Sağlık Bakanlığı'nın sezaryan yerine vajinal doğumu teşvik etmek için hazırladığı reklam filmi çok tartışmalı. Gelin bu reklama profesyonel iletişimci gözüyle bakalım, reklama hakim fikri ve reklamın neden yanlış iletişim olduğunu konuşalım.
Geçen çarşamba bu köşede “ana karakter sendromu” ve ona bağlantılı olarak “ana karakter hikâye anlatısı” kavramlarından bahsetmiştim. Bir insanın ya da hikâye anlatıcısının kendisini “ana karakter” konumuna getirmesinin arkadaşlıklara ve iletişime zarar vermesi yazının genel derdiydi.
Tam bu yazı üzerine Sağlık Bakanlığı ve Emine Erdoğan’ın “Normal Doğum Eylem Planı” kampanyası geldi. Kampanyanın amacı açıktı: Doktorlar tarafından da önerilen, birçok ülkede de bununla ilgili farkındalık kampanyaları olan vajinal doğumu özendirmek. Aslen bir ameliyat olan sezaryen yönteminin ise “tıbbi zorunluluk” hallerinde tercih edilmesi gerektiğini anlatmak.
Nihayetinde sezaryen de zorunluluk hallerinde çocuğun ve annenin hayatını kurtaran bir uygulama. Burada bir iletişim ve kampanya ihtiyacının doğması yanlış değil.
Fakat bir kampanya en fazla bu kadar yanlış yapılır. Vajinal doğumu bir “başarı” olarak sunan o garip reklam filmi, kampanya isminde “normal” kelimesinin tercih edilmesi ve dahası.
Yaratım ve karar verme sürecinde kimsenin bunu fark etmemesi ilginç ama olası. Çünkü bu korkunç akıl tutulmasını da “ana karakter hikâye anlatısı”ndan bağımsız düşünemeyiz. Nedenlerine bakalım.
Ana karakter: ‘Başaranlar’
Her şeyden önce hikâye bir kahraman olarak yorumlanan ana karakter üzerinden anlatılıyor. O da vajinal doğum yapmış bir anne ve bebeği. Karşısına da sezaryeni tercih etmiş anneler konuyor.
Oysa bu hikâyede başka karakterler de var. Tıbbi zorunluluk nedeniyle sezaryen doğum yapmış insanlar. 10Haber yazarlarından Zeynep Güven onlardan biri örneğin. ABD’de bir devlet hastanesinde, yani bu konuda seçme şansının olmadığı, doktor aksi yönde karar vermedikçe tüm doğumların vajinal olarak başladığı yerde yapmak zorunda kaldığı sezaryen doğumun hikâyesini dünkü yazısında anlattı.
Söz konusu kampanyanın nasıl bir kitleyi dışarıda bıraktığını gösteren etkileyici bir yazıydı. İnsanları vajinal doğuma özendirmenin ancak bir başarı hikâyesi yazmaktan, bir ‘ikilik’ yaratmaktan geçtiğini sanan kampanyaya verilmiş etkili bir cevaptı.
İnsan ilişkilerini “ikili karşıtlıklara” indirgemek
Burada kampanyayı yaratanların motivasyonunu asla doğru bulmuyorum, ama nasıl olup da böyle bir hatanın içine düştüklerini tahmin edebiliyorum.
İnsanların yeni medya çağında “ana karakter” olması ya da ana karakter gibi hissetmesi gerektiğini düşünüyorlar. “Ben başardım!” hali yani. Motif bu çünkü.
Ben ya da benim dışımdakiler, biz veya onlar, kahraman ya da kötü adamlar. Yani başaranlar ve başaramayanlar. İnsan ilişkilerinin muazzam karmaşıklığını “ikili karşıtlıklara” indirgeyerek basitleştirme durumu.
Benim geçen yazının sonunda referans verdiğim, felsefe doçenti Anna Gottlieb’in çok isabetli bir şekilde ifade ettiği gibi “kazananlar ve kaybedenler arasında sıfır toplamlı bir oyun gibi görünen şeyin rakipleri, yarışmacıları ve oyuncuları haline” geliyoruz.
İşte bu kampanyayı yapanlar da bu ikiliğin dışında, yani başarmak veya başaramamanın dışında bir varoluş olmayacağını varsayıyor.
Muhafazakâr bir bakışla böyle bir hataya düştükleri sanılıyorsa da ben buna katılmıyorum. Tam aksine, bu biraz zamanın ruhuna kendini fazla kaptırmakla ilgili bir hata.
Çünkü sosyal medyada herkes kendi sahnesine çıkmaya özendiriliyor. Bu sahnede de nasıl başardığını, nasıl iyi bir hayat yaşadığını anlatmak ya da öyle olmasa bile öyleymiş gibi aktarmakla yükümlü hissediyor. Böyle bir dünyada “başaranlar” arasında sahneye çıkmak da bir değer sanılıyor.
Reklam filminin de ana fikri bu: Annecim, biz başardık!
Hatta daha ileriye gidilerek “normal doğum yapan annelerle bebekleri arasında ilk andan itibaren sağlıklı bir bağ kurulur” gibi talihsiz ifadeler de kullanılmış. Bu ifadede savunulan tez gerçek mi bilmiyorum. Ancak gerçek bile olsa bu kadar açık vurgulanmaz. İletişim bildiğiniz her şeyi aynen aktarmak değil çünkü. Bazı gerçekler alt metin konusudur.
Kurumsal iletişim bireylere yapılır
Bir iletişimci olarak her ne kadar adı “kurumsal iletişim” olsa da iletişimin bireylere yapıldığını hiç ama hiç unutmamanın bu mesleğin ilk şartı olduğunu düşünürüm.
Kurumlar ya da markalar başaranlar, başaramayanlar gibi gruplara ya da başka kurumlara değil, bireylere iletişim yapar.
Bu nedenle bireyler arasındaki iletişimin kodlarına bakalım.
Böyle bir konu bir kabul gününde açıldı diye düşünelim. Ortamda hem sezaryenle doğum yapmış biri olsun, hem de vajinal doğum yapmış biri. O grubun içindeki bir konuşma dahi bu iki insanın üstüne alınmaması veya üzülmemesine dikkat edilerek yapılır.
Hatta ortamda tıbbi nedenlerle çocuk sahibi olamamış insanlar varsa çocuk sevmek, çocuk sahibi olmak gibi konularda fazla özendirici konuşmalar yapılmaz ya da bu konular açılmaz.
Bunlar yazılı olmayan toplumsal kurallardır. İlla ki patavatsızlar da çıkar bir pot kırar, ama onlar da arkalarından veya yüzlerine “patavatsız” diye işaret edilip dışlanırlar.
Durumu toparlamak isteyen grup üyeleri de çıkar ve konu kapatılmaya çalışılır. Çünkü bu yüz yüze iletişimdir. Ortamı çerçeveler ve ortamdaki insanların her birinin bir karakter olduğunu hesap eder.
İşte sosyal medyanın hâkim olduğu dünya “ana karakter anlatısı”nı öne çıkardığı için bunu ıskalıyor. Ortamı çerçeveleyemiyor. Bizim Sağlık Bakanlığı iletişiminde “akıl tutulması” olarak gördüğümüz bu anlatım biçimi aslında yeni medya ortamının bir bakiyesi olarak da düşünülebilir.
Bu anlatı bizim hayatımıza nasıl sızar?
Daha ince bir örnekle anlatayım. Bu köşede ana karakter sendromu üstüne yazdığım yazıdan sonra meslekten büyüğüm Nurcan Akad ile şimdi aktaracağım örnek üzerinden sohbet ettik.
Günümüzde hemen herkesin bir sosyal medya hesabı var. Kimimizin ebeveynleri hayatta, kimimizin değil. Ebeveynleri hayatta olanlar için onları ziyaret etmek ya da onlara bir telefon açmak ihtimal dahilinde.
Örneğin benim anne babam hâlâ hayatta. Onların Anneler Günü, Babalar Günü gibi özel günlerini kutlama şansım var. Ancak her zaman bunun onlarla benim aramda bir ilişki olduğunu düşünürüm. Bunu sosyal medyadan herkesin önünde yapmayı da aşırı anlamsız bulurum. Gidebiliyorsam giderim, olmuyorsa ararım.
Bunun yerine onlarla sarmaş dolaş fotoğraf koyup “canım annem, canım babam, iyi ki varsın” diye tüm listeme ilan etmek de var. Bana kalırsa bu “bakın, ben bir ana karakterim, bunlar da benim anne-babam, sizin onları kaybetmiş olmanız beni çok ilgilendirmiyor, çünkü siz bu hikâyede bir yan karaktersiniz” demek gibi bir şey.
Kimi insanların anne babasının hayatta olmadığını, kimilerinin çok yeni kaybettiğini düşünmeden yapılmış inceliksiz bir iletişim biçimi.
Elbette Sağlık Bakanlığı kampanyasının yaptığı ağır gafı bununla eşitlemek gibi bir niyetim yok. Sadece “ana karakter anlatısı”nın bizim iletişimimize de farklı ölçeklerde nasıl sızabileceğini örneklemek için aktarmak istedim.
Yapılacak tek şey özür dilemek
Sağlık Bakanlığı’nın bu kampanyası içinse artık yapılacak tek şey hassasiyetlere dikkat edilmediği için özür dileyen bir açıklamayla filmi geri çekmek olur.
Bireyler “ana karakter anlatısı”nın tuzağına düşüp hiçbir şey olmamış gibi hayatlarını sürdürebilir. Uzun veya kısa vadede bedelini de öderler. Ancak bu, kurumlar için geçerli değil. Kurumların, hele ki devlet kurumlarının, sorumluluk alıp gereğini derhal yapması beklenir.