ABD’nin Gazze’ye inşa ettiği geçici liman şiddetli dalgalarda zarar gördü
Atıf Ebu Seyf, Batı Şeria'nın yazar kimliği de olan kültür bakanı. Hamas'ın İsrail'e sürpriz saldırısının tetiklediği savaş sırasında Gazze'deki ailesini ziyaret ediyordu. Savaşın başından bu yana yaşanan her şeyin görgü tanığı oldu, gördüklerini Washington Post'ta yayınlanan günlüğüne yazdı.
Atıf Ebu Seyf altı roman yazmış bir yazar ve 2019’dan beri Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin kültür bakanlığını yapıyor.
Ebu Seyf, 7 Ekim’de bombalar düşmeye başladığında, doğup büyüdüğü Gazze’deki ailesini ziyaretteydi. Bombardıman, Hamas’ın o günün erken saatlerinde 1.400 İsraillinin ölümüne neden olan sürpriz saldırısına misilleme olarak gerçekleştiriliyordu. Ebu Seyf saldırının ardından yurtdışındaki arkadaşlarına sesli notlar göndermeye başladı. Notlarda günlük yaşamın parçalanan dokusunu tarif etti ve kuşatma altındaki yaşamın bir güncesini oluşturdu.
Anlaşılır kılmak için üslubuna az çok müdahale edilen ve kısaltılan bu metinler yaklaşık 7.000 Gazzelinin öldürüldüğü 7-26 Ekim arasındaki üç haftayı anlatıyor. Washington Post bu günlüğü okurlarıyla paylaştı, 10Haber olarak biz de çevirisini sizlerle paylaşıyor, Gazze’deki hayatı bir de Batı Şeria Kültür Bakanı Ebu Seyf’in gözünden sunuyoruz.
Savaşın ben yüzerken başlayacağını asla hayal edemezdim. Sabah 05.30 civarında kalkmıştım. Güzel bir gün olacak diye düşünmüştüm. Yüzecek ve sonra doğduğum ve hayatımın büyük bölümünü geçirdiğim mülteci kampı Cibaliye yakınlarındaki Saftavi’deki dairemde duş alacaktım.
Sahilde küçük balıkçı tekneleri denizde geçirdikleri gecenin ardından kıyıya yol alıyordu. Toplam dört kişiydik: Kardeşim Muhammed, 15 yaşındaki oğlum Yaser, kayınbiraderim İsmail ve ben. Batı Şeria’dan gelmiştim ve Gazze’de sadece birkaç gün kalmayı planlıyordum. Yaser büyükannesini ve büyükbabasını özlediğinden bana eşlik etmek istemişti.
Arabayla plajın kuzey ucuna gittik, ana yola park ettik, sonra deniz kabuklarıyla bezeli kumlara doğru yürüdük. Her zamanki gibi İsrail savaş gemileri vardı ufukta.
Deniz çok davetkârdı. İsmail ve ben şortlarımıza kadar soyunduk. Yaser fotoğraf çekti; Muhammed her sabah yaptığı gibi art arda sigara içti.
Birden her taraftan patlama sesleri duyulmaya başladı. Roketler gökyüzünde çizgiler oluşturuyordu. Eğitim tatbikatı olduğunu düşündüm ve yüzmeye devam ettim. “Bir iki saat sürer herhalde” dedim kendi kendime.
Kıyıya doğru yüzdüm ve İsmail’e seslenip gelmesini söyledim. Sudan çıkarken omuz silkti. Patlamalar duracak gibi görünmüyor dedim ona. Birden sahilde herkes koşmaya başladı. Muhammed bağırarak “Buradan gitmemiz lazım!” dedi. Patlamalar gittikçe şiddetini artırıyordu. İsmail ve ben yalın ayak, elbiselerimizi ve ayakkabılarımızı göğsümüze yakın tutarak koştuk. Etrafta herkes aynı şeyi yapıyordu.
Arabaya ulaştığımızda, diğerleri daha kapıyı bile kapatmamışken gaza bastım. Aracı deli gibi sürüyordum. O sırada insanlar onları da almamız ümidiyle arabamızın önüne atlayıp duruyordu. Durduk ve beş kişinin arkaya doluşmasına izin verdik. Yolu açmak için korna çalarak tekrar hızlandık. Muhammed’e döndüm: “İsmail nerede? Onu roketlerin altında mı bıraktık?”
Muhammed güldü. “Hayır, köpekbalıklarına bıraktık.” Kardeşim İsmail’e sen devam et, demişti. Zaten evi sahile çok uzak değildi. Muhammed’in köpekbalığı şakası beni hiç rahatlatmamıştı.
Kimse neler olup bittiğinden saatlerce haberdar olamadı. Sonra yavaş yavaş haberler gelmeye başladı. Ömer Ebu Şaviş adında şair ve müzisyen genç bir arkadaşımız, tıpkı bizim gibi Nuseyrat Kampı önündeki denizde yüzerken oradan geçen bir savaş gemisinden atılan top mermisiyle vurulmuştu bir arkadaşıyla birlikte. Söylenenlere göre Gazze’nin ilk iki kurbanı onlardı.
Roots Otel’de 10 misafir ve üç görevli, toplam 13 kişiydik. Kahvaltı asansör ile merdiven arasındaki koridorda bulunan masalarda servis ediliyordu. Ne zaman bombardıman başlasa, ki Gazze’de neredeyse her ay olur bu, binanın ortasına, genellikle de koridor ya da merdiven boşluğuna kendinizi atmanız gerekirdi; çünkü burası patlayan pencere camlarından en uzak, binanın en korunaklı bölümüydü. 2008-2009 savaşı sırasında eşim Hanna, çocuklarım ve ben 22 geceyi evimizin koridorunda uyuyarak geçirmiştik. Kuşkusuz o dönem hayatta kalmamızı sağlayan şey buydu.
Perdelerin arasından otelimizin üstüne kondurulduğu küçük uçurumun altında ışıldayan mavi denize baktım. Balıkçı tekneleri limanda rölantide çalışıyor, kıpırdayan perdelerin ritmiyle onlar da salınıyordu. Daha uzakta üç savaş gemisi bekleyip duruyordu. Yemek yerken gemilerin içinde bizi izleyen askerleri düşündüm. Kızılötesi lensleri ve çektikleri uydu fotoğraflarıyla sepetteki ekmekleri yahut tabağımdaki falafel köftelerini sayabilirler miydi?
15 yaşında sadece iki savaşa tanıklık etmiş olan oğlum Yaser halen 2014’teki savaşın travmatik izlerini taşıyor. O sırada yedi yaşındaydı ve savaşa dair hatıraları hafızasında capcanlı. O dönem henüz iki yaşında olan kız kardeşi Yafa da olanları hatırladığını iddia ediyor, ancak yaşananları değil izlediği videoları anlattığından kuşkum var. Bir tür nostalji yaşıyor gibi. Garip ama savaşa ilişkin anılar olumlu da olabiliyor, zira savaş hatıralarınızın olması hayatta kaldığınız anlamına geliyor.
Bizim bugünkü mevzumuz ise hayatta kalmaktı. Hepsi Batı Şeria’dan gelmiş olan oteldeki diğer konuklar Refah Sınır Kapısı üzerinden Mısır’a geçmeye karar vermişti. Hepsinin pasaportu ve birçoğunun diplomatik izni vardı. Kahvaltı bitmeden önce Mısır tarafıyla ayarlama yapılmıştı. Benim ve Yaser’in isimleri de bunlar arasındaydı. Ardından eşyalarımızı topladık. Sonra Muhammed arabaya doğru ilerlerken ben kalıyorum dedim. Şimdiye kadar verdiğim en akıllıca karar olmayabilirdi, ama bana doğru gelen buydu. Korktuğum için kaçıp babamı, kardeşlerimi ve kız kardeşlerim Ayşa ile Esma’yı terk edemezdim. Yaşadığım ilk savaş 1973’te patlamıştı ve ben sadece iki aylıktım. O zamandan beri de savaşın içinde yaşıyorum. Nasıl ki hayat iki ölüm arasında bir fasılaysa, Filistin de bir yer ve bir fikir olarak birçok savaşın ortasında bir zaman yitimiydi adeta.
Yaser’e diğerleriyle birlikte gitmesini söyledim, fakat yanımda kalmak istedi. İki arada bir derede kalmıştım. İsrail’in savaşların başlangıcında her daim bombaladığı Refah Sınır Kapısı’nda onu tek başına bırakmak ve bugünlerde başlı başına bir savaş bölgesi olan Kuzey Sina’yı geçerken yanında olamamak düşüncesi beni dehşete düşürüyordu. Nihayetinde ne istediyse onu yaptım.
Yaser’i büyükannesi ve büyükbabasına bırakmaya giderken arazime uğramasını istedim Muhammed’den. Böylece ağaçları sulayabilecektim. Bir gün üzerine ev yapmayı planladığım küçük bir arsaydı burası. “Şaka mı yapıyorsun?” diye bağırdı Muhammed. “Çok ama çok tehlikeli.”
“Ağaçları susuz bırakmak da tehlikeli” diye cevap verdim. “Eğer savaş uzun sürerse ölürler.”
Muhammed güldü. “Eğer işgal olursa zaten ölecekler. Tanklar her zamanki gibi onları dümdüz edip geçecek.” Yine de ısrar ettim.
Muhammed ve ben Yaser’i Birleşmiş Milletler tarafından işletilen bir okulun civarında yaşayan büyükanne ve büyükbabasına bıraktık. Sonra arkadaşım Hişam’ın oğlu Ali ile buluştum ve bana Beyt Hanun’daki evlerini terk etmek zorunda kaldıklarını söyledi. Zaten birçok aile Cibaliye’deki BM okullarına sığınıyordu. Okullardan birinin önündeki sokağın insanla dolup taştığını gördüm. Şaşkın çocuklar, öfkeli erkekler, yorgun kadınlar… Hepsi kaybolmuş gibiydi. Çiftçiler hayvanlarını okul duvarları boyunca sürüyordu. Tek bir öğretmen ortada durmuş, kaostan umutsuzca düzen yaratmaya çalışıyordu.
Şehir enkaz ve moloz yığınlarıyla kaplı çorak bir araziden ibaret. Güzelim binalar dumandan sütunlar halinde yıkılıp gidiyor. Sık sık ilk intifadada bir kurşunla vurulduğum çocukluk anılarına gidiyorum. Annem birkaç dakika boyunca gerçekten öbür dünyaya gittiğimi, sonra tekrar hayata döndüğümü anlatırdı. Bu sefer de aynısını yaşayabilirim belki, diye düşünüyorum.
Bugün pazartesi, yani haftalık Batı Şeria Hükümeti kabine toplantısı saat 10’da başlayacak. Toplantıya Zoom üzerinden telefonumdan katıldım, ancak ekranda sürekli haber uyarıları çıktığı için tam odaklanamadım. Savaş uçaklarından atılan füzelerin sesi kulakları sağır ediciydi.
Ekranıma düşen iletilerden El Tirrans’ta bir hava saldırısında 50 kişinin öldüğünü öğrendim. Diğer bakanlardan özür diledim ve kampa geri döndüm. El Tirrans, Cibaliye’nin kalbidir. Yakındaki kasaba ve köylere giden tüm ulaşım bağlantıları, Beyt Hanun, Beyt Lahya, Bedevi Köyü ve Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki diğer bölgelere giden taksiler ve minibüsler bu noktada kesişir.
El Tirrans’a giderken Yaser ve ben afallamış halde dolaşıp duran ailelerin yanından geçtik. Tüm dünyalıklarını sırtlanmış gibiydiler: Şilteler, giysi torbaları, yiyecekler, içecekler…
Saldırının olduğu yere vardığımızda her yerin dümdüz olduğunu görünce dehşete kapıldım. Süpermarket, döviz bürosu, falafel dükkânı, meyve tezgâhları, parfümeri, şekerleme dükkânı, oyuncakçı; hepsi yanmıştı.
Her yerde kan vardı; etrafa saçılan oyuncaklar, marketten dağılan teneke kutular, ezilmiş meyveler, kırık bisikletler, parfüm şişeleri de cabası. Ejderha tarafından yakılmış bir kasabanın karakalem çizimi gibiydi.
Yaser’den büyükanne ve büyükbabasının evinde kalmasını istedim. Filistinli mantığında savaş zamanında herkesin farklı yerlerde uyuması gerektiği düşünülür, böylece ailenin bir kısmı öldürülse dahi diğer kısmı hayatta kalabilir. BM okulları yerinden yurdundan edilmiş ailelerle daha da kalabalıklaşıyor. Umutlar Birleşmiş Milletler bayrağının onları kurtaracağına bağlandı, ancak önceki savaşlarda durum böyle olmamıştı.
Gazetecilerin ajansları için deli gibi görüntü indirip haber yazdığı Basın Evi’ne gittim. Basın Evi müdürü Bilal ile otururken bir patlama binayı sarstı. Camlar kırıldı, tavan parçalar halinde üzerimize çöktü. Merkez salona doğru koştuk. Gazetecilerden biri fırlayan camlar nedeniyle kan içinde kalmıştı. 20 dakika sonra hasarı incelemek için temkinli şekilde dışarı çıktık. Sokakta hala Ramazan süslemeleri asılı olduğunu fark ettim.
Otele döndüğümde kendimi bitkin hissediyor, odaklanamıyordum. Bileklerimde ağrı vardı. Bilal bunun telefonu aşırı kullanmaktan olduğunu söyledi. Zira saatlerdir telefona sarılmış, haber almak için çırpınıyordum.
17 Ekim Salı
Ölümün yaklaştığını hissediyorum, adımları gittikçe yükselen bir sesle duyuluyor. Sadece bitsin artık, diye düşünüyorum. Çatışmanın 11. günü, ama günler birbirine karışmış gibi. Aynı bombardıman, aynı korku, aynı koku… Haberlerde, ekranın altındaki banttan ölülerin isimlerini okuyorum. Adımın orada görünmesini bekliyorum.
Sabah telefonum çaldı. Arayan Batı Şeria’daki akrabam Rula’ydı. Kuzenim Hatem’in yaşadığı Gazze’nin güneyindeki Talat Hovva Mahallesi’nde hava saldırısı olduğunu öğrenmiş. Hatem eşimin tek kız kardeşi olan Hüda ile evli. Annesi, kardeşleri ve onların aileleriyle dört katlı bir binada yaşıyor.
Sağa sola telefon ettim, ama kimsenin telefonu çekmiyordu. Ölenlerin isimlerini öğrenmek için Şifa Hastanesi’ne yürüdüm. Derme çatma bir morgun önüne her gün cenaze listeleri asıyorlar. Binaya zar zor yaklaşabildim. Zira binlerce Gazzeli hastaneyi evi haline getirmişti; bahçelerde, koridorlarda, her boş alanda, her köşede bir aile vardı. Vazgeçtim ve Hatem’in evine doğru gittim.
Otuz dakika sonra onun sokağındaydım. Rula haklıydı. Hüda ve Hatem’in binası sadece bir saat önce vurulmuştu. Kızları ve torunlarının cesetleri çoktan çıkarılmıştı. Hayatta kaldığı bilinen tek kişi, yoğun bakıma kaldırılan diğer kızları Visam’dı. Visam doğrudan ameliyata alınmış, iki bacağı ve sağ eli kesilmişti. Oysaki kız sadece bir gün önce sanat okulunda mezuniyet törenine katılmıştı. Hayatının geri kalanını bacaksız ve tek elle geçirmek zorundaydı artık. Birine sordum: “Peki ya diğerleri?”
“Onları bulamıyoruz” cevabını verdi.
Moloz yığınları arasında haykırdık: “Hey! Sesimi duyan var mı?” Bazılarının hâlen hayatta olabileceği umuduyla kayıp olanların isimlerini seslendik… Günün sonunda aralarında üç aylık bir bebeğin de bulunduğu beş ceset bulabildik. Onları gömmek için mezarlığa gittik.
Akşam Visam’ı görmeye hastaneye gittim; yarı baygındı. Yarım saat sonra sordu: “Halo (Enişte), rüya görüyorum, değil mi?”
“Hepimiz bir rüyanın içindeyiz” dedim.
“Benim rüyam korkunç! Neden?”
“Hepimizin rüyası korkunç.”
10 dakikalık sessizlikten sonra “Bana yalan söyleme Halo. Rüyamda bacaklarım yoktu. Doğru bu, değil mi? Artık bacaklarım yok mu?”
“Ama bu bir rüya demiştin.”
“Bu rüyayı sevmiyorum Halo.”
Gitmek zorundaydım. Bana çok uzun gelen bir on dakika boyunca ağladım, ağladım… Son birkaç günün dehşetinden boğulmuş halde hastaneden çıktım ve kendimi sokaklarda dolaşırken buldum. “Bu şehri savaş filmleri için film setine dönüştürebiliriz” gibi boş boş düşünceler dolaştı zihnimde. İkinci Dünya Savaşı ve dünyanın sonu ile ilgili filmler için uygun bir film seti… En iyi Hollywood yönetmenlerine kiralayabiliriz burayı. Ismarlama kıyamet günü çekilir…
Çok uzaklardaki Ramallah’ta bulunan Hanna’ya tek kız kardeşinin öldürüldüğünü söylemeye kim cesaret edebilirdi? Ya ailesinin öldürüldüğünü? Meslektaşım Manar’ı aradım ve birkaç arkadaşıyla bizim eve gidip haberin ona ulaşmasını geciktirmeye çalışmasını istedim. Manar’a “Ona yalan söyle” dedim. “Binaya F-16’lar tarafından saldırıldığını, ama komşuların Hüda ve Hatem’in o sırada dışarıda olduğunu düşündüğünü söyle. Durumu kurtaracak herhangi bir yalan söyle ona.”
Sabah ceset arama çalışmalarına tekrar katıldım. Bina T.S. Eliot’un dediği gibi “paramparça imgeler yığını”ndan ibaretti. Aramaya katılan bizler göremediğimiz insansız hava araçlarının cırcır böceğine benzeyen gökyüzündeki uğultusu altında yıkıntıları karıştırıyorduk.
Bu benim Cibaliye Kampı’ndaki ikinci gecem; en başından beri olmam gereken yerde, ailemin, babamın, kız kardeşlerimin, erkek kardeşlerimin toplandığı yerdeyim. İnternet yok. Sosyal medya yok. Radyo çağına geri döndük. Patlamalar devam ediyor, her biri bir öncekinden daha yakında sanki ve her biri beni durup bedenime bakmaya ve vurulan ben miyim diye kontrol etmeye yöneltiyor.
Neden hayatta kalmak istiyorum ki? Bir gün daha ölüm korkusuyla yaşayacaksam neye yarar hayatta kalmak?
Karanlık ve korkunç bir geceydi. Dün gece Ehli Arap Hastanesi’nde yüzlerce kişi öldürüldü. Bu insanlar hayat ve geleceklerini bu hastanenin kutsal atmosferinde aramış, yanılgıya düşüp buranın güvenli olacağını sanmışlardı.
Bu hastane yaklaşık 150 yıl önce İngilizler, daha doğrusu Anglikan Kilisesi tarafından inşa edilmişti. Biz buraya İngiliz Hastanesi derdik. Gençliğimde ilk intifada sırasında karaciğerime saplanan bir kurşunla vurulduğumda, bir İngiliz cerrah beni burada kurtarmıştı.
Kilisenin önündeki hastanenin bahçesinde, çimlerde uyuyan, kararan gökyüzünün altında yatan, sadece birkaç dağınık bulutun koruduğu ve bir daha asla uyanamayacakları sabah güneşini bekleyen çocukları düşünerek zar zor uyuyabiliyordum. Gözlerimi kapattım ve bir daha uyanmamanın nasıl olduğunu hayal etmeye çalıştım.
Bir arkadaşım “Gazze’de neler oluyor?” diye mesaj attı.
Cevap verdim: “Asıl soru şimdi değil, 75 yılı aşkın süredir orada ne olduğu…”
Bir savaş filminin içinde yaşıyoruz ve yapımcı filmin bitmesini istemiyor. Stüdyo senaryoyu yeni sahnelerle beslemeye, bütçeye milyonlarca dolar eklemeye devam ediyor. Çekimler hiç durmadığı sürece gişe rekorları kıracak.
Derken telefonumu şarj edip haberleri izlemek için Basın Evi’ne gittim. Dün gece bütün mahalle vurulmuş, her şey paramparça olmuştu: Pencereler, yerler, tavanlar, raflar, kapılar… Düşmeyen tek şey iç avluda asılı Gazze Şehri fotoğraflarıydı. Yaser, kardeşim Ahmed ve ben ilk hafta yaptığımız gibi geceyi orada geçirseydik, hayatta kalamazdık. Artık neyin güvenli neyin tehlikeli olduğunu kimse bilmiyor. Zar atmaktan başka çareniz yok.
Sonra İsraillilerin Gazze Şeridi’nde yaşayanların yüzde 60’ından fazlasını tahliye etmek istediğine dair haberler geldi. Muhtemelen şehri yerle bir edecekler. Helikopterler her yere broşürler attı. Arapça olarak, Vadi Su Yolu’nun kuzeyinde kalan herkesin terör ortağı sayılacağını duyurdular. Bu İsraillilerin gördükleri yerde insanlara ateş edebileceği anlamına geliyor. Onların emirlerine itaat etmeyeceğim. Tüm bu zamanı Gazze’nin merkezinin kuzeyinde ve Rimal’de, savaştan en çok etkilenen iki bölgede geçirdim. Sahip olduğunuz tek şey yaptığınız seçimdir bazen.
Hanna mesaj atarak Refah’a geçmem için yalvardı, böylece Yaser ve ben sınır kapısına yakın olabilecektik. “İsrail ordusuna güvenmiyorum” diye cevap verdim. “Neden onlara itaat edeyim ki?”
Dün arkadaşım Muhammed’in erkek kardeşi İsraillilerin talimatıyla Gazze merkezinin güneyine göç ederken Nuseyrat Kampı’nda ailesiyle birlikte öldürüldü. Emirlere itaat eden diğerleri o kadar bile ileri gidemedi. Dün güneye giden ana arter Selahaddin Yolu’na düzenlenen füze saldırılarında onlarca kişi hayatını kaybetti.
Dışarıda bir insansız hava aracının sesi ya da içeride bir sivrisineğin ısrarlı vızıltısı, fark etmiyor, tehlike artık her yerde. Gazze Şeridi’nde hiçbir yer güvenli değil.
22 Ekim Pazar
Bugün çatışmanın 16. günü. Hâlâ hayattayım ama Gazze artık Gazze değil. Bu sabah uyanıp penceremden Cibaliye Kampı’na baktığımda onlarca gencin füze isabet eden binaların enkazını kaldırdığını, çaresizce altında ezilen cesetleri çıkarmaya çalıştığını gördüm. Sekiz gündür eşimin kız kardeşi, kocası ve oğullarının cenazelerine ulaşamadık. Hanna her sabah telefon edip haber soruyor.
Her yeni gün bir hayatta kalma stratejisi gerektiriyor. Ekmek almak kuşkusuz en önemli görev. Aileler gün doğmadan çocuklarından birini fırının önüne kuyruğa gönderiyor. Çocuklarsa bu paha biçilmez kargoyu alıp gelebilmek için aşağı yukarı beş saat kuyrukta beklemek zorunda.
Dün gece hiç ekmek alamadım. Ekmeği Cibaliye’deki her sıkıntımızı, her kederimizi paylaştığımız komşumuz Farac’ın aldığını zannetmiştim, o ise benim aldığımı sanmış. Falafel alıp geldim ve onunla evin önünde buluştuğumda yiyebileceğimiz tek şeyin falafel topları olmasından utandık. Mahalleden bir arkadaşımız Yusuf bizi duyup eşine telefon etti. Karısı dakikalar sonra bizim için dokuz küçük ekmekle çıkageldi.
Ekmekten sonra düşünmeniz gereken ikinci şey temiz su. Soğuk suyu falan unutun. İçilecek kadar temiz olsun yeter. Son on günde zamanın büyük bir kısmını geçirdiğim Basın Evi’nde hiç suyumuz yoktu.
Elektrik çoğu zaman kesik olduğu için su olsa bile binaların üstündeki depolara pompalayamıyorsunuz. Herkesin de şişe suyu almaya gücü yetmiyor. Savaşın ilk birkaç gününde küçük bir şişenin fiyatı 10 şekele, yani yaklaşık 2,50 dolara yükseldi. Hastanede yanıklar içinde yatan Visam için suya ihtiyacım var. Hâlâ patlamanın sıcaklığını hissediyor sanki.
İstediğiniz üçüncü şey ise pil. Cibaliye Kampı’na en son on üç gün önce elektrik verilmişti. On yıldan uzun bir süredir günlük kesintilere maruz kalan ve gününü sekiz saat açık, sekiz saat kesik elektrikle geçiren çoğu insan duruma uyum sağlamayı öğrenmiş. En şanslı olanların yedek jeneratörü var, ancak çoğu arabalarda kullanılana benzer akülerle çalışıyor. Bunlar geceleri düşük aydınlatma ve biraz internet erişimi sağlıyor, ancak ocak, buzdolabı veya su ısıtıcısı gibi şeylere güç veremiyor. Bir aküyü şarj etmek beş saat bile sürebiliyor.
Bu sabah fırın kuyrukları her zamankinden daha uzundu. Vihda Caddesi’ndeki Shanti Fırını ile Vihda ve Nasır caddeleri arasındaki Aile Fırını önünde 500 metreden fazla kuyruk vardı. Fırıncılar Derneği başkanının söylediğine göre yedi fırın İsrail füzeleriyle vurulmuş. İki gece önce kız kardeşim Esma’nın evinin yakınındaki fırın yerle bir oldu, dışarıda kuyrukta bekleyenlerin çoğunun hayatını da yıkıntılarla birlikte götürerek…
Vurulan sadece fırınlar değil, insanların toplandığı diğer yerleri de vuruyorlar. Dün gece Nuseyrat Kampı’ndaki çarşıyı, kampın en tanınmış iki restoranı Cenin ve Akil’i vurdular. Savaşın beşinci günü Akil’den bir sandviç almıştım. Dün orada kuyrukta bekleyen insanlar şimdi ölü.
Elektrik ve internetin olmadığı uzun gecelerde kendimi dünyadan kopmuş gibi hissediyorum. Nereden geldiğini bilmediğim patlamalar, çığlıklar duyuyorum. Farac, Muhammed ve ben patlamaların nerede olduğunu ve ne kadar yakında olabileceğini tahmin etmeye çalışıyoruz bazen. Gazze’de pek çoğumuz bu oyuna aşinayız.
Tek çözüm telsiz sahibi olmak. Babamda üç tane var, muhtemelen hepsi aile yadigârı. Uzun tartışmalardan sonra birini kullanmama izin verdi. Gecelerimizi telsizden net sinyal alabilmek için uğraşarak geçiriyoruz.
Dün gece şimdiye kadarki en vahşi geceydi. Gazze Şeridi’ndeki saldırılarda yaklaşık 600 kişi öldürüldü. Gece saat 11 sularında her zamanki olay silsilesini yaşadım: Bir roket sesi, karanlıkta bir parıltı ve ardından bir patlama sesi… Dairenin orta yerinde şiltenin üzerinde yatıyordum ve neredeyse uyuyakalmıştım ki kapkara, zehirli bir bulut aşağıdaki sokağı doldurmaya başladı. Öksürmeye başladım. Koku kül ve yanan metal kokusuydu. Sokağın sonuna doğru ilerleyen on iki ambulans saydım.
Gerçek yemekleri özlüyorum. Çoğu günler kahvaltıda falafel, akşam yemeğinde ise yine falafel yiyorum. İki gün önce biraz tavuk bulacak kadar şansım oldu ve Muhammed, Yaser ve kendim için üç parçayı çabucak kızarttım. Tam bir ziyafet! Her yemek yediğimde bunun şimdiye kadar yediğim en lezzetli yemek olduğunu hissediyorum. Bunu kendime söyleme nedenim, içten içe bunun son yemeğim olabileceğini düşünmem sanırım.
Bu sabah berber dükkanını açık görünce şaşırdım. Dışarıda çok sayıda genç kuyrukta beklerken içeri girme çabalarım sonuç vermedi. Berber yerine kardeşim İbrahim’den küçük elektrikli tıraş makinesiyle saçımı kesmesini istedim. Rahmetli ağabeyim Naim saç kesmede çok iyiydi. İlk intifadanın kırk gün kadar süren sokağa çıkma yasağında mahalledeki erkeklerin saçını o keserdi.
Bugün Cibaliye’de kaldım. Bu Visam’ı hastanede ziyaret edemeyeceğim ve Basın Evi’ne gidemeyeceğim anlamına geliyordu. Visam’ı ziyaret etmek yüreğimi parçalıyor. Sanırım sandığımdan daha güçsüzüm. Kendime yarın onu görebilmek için bugün dinlenmem gerektiğini söyledim. Ayrıca arabayı her gün kullanamıyorum.
Benzin istasyonlarında hiç benzin kalmadı. Dün Cibaliye Kampı girişindeki istasyon sahibinin çaresizce kalabalığa yalvardığını, yakıtının olmadığına ve kuyruğa girmenin nafile olduğuna insanları ikna etmeye çalıştığını gördüm. Bir adam “Hem benzin istasyonusun hem yakıtın yok, nasıl oluyor bu?” diye bağırdı.
İstasyon sahibi öfkeyle “Derdini savaşa anlat” diye cevap verdi.
Ayşe’nin kampın Tel el-Zatar Mahallesi’ndeki evine doğru ilerledim. Her yerde moloz yığınları ve yarı yıkık binalar vardı. Şehirde delikler açan etrafımdaki patlamalara kayıtsız hale gelmiştim artık. Burada ölen herkes düpedüz talihsizlikten ölüyor. Tek suçları o an füzenin düştüğü yerde olmak. Tek teselli ise roket sesini duyduğunuzda size isabet etmeyeceğini bilmeniz. Bu tüm Gazzelilerin öğrendiği bir ders. Zira hedef olduğunuzda hiçbir şey duymazsınız, sadece ölürsünüz.
“Gazze’de hayat her zaman mı zor?” Bu soru bana çok soruluyor. Zor olmadığı bir zamanı hatırlamakta güçlük çekiyorum. Belki 90’lı yılların başında, Filistin Yönetimi şehirde bir üs kurduğunda, ender de olsa huzur vardı. Ya da sükûnet vaadi diyelim. O zamanlar 20 yaşında olan benim kuşağım için gelecek aydınlık görünüyordu, çünkü barış süreci yeni bir başlangıca işaret ediyordu. Binlerce insan süreci desteklemek için sokaklara dökülmüştü. O zamanlar farkında değildik ama meğer boşa kürek çekiyormuşuz. Annem Oslo anlaşmalarını kutlayan gösterilerden birine katılmıştı. İsrail ordusuyla girdiği bir çatışmanın ardından yedi yıl hapse mahkûm edilen kardeşim Naim’in serbest bırakılabileceğini düşünüyordu. Naim’in serbest kaldığını göremeden öldü.
Ne yazık ki bu atmosfer sadece birkaç yıl sürdü ve sonrasında tüm umutlar yıkıldı. Barış Filistinliler için yük haline geldi. Barışın maliyeti her yerde kol gezen İsrail polisiydi, ki bu çok fazlaydı. Gelecek yoktu artık. Ekonomi durgunlaştı, havaalanı bombalandı, halk kuşatıldı. İsrailli yerleşimciler ve askerler 2005’te çekildiğinde bile duvarlar yükseldi ve Gazze halkı bir kez daha burada vatandaş değil mahkûm olduğunu anladı.
Dün gece boyunca tanklar bombardımanlarını sürdürdü. Ayşe’nin evi Cibaliye’nin doğu tarafında, yüzlerce tankın bulunduğu sınıra yakın bir yerde. Buraya gelmek riskli bir karardı ama on yedi gün boyunca oradan oraya taşındıktan ve suya güç bela erişebildikten sonra canıma tak etmişti. Duşa, gerçek bir yatakta doğru dürüst bir gece uykusuna ihtiyacım vardı.
Ayşe erken kalktı, çünkü ekmek yapması gerekiyordu. Onca bombadan sonra 14 yaşındaki oğlunu saatlerce kuyrukta beklemeye gönderemezdi. Tek çözüm kendi ekmeğini yapmak. Ben de hamuru yoğurup keserek, ona yardım ediyorum. Binlerce Gazzeli aile de şüphesiz yeniden ekmek yapmayı öğreniyor. Ayşe şanslı olanlardan, çünkü ekmeği pişirmek için gazı var. Çoğu insan ise enkazlardan topladığı odunlarla beslediği ateşlerle bu işe çözüm bulmaya çalışıyor.
Birkaç yıl önce biri Cibaliye’nin doğusundaki BM okulunun duvarına garip bir slogan yazmıştı: “Geriye doğru ilerliyoruz.” Kulağa hoş geliyor. Her yeni savaş bizi en ilkel olana geri götürüyor. Evlerimizi, kurumlarımızı, camilerimizi ve kiliselerimizi yıkıyor. Bahçelerimizi ve parklarımızı yerle bir ediyor. Her savaşın ardından toparlanmak yıllar alıyor ve biz daha toparlanamadan yeni bir savaş başlıyor. Ne çalan bir uyarı sireni, ne de telefonlarımıza gönderilen bir mesaj… Savaş ansızın geliveriyor.
25 Ekim Çarşamba
19. Gün: Hastanelerin ilaç ve ekipman eksikliği şok edici düzeyde. Hastalar anestezisiz ameliyat ediliyor ve koğuşlarda çığlık sesi duymak artık olağan hale geldi. Ağrı kesici yok, sakinleştirici yok. Üç yatak için tasarlanan koğuşta şu an yedi yatak var. Yataklar koridorlara, bekleme odalarına, ameliyathanelere, hatta banyo girişlerine ve merdiven boşluklarına tıkıştırılmış halde.
Bu sabah Şifa Hastanesi insanla dolup taşıyordu. Hastanede hiç doktor yoktu, yalnızca herkesin ihtiyacını karşılamaya çalışan genç bir hemşire.
Yatağının yanına geldiğimde Visam kalbimi paramparça eden bir ricada bulundu. Ona öldürücü bir iğne yapıp yapamayacağımı bilmek istiyordu. Allah’ın onu affedeceğinden emindi. Gülümsedim ve “Ama beni affetmez Visam” dedim.
“Senin adına ondan bunu isterim” dedi.
Yüce Allah’ın hikmetiyle ilgili bir ayetten alıntı yaptım. Ona Allah’ın tüm bu ölümlerin ortasında onun hayatta kalmasını tercih ettiğini söyledim. Acıya daha fazla katlanamadığını söyledi. Ona hiç ilaç verilmemişti. Yüzü solgundu ve pes etmeye hazırdı.
Bu savaşın biteceğine dair hiçbir emare yok. Hiçbir iktidar ateşkesten söz etmiyor. Haberlerde biraz gıda ve ilaç girişine müsaade etmek için insani amaçlarla birkaç saatlik ateşkes yapılması tartışılıyor. Onların hakkımızda konuştuğunu duymayı, hiçbirimize sormadan adımıza karar vermelerini dayanılmaz buluyorum.
Bu sabah saat 03.15’te bir hava saldırısıyla uyandım. Yatağımdan fırladım. Farac’ın evini vurduklarını düşündüm, oysa orada uyuyordum; saldırıyı duyan hayattadır, kuralını unutmuşum. Pencereye koşup aşağıdaki sokağa baktık. Yıkılan duvarların sesini işittik, her yerde cam kırıkları gördük. Burnumuza ağır yanık metal ve tahta kokusu doldu. Üç patlama saydık ve her zamanki tahmin oyunumuza başladık. Acaba bu sefer nereye atılmıştı?
Sabah Muhammed bana El Halabi ailesinin evi olduğunu söyledi. İlk etapta altı ceset bulundu ve 15 kişi kurtarıldı, diğerleri ise hâlen enkazda kayıp. Kurtarma çalışmalarına destek olmak için aşağı indim. Parçalanmış ceset parçalarını alıp bir battaniyenin üstüne topladık; şurada bulunan bir bacak, orada bir el, geri kalanı ise kıyma gibi paramparça…
Geçen hafta birçok Gazzeli ölüm gelip çattığında kimliklerinin tespit edilebilmesi için isimlerini sabit yahut normal kalemle el ve bacaklarına yazmaya başladı. Korkunç görünebilir ama son derece mantıklı bu. Hatırlanmak istiyoruz, hikayelerimiz anlatılsın istiyoruz, saygınlık istiyoruz. En azından isimlerimiz mezarlarımızda olsun.
Geçen hafta vurulan bir evin yıkıntıları altından çıkarılamamış cesetlerin kokusu hâlâ havada. Zaman geçtikçe koku daha da güçleniyor.
Cibaliye dar sokaklarıyla ünlüdür, ancak şimdi her yer yıkılmış duvarlar, beton parçaları ve birbirine karışmış metallerle tıkanmış durumda. Birkaç saat önce kim bilir kimin evi olan bir yığının üzerinde dikilirken doğup büyüdüğüm mahalleyi düşündüm. Onun dar sokaklardan oluşan labirentlerini ezbere biliyorum; gözlerim kapalı bile gezinebilirim orada. Oysa yakında anılardan başka geriye bir şey kalmayacak.
Dün gece top atışlarının sesi sabaha kadar devam etti. Evi toz doldurdu, zira pencereleri kapatsaydık patlamadan kaynaklanan hava basıncı altında camlar paramparça olacaktı. Kamptaki binalar en iyi zamanlarda dahi risk barındırıyor. Çünkü burada geleneksel olarak, aile tek katlı bir ev inşa eder, sonra oğullarından biri evlendiğinde ilkinin üzerine ikinci bir kat eklenir, ardından ikinci oğul için üçüncü bir kat ve bu böyle devam eder. Yatıp bombardımanı dinlerken binaların hasır kutular olduğunu, yolda zikzak çizerek ilerleyen bir minibüsün arkasına sıkıca tıkıştırıldığını ve gelişigüzel istiflendiğini hayal ediyorum.
Saat 6:30’da yataktan kalktım ve tatlı kruvasanları ve krepleriyle ünlü köşedeki küçük fırına gittim, ne kadar yumuşak olursa Visam’ın yemesi o kadar kolay olur diye düşündüm. Yarım saat bekledikten sonra fırın sahibi üzgün, ununun bittiğini söyledi. Öğleden sonra tekrar gelmemizi önerdi.
Eve dönerken arabayı patlamalar takip ediyor gibiydi. Calla Caddesi’ndeyken dikiz aynasından gökten düşen bir ateş duvarı gördüm. Her taraftan patlama sesleri geliyordu. Olabildiğince hızlı sürdüm. İnsanlar buna “ateş çemberi” diyor. Çok sayıda füze aynı anda aynı bölgeye düştüğünde oluyor bu. Bu terimi kullandığımda Muhammed güldü: “Hele bize bakın, nasıl da uzman olmuşuz!”
“Orası kesin” dedim, “hayatta kalma uzmanıyız.”
Daha sonra gelen haberlerde söz konusu çemberde 40 kişinin öldüğünün doğrulandığı, 120 kişinin hâlen kayıp olduğu söylendi.
Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre bugün Gazze’de ölenlerin sayısı 7.000’den fazla, neredeyse yarısı çocuk. Ambulans ekibi tarafından enkaz altından kurtarılan bir çocuk sağlık görevlisine “Teşekkürler ambulans, seni seviyoruz” diyor haberlerde. Sonra alçak sesle annem nerede diye soruyor.
Akşam yemeğinden sonra tabakları yıkarken kendi kendime soruyorum: Yarın akşam yemeği yiyebilecek miyiz? Bu gece uyuyabilecek miyiz? Yahut önümüzdeki günlerde içecek suyumuz olacak mı?
Ebu Seyf’in Washington Post’ta yayınlanan günlüğü burada sona eriyor. Şu an durumunun nasıl olduğuyla ilgili ufak bir araştırma yaptık. İngilizce kaynaklarda herhangi bir habere rastlayamasak da Arapça kaynaklarda Ebu Seyf’in son günlerde verdiği demeçlere rastladık. Biri 31 Ekim’de Cairo News Channel’a verdiği demeç. Ayrıca Sky News Arabia’da cuma günü yayınlanan bir haber programında da Ebu Seyf’le yapılan röportaja yer verilmiş. Bakanın Gazze’den ayrıldığına ya da hayatını kaybettiğine dair herhangi bir haber çıkmadığı için hâlâ hayatta olduğunu varsayıyoruz.
Türkçeye çeviren: Müge Demirci