Belki sizin de başınıza gelmiştir. Yıllar önce yakın bir arkadaşımdan yavaş yavaş soğumaya başladım. İşin ilginci aramızda kavga, tartışma ya da belirgin bir anlaşmazlık yoktu. Gelgelelim içimden ne aramak geliyordu ne de görüşmek.
Bu nedenle kendimi suçlu da hissediyordum. Adını koyamadığım bir huzursuzluk vardı ortada. Hani bir kavga edip hepten darılsak rahatlayacak gibiydim. Ancak kavga etmek için somut bir sebep de yoktu. Sonra sessizce birbirimizin hayatından eksildik.
Handiyse iki çocukluk arkadaşından birinin aniden ve nedensizce arkadaşlıklarına son verip bunu ilan ettiği “The Banshees of Inisherin” filmindeki gibi bir durum yani. O filmden farklı olarak, iki tarafın da rızasıyla gerçekleşen sessiz ve medeni bir kopuş gerçekleşti. İki taraf için de nedenleri farklı olabilir tabii.
Neden sonra, yaptığım okumalarla adını koyabildim. Arkadaşımda beni rahatsız eden şey Ana Karakter Sendromu idi. İngilizce konuşan dünyada birkaç yıldır MCS (Main Character Syndrome) diye kısaca bilinen bu sendrom kişinin hayatındaki diğer tüm insanları yan karakter, onun hikâyesine hizmet eden bir figür ya da izleyici olarak görmesine verilen isimdi.
Aslında psikolojide yeri olan gerçek bir sendrom değil bu. Tıbbi tanısı olan bir kişilik bozukluğu da değil. İçinde “narsistik kişilik bozukluğu” gibi tanılı psikolojik durumları, empati eksikliği gibi daha önce adı konmuş kavramları da barındıran çoklu ve yeni bir olgu denebilir yani.
Çok abartmadan, yeni bir şeylerin adını koymaya çalışıyorlar diye düşünebiliriz. Yeni derken dijitalleşen dünyayı, sosyal medyayı kastediyorum.
Klinik psikolog Dr. Michael G. Wetter’ın The Newsweek dergisine verdiği görüşe göre ana karakter sendromu “tanınma ve onaylanma yönündeki doğal insan arzusunun hızla gelişen ve anında, yaygın bir şekilde kendini tanıtma olanağı sağlayan teknolojiyle birleşmesinin kaçınılmaz sonucudur.”
Şöyle ki Instagram, TikTok, X ve bilumum sosyal mecradan paylaşım yaparken etrafımızdaki her şeyi ve herkesi bizim için kurulmuş bir set olarak düşünebiliyoruz.
Böyle olunca daha önce “arkadaş” diye tanımladığınız insanlar da yeni bir kimlik ediniyor: İzleyici.
Sorun şu ki bu roller bir süre sonra çatışmaya başlıyor ve bizi huzursuz ediyor. Oysa arkadaş, arkadaştır. İzleyici, gösteri dünyası için geçerli başka bir kavramdır. İkisi birbirine karıştığında sorunlar da kaçınılmaz oluyor işte.
İnsan arkadaşlarını arkadaş gibi görmek istiyor. Kendisine performans sergileyen bir sosyal medya figürü olarak değil.
Aynı masada oturup dururken birinin aniden sahnedeymiş gibi konuşmaya başlaması sinir bozuyor.
Üstünde biraz daha düşününce bunun hayatın her alanına sirayet ettiğini görebiliyor insan. Trafikte yol kendisininmiş gibi davranan sürücü, toplu taşımada kulaklık takmadan müzik dinleyen şuursuz, yürüyen merdivenin sol tarafında duraklama yaparak akışı aksatan andaval hep bu kategoriye girebilir.
Bunlar elbette internet ve sosyal medya öncesinde de insana ait olan ve kısaca bencillik veya hıyarlık dediğimiz haller.
Sorun şu ki, dijitalleşen dünyada bunlar katmerlenmiş olabilir. Öyle ya, sosyal medyada kendi kendilerine iş çıkarıp kurum gibi davranan bireyler görüyorum. Şahsen hiç tanımadığımız birileri ölünce görev gibi son derece resmi baş sağlığı mesajı yayınlamalar, bütün dünya fikirlerimizi duymak için sabırsızlanıyormuş gibi bir şey olduğunda anında fikrimizi söylemeye çalışmalar filan…
Biraz uzaklaşıp bakarsanız epey komik davranışlar aslında. Yıllardır söyleyip dururum, ne zaman sosyal medyada bir konuda fikrimi ifade etmeye kalksam birileri “sorduk mu” diyecekmiş gibi kendimi huzursuz hissederim. Bu huzursuzluk her zaman fikrimi ifade etmemi engellemez ama çoğu zaman yazdığımı gönder tuşuna basmadan silerim.
Optiğimizi biraz daha genişletirsek şu an Türkiye’de muhalefetin de asıl büyük sorunu “ana karakter sorunu” olabilir. Buna ‘ana karakter olma mücadelesi’ de diyebiliriz.
Önceden olaylar gelişir, yapılacaklar yapılır, tarihin tekerleği döner ve kişiler bunların sonucunda bir figür olarak belirirdi. İletişim bu işleyişte amaç değil araçtı. Sosyal medyayla birlikte iletişim amaç haline geldi.
Herkesin elinde her an kullanabileceği bir iletişim aracı olduğu için aslolanın algı yönetmek olduğu gibi bir yanılgı ortaya çıktı.
Her an, her yolla iletişim yapma imkânına sahip olmak yaptığınız iletişimin aynı hızla muhatabında karşılık bulması anlamına gelmiyor oysa. Kaldı ki sosyal medya yoluyla ulaşılan kitle homojen de değil. Tüm tarafların aşırı motivasyonla olaylara bu kadar hâkim olmaya çalışması bir süre sonra bıkkınlıktan başka bir etki yaratmıyor ve terse çalışabiliyor. İnsanların dikkat kapasitelerinin, odaklarının da bir sınırı var çünkü.
Bu derece “ana karakter sendromu”na maruz kalınca da adı konamayan bir soğukluk veya arayış ortaya çıkabilir. Burada asıl soru şu: Yapılan kesintisiz iletişim ihtiyaçtan mı doğuyor yoksa iletişim yapmak için ihtiyaç mı uyduruluyor? Bana kalırsa cevap ikincisi. Bu da karakterlerin hepsine ayrı ayrı zarar veriyor.
Bireysel huzursuzluklarımızda da, toplumsal huzursuzluklarımızda da “ana karakter sendromunun” payı var. Çünkü dünya etrafımızda dönmüyor. Her şey bizimle ilgili olmayabilir. Her şey bu derece bizim tarafımızdan yönlendirilemeyebilir. Dünyayı böyle algılamanın sonu yalnızlıktan başka bir şey değil.
Felsefe Doçenti Anna Gottlieb, Aeon’daki makalesinde bu tehlikeyi çok güzel ifade etmiş. Yazının finalini onun cümleleriyle yapmak istiyorum izninizle:
“Şu anda yükselen türden ana karakter hikâye anlatımı karşılıklı olarak oluşturulmuş kimlikler oluşturmak için çok az şey yapar ve bunun yerine insan ilişkilerinin karmaşıklığını ‘ben’ ve ‘ben değil’, ‘onlar’ ve ‘biz’, ‘kahraman’ ve ‘kötü adam’ gibi basit ikiliklere indirger. Bu, birbirimizin benliklerinin ortak yaratıcıları ve ortak yazarları yerine, geriye kalan tek gerçek benliğin, tek gerçek ana karakterin yüzüğü için kaygı üreten, sığ, tüketici bir rekabettir. Böylece kazananlar ve kaybedenler arasında sıfır toplamlı bir oyun gibi görünen şeyin rakipleri, yarışmacıları ve oyuncuları haline geliriz. Birbirine bağımlı olarak yaratılan kimlikler olasılığı ortadan kalktıkça, kendimizi daha yalnız, duyulmamış, görülmemiş – belki de kişileştirilmemiş – hissederiz.”