Suriye’de HTŞ öncülüğündeki rejim muhaliflerinin nasıl olup da Şam’ı neredeyse hiç çatışmaya girmeden düşürdüğü bir haftadır merak ediliyordu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan perde arkasını ve Esad’ın en sıcak 14 saatini anlattı.
Suriye’de yıllardır daracık İdlib kentine sıkışmış kalmış durumdaki muhalif silahlı örgütlerin son kalıntıları 27 Kasımda ansızın Halep yönüne doğru saldırıya başladı. O ana kadar Suriye iç savaşını kazandığı, sırf Türkiye’nin ve Rusya’nın hatırına İdlib’e saldırmadığı düşünülen Esad rejimi sadece 11 gün içinde çöktü.
Üstelik İdlib’den Heyet Tahrir El-Şam öncülüğünde saldırıyı başlatan muhalif gruplar ne Halep’te, ne Hama’da ne de Humus’ta büyük bir direnişle karşılaştı. Başkent Şam’a ise neredeyse hiç kurşun atmadan girdiler.
Peki ne oldu Suriye’de de geçmişte çok kanlı çatışmalar yaşayan, Esad rejimi tarafından kimyasal silah dahil her türlü silahın kullanılmasıyla durdurulan muhalifler bu kez hiç direnişle karşılaşmadı?
İşte bu olayın perde arkası hakkında en kapsamlı bilgiyi dün NTV televizyonunda Seda Öğretir’in sorularını yanıtlayan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan verdi.
Hakan Fidan 2011’de başlayan Suriye iç savaşı boyunca Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın başkanıydı, geçen yıl Haziran ayında Dışişleri Bakanlığına geldi.
Bu iki göreviyle Suriye iç savaşını Türkiye adına en yakından izleyen, hem sahada hem diplomasi masasında 13 yıl boyunca bütün tartışmaların ve eylemlerin göbeğinde yer almış bir isim.
O yüzden Fidan muhaliflerin 2016’dan başlayarak iç savaşı kaybetme noktasına nasıl geldiğini Seda Öğretir’e gayet net anlatıyor:
“Bizim şöyle bir okumamız vardı, daha önce de bunu yaşamıştık, muhaliflerin Hama’ya kadar geldikleri bir an vardı, ama İran’ın güçlerini, Rusların ağır silahlarını kullanmasıyla muhalifler maalesef çok gerilemek zorunda kaldı. Daha sonra biz araya girdik, ateşkes anlaşmaları yaptık. Daha sonra Astana süreci başladı.”
Fidan’ın sözünü ettiği Hama kenti Şam yolunda son derece stratejik bir nokta. 2016 öncesinde Esad rejimi Rusya ve İran’ın askeri desteğiyle bu kentin düşmesine engel oldu, aslında iç savaşın yönü de öyle değişmeye başladı. Ardından Esad rejimi yine Rusya ve İran’ın sahadaki büyük desteğiyle Halep’i de aldığında muhalifler İdlib’e kadar kaçmak zorunda kaldı.
Fidan’ın dediği gibi bu aşamada Türkiye araya girdi, Astana süreci başladı, ateşkes anlaşmaları yapıldı, İdlib çatışmasızlık bölgesi oldu.
Aslında genel olarak 2016’dan itibaren Esad rejimi Suriye’de duruma yeniden hakim olmaya başlamıştı, peki buna rağmen savaş neden bitmedi?
Hakan Fidan’ın bu konudaki anlatımı çarpıcı:
“Biz şunu görüyorduk, rejim bitmek ve tükenmek üzereydi. Bizim anlayamadığımız konu, daha doğrusu anlayıp da kondurmak istemediğimiz mesele, bu kadar veri varken, rejimin ekonomisi çökmüş, kurumları çalışmıyor, halkına temel hizmetleri götüremiyor, halk temel ihtiyaçlardan mahrum, 10 milyondan fazla insan yerinden edilmiş… Bununla ilgili başlatılan süreçlere rejim arkasını dönmüş durumdaydı. Bizim niyetimiz Beşar Esad gitsin vesaire değil. Bizim niyetimiz Suriye halkının tamamını mutlu eden, birliğini, bütünlüğünü, güvenliğini sağlayan, başka ülkeler için tehdit üretmeyen bir Suriye’nin ortaya çıkması. Ruslarla ve İranlılarla yürütülen süreçte biz bunu defaatle dile getirdik.”
Esad yönetiminin eksikliklerini göremediğini ve bunları gidermek için hiçbir çaba içine girmediğini söylüyor Fidan ve ekliyor:
“Bunları Cumhurbaşkanımıza rapor ediyoruz. Cumhurbaşkanımız da en üst düzeyden elini uzattı. Rejim sıcak savaşın içindeyken muhaliflerle kendi eksikliklerini görecek durumda değildi. Ben o zaman da arkadaşlara diyordum, zaman zaman bu ateşkes, Halep boşaltmaları olurken çok üzülen muhalif arkadaşlar vardı, ben diyordum ki sabredin, rejim kendi eksikleriyle baş başa kalacak o zaman asıl şey ortaya çıkacak.”
Hakan Fidan’a göre Esad rejimi 2016’dan itibaren elde ettiği fırsatı kullanamamış veya kullanmamayı tercih etmişti:
“Savaşın, çatışmanın olmadığı bir ortamda, 2016’dan sonraki süreçte uzun yıllar boyunca rejim kendi eksiklerini gördü. Aslında bu bir fırsattı. Bunu gidermek için de çalışabilirdi. Ama hiçbir şekilde bu konuyu konuşmak istemediler. Biz kendilerinden bir şey istemeyecektik. Türkiye’nin bir şartı yoktu. Türkiye’nin şart diye koyduğu şey muhalefet yani kendi halkınla barış, milyonlarca insanı al, evine dönmesine izin ver. Başka bir şey yok. İnsani şeyler istiyoruz. Fakat rejim kendi halkını düşman olarak gördüğü için bu konuşmaya bile girmedi. ‘Ben af ilan ediyorum, gelen gelsin, gelmeyen umurumda değil’ dedi. Çünkü rejim karar alma noktasında yalnız değildi. Farklı stratejik hedefleri ve öncelikleri olan iki büyük gücün, Rusya ve İran’ın etkisi altındaydı. Böyle bir paralize olma durumu vardı ve bugünkü aşamaya geldik.”
Hakan Fidan çok sözünü etmiyor ama gerek Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı yüzünden ve gerekse İsrail’in Lübnan Hizbullahını ve Suriye’deki İran askeri varlığını zayıflatması yüzünden Esad rejiminin askeri olarak çok zayıf düştüğünü Türkiye görüyordu. Fidan hiç Rusya’nın ve İran’ın adını kullanmadan anlatıyor:
“Aslında son 2-3 yıldır rejim çok zayıftı. Muhalefet Halep’e neredeyse silah atılmadan girdi. Rejim çok zayıf, biz almanın bir problem olmayacağını askeri, istihbari değerlendirmelerimizde görüyorduk.”
Hakan Fidan Rusya ve İran’ın sahada zayıflayan askeri güçleri konusuna hiç girmiyor bir diplomat olarak ama bu iki ülkenin de Esad rejiminin sosyal barışı sağlamak için hiçbir şey yapmadığını gördüğünü, bunun da Esad’ın iktidarda durmaya devam etmesini zorlaştırdığının farkında olduklarını söylüyor.
Bu aşamada 27 Kasımda muhalifler İdlib’den çıkıp kısa sürede Halep’i alıp Hama’ya yürümeye başladığında Ankara merkezli hızlı bir diplomatik trafik oldu. İran Dışişleri Bakanı önce Şam’a gitti, ardından apar topar Ankara’ya geldi.
Hakan Fidan bu detayları anlatmıyor, ama İranlı bakanla görüşmesinden sonra yapılan ortak basın toplantısında iki bakan arasındaki mesafe çok belliydi. İranlı bakan içeride Türkiye’den muhaliflerin askeri harekatını durdurmasına yardım etmesini istemiş, Hakan Fidan ise ona Esad rejiminin sürdürülemezliğini anlatmıştı.
Benzer bir temasın muhaliflerin ilerlemeye başladığı ilk günlerde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’la da yapıldığı, ona da Esad rejiminin sürdürülemezliğinin anlatıldığı anlaşılıyor.
Türkiye’nin yaptığı askeri ve istihbari değerlendirmeye göre muhalifler eninde sonunda sahada askeri olarak kazanacaktı. Ama bu kazanç İran ve özellikle Rusya’nın askeri ağırlıklarını kullanmaları halinde çok da kanlı olabilirdi. Türkiye işte tam da bunun için devreye girmiş, İran ve Rusya’dan daha fazla kan dökülmesine izin vermemelerini istemeye başlamıştı.
Hakan Fidan bu temasları kibarca anlatıyor:
“Rusların ve İranlıların 2016’da yaptıkları tepkiyi tekrar etmesi durumunda bu sefer daha fazla kan dökülmesi ve yerinden edilme riskiyle karşı karşıya kalabilirdi Suriye halkı. Yapılması gereken en kritik konu Ruslar ve İranlılarla konuşup askeri olarak denkleme girmemeleriydi. O bir hafta bunun özeti.”
En kritik konu önce İran’ın Suriye’deki askeri varlığını çekmeye başlaması, ardından da o ana kadar Esad rejimi için sınırlı da olsa hava harekatlarına ve muhalif hedefleri bombalamaya devam eden Rus savaş uçaklarının yere inmesiydi.
Geçen hafta bugün, 7 Aralık Cumartesi sabahı İran kuvvetleri Suriye’den çıkmaya başlamıştı. O gün Türk, Rus ve İran Dışişleri Bakanları Katar’ın başkenti Doha’daki Doha Forumu vesilesiyle bir ‘Astana Zirvesi’ gerçekleştirecekti. Suriye için en kritik 14 saat o cumartesi günü öğlen saatlerinde başladı.
Doha’daki zirvede Hakan Fidan bütün ikna gücünü kullandı, Esad rejiminin sürdürülemez ve savunulamaz olduğunu anlattı. İran zaten askeri birimlerini çekmeye başlamıştı, geriye bir tek Rusya’nın desteği kalmıştı o cumartesi öğle saatlerinde.
Hakan Fidan anlatıyor:
“Onlar da artık anladı. İran Dışişleri Bakanı geldi, sonra Doha’da Ruslar ve İranlılarla bir araya geldik ve bazı konuları konuştuk. Burada her şeyi konuşmak istemiyorum. Bir noktadan sonra onlar da (Ruslar’ı kastediyor) telefon etti, o akşam da Esad gitti.”
7 Aralık Cumartesi günü öğle saatlerinde başlayan temaslar aynı günün gece yarısını izleyen saatlerde netice vermişti. Önce Ruslar Esad ve ailesine yurt dışına çıkması gerektiğini söylemiş, ardından onları alıp Moskova’ya taşımak için gereken düzenlemeler yapılmıştı. Hakan Fidan büyük olasılıkla Doha’da olan biteni anlık olarak izliyordu. O sırada güneyden hareket eden Suriyeli muhalif güçler de Şam’a yaklaşmaktaydı ve Beşar Esad’ın kaçmak üzere olduğunu gören rejim ordusu dağılmış gitmişti. 7 aralığı 8 aralığa bağlayan gece yarısından sonra muhalif birlikler neredeyse tek kurşun atmadan Şam’a girmeye başlamıştı.
Peki ya Fidan o bir haftada İran’ı ve Rusya’yı ikna edemeseydi? Daha doğrusu bu iki ülkenin Esad rejiminin sürdürülemez olduğunu görmesini sağlamasaydı?
Hakan Fidan bu olasılığa da değiniyor:
“Esad destek görseydi, muhalifler yine bir zafere ulaşabilirdi ama çok kanlı olabilirdi. Ruslar ve İranlılar baktılar bir anlamı yok bunun artık. Hem üstüne yatırım yaptıkları adam yatırım yapılacak bir adam değil, hem de bölgedeki şartlar eski şartlar değil. Muhalefetin üstün cesareti ile ilerleyen bir harekat oldu. Biz minimum can kaybı olması için buranın iki tane önemli, güç kullanabilecek aktörleriyle odaklı görüşmeler sürdürerek bunun kansız bir şekilde olmasının yolunu açtık.”
8 Aralık pazar sabahı gün aydınlandığında Suriye’deki 13 yıllık iç savaş sona ermiş, 61 yıllık Baas iktidarı ve 50 yılı aşkın süredir devam eden Esad ailesi diktatörlüğü tarihe karışmıştı.
Tabii bu aşamada herkes Suriye’nin geleceğini, Suriye’deki yeni iktidarın konsolide bir yapı olup olmadığını merak ediyor.
Hakan Fidan “Bu hassas dönemde dikkatli olunmaması durumunda Suriye’nin yeni bir güç/nüfuz mücadelesi alanına dönüşme riski var mı” sorusunu şöyle yanıtlıyor:
“Bu risk her zaman var, onun için yapıcı davranmak gerekiyor. Suriye halkı ve muhalefeti, Esad dönemindeki hataları tekrar etmek istemiyor. Ama belli enstrümanları dışarıdan kullanarak, belli karıştırma mekanizmalarının hayata geçirilmesi istenmeyen durumlar sebep olabilir. Biz bu konuda çok duyarlıyız. Gereken diplomatik ve istihbari adımları atmak gerekiyor. Şunun altını çizmek lazım; gerçekten Suriye muhalefetinin hayat bulmasında, zaten kendi kendilerini organize etmiş durumdalar da, burada Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ismini veremeyeceğimiz çok nitelikli arkadaşların faaliyetleri, silahlı kuvvetlerde üç harekatta görev almış generallerin hakları ödenmez. Bunlar ancak büyük devletlerin uygulayabileceği katmanlı stratejiler. Bunları uygulamadığınız zaman her türlü kriz gelir sizi içeride bulur.”
Hakan Fidan bu kısmen üstü kapalı kısmen de epey açık cevaptan Türkiye’nin gerek MİT ve gerekse sahadaki bazı generalleri aracılığıyla Suriye muhalefetini bir arada tutan ve onların kendi içinde çatışmaya girmesini engelleyen güç olduğunu anlıyoruz.
Evet ama radikal islamcı bir geçmişten gelen HTŞ konusunda neredeyse herkesin kaygıları var. Seda Öğretir’in “Siz ‘Farklı dini-etnik grupların sulh içinde yaşadığı bir yeni Suriye’nin hayata geçmesini bekliyoruz, intikam peşinde koşulmamalı’ dediniz. Bu noktada HTŞ’nin geçmişinden bahisle durumdan kaygılanan Batılı analistler de var. Bu endişeler için ne diyorsunuz” sorusu üzerine Hakan Fidan şu yanıtı veriyor:
“Belli endişelerin olmasını son derece normal karşılıyorum. Bu endişelerin giderilmesi lazım. Biz iki risk görmüştük. Birincisi Rusya ve İran’ın askeri güç kullanması, ikincisi bölge ülkelerinin bu yürüyüşü bir tehdit olarak görüp farklı bir tavır geliştirmesi. Doha’daki önemli toplantılardan biri de Arap Birliği’yle yaptığımız toplantıydı. Astana platformunu bir araya getirdik. Halep düştükten sonra Arap ülkelerinin dışişleri bakanlarıyla ayrı ayrı görüştüm. Bu konuyu ortak anlarsak ortak tavır koyabiliriz çerçevesini sağ olsun dostlarımız kabul etti. Ondan sonra biz ciddi bir karşı duruş görmedik. Şu anda dünya bizim söylediğimiz ortak parametreleri kabul etmiş durumda.”
Hakan Fidan açıkça söylemiyor ama Suriye’deki rejim değişikliğinin Arap dünyasının önemli ülkeleri tarafından 2011’deki Arap Baharı gibi karşılanma ve tedirginlik yaratma olasılığından söz ediyor. Sözlerinden anlıyoruz ki Türkiye bu ülkelerle tek tek konuşarak onlara endişelenmemelerini söylemiş, hatta belki bir anlamda Suriye için garantör olmuş.
Hakan Fidan devam ediyor:
“Bu insanlarla ilgili endişeleriniz olabilir, belirsizlikler olabilir. Bizim tanıdığımız kadar kimse tanımıyor bunları. Biz diyoruz ki, uluslararası toplum olarak Suriye’ye muhalefetinden ne beklediğimizi söyleyelim. Terörizmin olmadığı bir Suriye görmek istiyoruz, PKK ve DEAŞ’ın yer bulmadığı. Azınlıkların kötü muamele görmediği, Kürtlerin, Alevilerin, Türkmenlerin, Ezidilerin, Nusayrilerin kötü muamele görmediği bir Suriye istiyoruz. Kitle imha silahlarıyla kimsenin işi olmadığı, bölge ülkelerine tehdit üretmeyen kuşatıcı bir hükümet olan yapı istiyoruz. Şam’daki yönetime biz bunları iletiyoruz. Onlardan gerekli adımları atmasını istiyoruz. Dikkat ederseniz kitle imha silahlarıyla ilgili, azınlıklara dokunulmamasıyla ilgili duyurular yaptılar. Bu duyurularla yaptıkları örtüşüyor, baktılar ki iyi yoldalar, uluslararası sistemin güveni artıyor.”
Tabii Suriye söz konusu olunca sadece Arap ülkeleri yok, bir de İsrail var.
Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından İsrail’in Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ndeki işgalini genişletmesi ve Suriye ordusuna ait tesislere düzenlediği hava saldırıları nasıl değerlendirdiği sorulan Hakan Fidan “İsrail burada askeri stratejideki temel prensiplerden birini kendince uygulamaya çalışıyor. Olabilecek en kötü senaryoyu baz alıp onu önleyici bir tedbir paketi geliştirmiş. Esad rejiminin elindeki kabiliyetleri İsrail yıllardır biliyordu. İsrail yeni yönetimin durduğu yerden emin olmadığı için bu karışıklık içinde elinde imkan varsa kabiliyetleri yok etmek için bir strateji geliştirdi. Bence bu strateji çok tehlikeli bir strateji, bu strateji çok büyük bir provokasyona yol açabilir. Her şey bu kadar güllük gülistanlık gitmeyebilir. Onun için kendilerine haber yolladık, artık provokasyondan vazgeçin, Suriye yönetiminin kontrolü altında bulunan yerleri bombalamaktan vazgeçin.”
Suriye söz konusu olunca Türkiye’nin bir de PKK/YPG diye bir derdi var. Bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin sorunlu bir parçası. Hakan Fidan bu konuda da gayet serinkanlı. Biraz daha geniş bir açıdan bu konuya bakıyor:
“Biliyorsunuz başından beri (ABD ile) son derece taban tabana zıt iki pozisyondaydık. Burası bizim milli güvenliğimizle ilgili yaşamsal varoluşsal bir konu yani biz bu konuyu mümkün olan en yüksek ciddiyetle ele almış bir ülkeyiz. Bunun hem sahadaki operasyonel araçlarını hem masadaki diplomatik araçlarını da her türlü ciddiyette kullandık şimdi bizim pozisyonumuz hala aynı, hiç değişmedi. ABD ve bazı Avrupa ülkelerinden muazzam bir destek almıştı PKK ama Suriye’de kendisini Rusların, İranlıların ve rejimin sahibi olduğu bir zemine oturtmuştu. Bu zeminle de zımni anlaşmaları vardı. Şimdi bu zemin çöktü. Yeni bir Suriye var ve toprak bütünlüğünü sağlama konusunda da kararlı olacak. Suriyeli muhaliflerin yıllardır rejime karşı savaştılar, inanılmaz zulümlere ve kayıplara maruz kalmışlar ve şimdi vatanlarını tekrar alıyorlar. Tabii ki ülkenin bütünlüğünü sağlama yolunda adım atacaklar. Onun için (PKK/YPG) Tel Rıfat ve Münbiç’ten koridorlar açılıp çıkıp gittiler. Bundan sonra olacak olan şu; Şam’daki yönetimin kendi milli bütünlüğünü, toprak bütünlüğünü sağlamak için atacağı adımlar neticesinde YPG’nin artık çok bir zemin bulamayacağını düşünüyoruz.”
Yani Fidan PKK/YPG’nin bizzat Suriye’nin yeni yönetimi tarafından temizleneceğini düşünüyor. Fidan’ın bu konuda ekleyecekleri var:
“YPG’nin elimine edilmesi, ortadan kaldırılması bizim stratejik hedefimiz. Yani ya bunlar kendilerini fesheder ya feshedilirler yani yok olurlar. Burada belli parametreler var o parametreleri belki ifade etmek faydalı olur diye düşünüyorum. Birincisi ifade ettiğim gibi yani biz her ne kadar imkan ve kabiliyetlerimiz buna müsait olsa da ilk etapta Suriye’deki kardeşlerimizin kendi toprak bütünlüğünü, milli bütünlüğünü sağlamayla ilgili atacağı adımlarla bu tehdidi bertaraf etmesine yönelik adımlarını bekleyeceğiz. Diğer taraftan yani burada özellikle YPG elimine edilirken bölgenin kadim şehirlerinde yaşayan orada yüzyıllardır Kürtlere bir zarar gelmemesi lazım çünkü YPG’nin Araplara yaptığı, Kürtlere yaptığı zulüm her zaman için ortada. Onları baskı ile el altında tutuyor. Sivil halkın, Kürtlerin Araplara, Arapların Kürtlere bir tazyikinin olmaması lazım. Yeni yönetimin bu konuda dikkatli olması lazım.”
Peki bundan sonraki süreçte neler olacak? Hakan Fidan Türkiye’nin yapılmasını istediği şeyleri aşama aşama anlatıyor:
“Birinci aşamada bir an önce YPG/PKK’nın içerisinde bulunan Suriye’deki Suriyeli olmayan uluslararası terörist savaşçı statüsünde olan unsurların ülkeyi terk etmesi. Türkiye’den, İran’dan, Irak’tan ve Avrupa’dan gelen PKK kadrolarının ülkeyi terk etmeleri gerekiyor. İkinci aşamada YPG’nin bütün komuta kademesinin, Suriyeli olanların da ülkeyi terk etmesi gerekiyor. Daha sonra PKK’lı olmayan kadroların yeni yönetimle bir anlayış birliği içerisinde silahlarını bırakarak, normal hayatlarına dönerek artık milli, eşitlikçi Suriye içerisinde hayatlarına devam etmeleri gerekiyor. Onlara satılan bu rüyanın, kandırmacanın da halk açısından kazasız belasız bitmesi gerekiyor.”
Hakan Fidan’a göre PKK/YPG gerek ABD ve gerekse Batı aleminden aldığı desteği DEAŞ’la mücadelesine dayandırıyor ama bu artık o kadar gerçekçi değil. Batının DEAŞ konusundaki hassasiyetinin devam ettiğinin de farkında. Fidan anlatıyor:
“Bir iki tane mesele var DEAŞ’la mücadele açısından. Birincisi DEAŞ kampları, ikincisi DEAŞ’lı tutukların bulunduğu cezaevleri. Kamplarda kadın, çoluk çocuk binlerce insan yaşıyor, bunların Iraklı ve Suriyeli. Irak ve Suriye’nin bir araya gelip bu insanlara ne yapacaklarına karar vermeleri gerekiyor. İkinci konu DEAŞ’lıların tutulduğu cezaevleri. Buna en hafif tabirler ikiyüzlülük mü diyelim, çıkarcılık mı diyelim? Batılılar, kendi vatandaşları olan DEAŞ’lıları kendi vatanlarına getirmemek için başka bir terörist örgütü kullanıyorlar. PKK’ya verilen rol gardiyanlık rolü. PKK şu ana kadar aldığı desteği gardiyanlıktan ötürü aldı. Özellikle Avrupalı devletlerin kendi DEAŞ tutuklularını alıp götürmeleri lazım. Diğerleri için belki bir uluslararası mekanizma bulunur. Suriye yönetimiyle de konuşulur, bir formül getirilir.
DEAŞ tutukluları üzerinden uluslararası toplumun, bölgesel aktörlerin sürekli şantaja tutulması PKK’nın tarafından, Amerikalılar başta olmak üzere Avrupalıların bu şantajı yemesi akıl tutulmasının zirve yaptığı bir yer. Guantanamo’daki usulü DEAŞ tutukluları için Suriye’de yaptılar. Suriye’de terör örgütü üzerinden yaptılar. Gardiyanlık yapan bu terör örgütü bugün bile uluslararası topluma şantaj çekiyor. ‘Bize dokunurlarsa DEAŞ’la mücadele aksar’. ‘Aksar’ demesi şu: ‘Bana dokunursanız bütün DEAŞ tutuklularını bırakırım’. Şantaja maruz kalan ülkelerin PKK’ya tepki göstermesi gerekirken, Türkiye’ye dönüp ‘Ya buralara harekat yapmayın, onu yapmayın, bunu yapmayın’ diyorlar. DEAŞ’la mücadele dedikleri aslında DEAŞ tutuklularına gardiyanlık işi. Guantanamo’nun Suriye’de oluşturulmuş gardiyanlığı. Bu sürdürülebilir bir yalan değil. Artık sahada bizden bağımsız bir aktör var, Suriye’nin artık milli bir hakim hükümeti var. Bunlar YPG’yi de tanımaz, başka güç de tanımazlar gelir kendi toprağını, egemenliğini geri alır. Gelsin dışarıdan, Türkiye’den, Irak’tan, İran’dan, Avrupa’dan PKK’lılar, otursunlar petrol kuyularının başına, bunu kaçakçılarla Kuzey Irak’a göndersinler, ondan sonra bunu satıp ceplerine para atsınlar bunu hiç kimse kabul etmez.”