelik dinletiyorlar kendilerini. Gündemi belirliyorlar. Yok sayılamıyorlar. Hatta direkt söyleyelim. Ceberrut muhafazakarlığı ifrit ediyorlar. Ve en önemlisi bunu sadece iyi oynayarak, doğru bildiklerini yaparak gösteriyorlar. Hem de TRT’den canlı yayınla. Bu muhteşem bir şey, değil mi Allah aşkına?
Şu sıralar Türkiye’nin en büyük muhalefeti onlar. ‘Yüksek siyasete’ dair tek bir söz söylemeden. Bildiğini yaparak.
Teşekkürler arkadaşlar, sayenizde azıcık nefes alıyoruz.
Hiçbirinizin elleri, emekleri dert görmesin.