Okan Buruk acil ameliyata alındı
Galatasaray'ın İstanbul'daki deplasmanı Karagümrük maçı için yollara düştük. Yeni açılan metroyla Atatürk Olimpiyat Stadı'na ulaşmak Seyrantepe'ye gitmekten daha kolay olsa da insanın evi gibisi yok.
Karagümrük yönetimi stadın yüzde 30’unu deplasman tribünlerine tahsis ettiğini açıkladığı an hevesle bilgisayar başına geçtim. Tam 90 dakika sayfa yeniledim ama olmadı. Bilet alamamıştım. Ümidi kesmiş maçı evde izlemek için program yaparken ertesi gün gelen “yeni biletler açılmış abi” haberiyle bu kez erken davrandım. Olmuştu. Olimpiyat Stadı’na gidecektim. Üç günlük bekleyişin ardından pazar geldi çattı. ‘Şampiyonluğu ilân eder miyiz’ sorusundan çok “Acaba galibiyet serisi bu maçta bitecek mi?’ endişesi vardı içimde. Karagümrük can havliyle varını yoğunu sahaya koyacaktı.
Maçı statta izlemek futbolseverler için dünyanın en güzel şeylerinden biri. Ama bence günü gerçekleştirilen aktiviteler ve maça gidiş yolculuğu da bir o kadar keyifli. Vadistanbul’da görmeye alıştığımız sarı kırmızı forma yoğunluğu bu kez Aqua Florya’da vardı. Kimisi önce takımı uğurlayıp sonra stada geçecekti. Benim gibiler de önce güneşin tadını sahilde çıkarıp Ataköy’de iki ay önce açılan metroya stada ulaşacaktı. Futbola bir türlü ısındırmayı başaramadığım sevgilim Mine ile İstanbul’un en güzel sahillerinden Yeşilköy’de yürürken yine etrafta bir sürü formalı insan vardı. Üstelik belli ki ailecek stada gideceklerdi.
Akşam saatleri yaklaşırken oluşacak yoğunluğu da göz önünde bulundurarak yola koyuldum. Bu esnada Mine’yi günün birinde statta maç izlemeye gelmesi için başarısız ikna çabalarımı sürdürdüm. Ataköy’de yollarımız ayrıldı. M9 metrosuna sekiz dakikalık bekleyişin ardından bindim. Görece sakindi. Zira maçın başlamasına iki buçuk saat vardı. Kendimi motive edecek müzikler dinlemek için kulaklıklarımı taktım. Fakat o da ne? İnternet çekmiyordu. Neyse, şarkıları içimden de söyleyebilirdim: Çocukluk aşkımsın, sen ilk göz ağrımsın…
Yaklaşık yarım saatlik yolculuk sonrası Atatürk Olimpiyat Stadı’ndayım. Buraya en son U2 konseri için 2010 yılında gelmiştim. Bono’yu izlediğim yerde şimdi çok sevdiğim futbolcular vardı. O zamanlar ulaşım çok çileli bir konuydu. Galatasaray – Olympiakos arasında oynanan maç sonrası insanların evlerine gidemeyişi yıllar geçse de hafızalardaki yerini tutuyordu. Ancak şükürler olsun ki metro denen medeniyet nihayet Atatürk Olimpiyat Stadı’na da ulaşmıştı. Metrodan indikten sonra çıkışa doğru yürürken sarı kırmızı forma yoğunluğu artık barizdi. Sanki Seyrantepe’deydik. Hoş zaten ikisi de merkezden uzak, toplu konutların kümelendiği 20 yıl öncesinin boş arazileriydi.
Metrodan herkes marşlar eşliğinde yürürken odak nokta Fenerbahçe ve derbiydi. Herkes Karagümrük maçı galibiyetinden emindi. Doğu tribününe ulaşmadan önceki son engel turnikelerde. 10 dakikalık bir bekleyişin ardından aramadan geçtim ve işte tribünler karşımdaydı. Maçın başlamasına daha bir buçuk saat olmasına rağmen neredeyse dolmuş gibiydi. O bol rüzgarlı açıklık alanda güneş içimizi ısıtıyordu. Yerimi bulmaya çalışırken kimsenin yerinde oturmadığını fark ettim. Ben yine de yerime geldim, burayı daha önce kapan kişiyi son derece nazik bir dille uyardım. Benzeri bir uyarıyı önümde sandalyeye binip görüş açımı kapatan kişiyi de yaptım. İki günlük bilet uğraşımın emeğini heba edemezdim. Neyse ki beklediğimden anlayışlı çıktılar. Attığımız üç golde de bu tanımadığım insanlara sarılırken buldum kendimi. Hele 90. dakikada Berkan’ın kendisi adına da bir ilk olan gol vuruşu sonrasında…
Stattaki en önemli sorun herkesin bildiği üzere tribünle saha arasındaki mesafe. Hele ki ikinci yarıda attığımız golleri görmek pek de kolay değildi. Gergin ve “Bu kez olmayacak sanırım” düşünceleri arasında maç sona erdi. Golleri hatırlamak için maçı bir daha izlemem gerekiyordu. Bu da maçı ne denli yüksek adrenalinle izlediğimi gösteriyordu Tüm o detaylar silinmişti kafamdan. Deplasman taraftarı olduğumuz için yaklaşık bir saat statta bekledik. Ancak Galatasaray yönetiminin kurduğu çadırlarda hem forma satışı hem müzikle coşma imkânı hem de çay-kahve ikramı vardı. Bu maçtan da üç puanla ayrılınca artık herkesin aklında tek bir şey vardı: Fenerbahçe derbisi.
“Az daha puan kaybediyorduk” şokunu atlattıktan sonra bir süre kutlamalara katıldım. Kapılar açıldığında izdihama yakalanmamak için biraz beklemek en mantıklısıydı. Ancak zaman geçse de gidiş güzergahındaki yoğunluk azalmıyordu. Bu süreyi YouTube’dan futbol efsanesi Nihat Kahveci’nin yorumlarını dinlemekle geçirdim. Bir konuyu hikâyeleştirmekte ve bir o kadar da güzel betimlemelerle anlatmakta pek mahir. Zaten onu farklı kılan da bu. Kapılardaki yoğunluk bir nebze azalınca ben de çıktım. Maç çıkışlarının olmazsa olmazı köfteciler yol boyunca dizilmişti. Icardi formalı çocuklar bu kokuların esiri olmuş babalarını yarım ekmek köfteye ikna etmeye çalışıyordu. Nakti olmayanlara kötü haber; burada kredi kartı geçmiyor. Bir ara sanki “Abi İBAN gönder” gibi bir şey duydum… Aman Maliye Bakanı Mehmet Şimşek duymasın!
“Bu saatte yememeliyim?” prensibiyle metroya ulaştım. Seyrantepe’de de zaman zaman gördüğümüz üzere elinde megafonla görevliler taraftarı arka vagonlara doğru yönlendiriyordu. Altı dakikalık bekleyişin ardından metroya binebildim. Kirazlı durağındaki aktarmaya kadar balık istifi şekilde yolculuk yaparken dillerde yine derbiye dair marşlar vardı. Üç saatliğine kadar birliği yaptığımız bu insanların bir bölümü Kirazlı durağında indi. Şimdi biraz daha rahattık. Ataköy Marmaray durağına geldiğimde Fenerbahçeli gruba denk geldim. “Son dakikada o golü nasıl attınız ya?” diye sitem ettiler (gülerek) Ben de karşılık olarak “siz de puan kaybetseydiniz de herkes için bitseydi şu çile” dedim. Marmaray gelmese iş dakika dakika maç analizine dönüşecekti. Koşa koşa turnikeden geçtim ve Marmaray’a bindim. Günü şampiyonlukla bitirememiş olsak da işte şimdi rahatlatıcı müzikler dinleyebilirdim: Yüzün gülünce güneş doğar ya…