Roger Waters Filistin için Kolombiya’dan destek istedi
'Yahudilerin sesi' olmakla eleştirilen New York Times gazetesi, ultra milliyetçi dindar fanatiklerin 40 yıldır sürdürdüğü terör eylemlerine İsrail devletinin nasıl göz yumduğunu ve o aşırı sağcıların bugün nasıl iktidarda olduklarını belgeledi.
Amerika’nın ve belki dünyanın en önemli, en etkili gazetesi The New York Times, ona sahip olan Schulzberger ailesinin Yahudi kimliği nedeniyle sık sık ‘Yahudilerin sesi’ olarak da nitelenir. Ancak İsrail’in 7 Ekimdeki Hamas saldırılarını bahane ederek Gazze’de sürdürdüğü kanlı savaş, Amerika’da bugüne kadar hep İsrail lehine olan pek çok dengeyi sarstığı gibi New York Times’ı da sarsıyor ve değişime zorluyor. Gazete, savaşın başından beri açıkça İsrail yanlısı yayın yapmaktan kaçınıyor, hatta İsrail’in savaşta işlediği pek çok savaş suçunu New York Times’ın buradaki ekipleri ortaya çıkardı. Gazete, İsrail’in savaşta sivil yerleşimlere Amerikan yapımı dev bombalarla saldırdığını uydu görüntüleri üzerinden saptadığı haberiyle bu yıl Pulitzer gazetecilik ödülünü de kazandı. Bu hafta sonu New York Times, çok bilinen ama hiç konuşulmayan bir konuyu, inanılmaz kapsamlı bir araştırmayla kendi ilavesi olan New York Times Magazin’de yayınladı. Gazetenin muhabirleri İsrail’de aralarında eski başbakanlar, eski istihbarat servisi yöneticilerinin de olduğu 100’den fazla kişiyle görüşerek, ‘İsrailli terör örgütleri’ni, bu örgütlerin özellikle Batı Şeria’da Filistinli köylüleri nasıl yıldırıp yerlerinden ettiğini, İsrail’in adalet sisteminin bu açık terörü nasıl görmezden geldiğini, bu aşırı milliyetçi ve ultra dindar İsraillilerin zaman içinde Yahudi devletinin kendisi için nasıl bir tehdit haline geldiğini, ama bu tehdidin bugün İsrail’de iktidarda bulunduğunu anlattı. Bu oldukça uzun ve kapsamlı dosyayı tam metne yakın çevirip yayınlıyoruz. Dileyen bu linkten The New York Times’ın orijinal araştırmasını da okuyabilir.
Ekim ayı sonunda, Khirbet Zanuta köylülerine kimsenin yardım etmeyeceği açıktı. Batı Şeria’da El Halil yakınlarındaki rüzgarlı bir tepeye tünemiş yaklaşık 150 kişilik küçük bir Filistin topluluğu, uzun zamandır etrafını sürekli kuşatan Yahudi yerleşimcilerin tehditleriyle karşı karşıyaydı. Ancak 7 Ekim’deki Hamas saldırısından sonraki günlerde ara sıra yaşanan taciz ve vandalizm, dayak ve cinayet tehditlerine dönüştü. Köylüler İsrail polisine ve her zaman hazır olan İsrail ordusuna çağrı üstüne çağrı yaptılar ama dikkate alınmadılar ve saldırılar devam etti. Bir gün köylüler toplayabildiklerini topladılar, ailelerini kamyonlara yüklediler ve ortadan kayboldular.
Bundan sonra köyü kimin buldozerlerle yıktığı tartışma konusu. İsrail Ordusu yerleşimcilerin yaptığını söylüyor; üst düzey bir İsrail polis memuru ise ordunun yaptığını söylüyor. Her iki durumda da, köylüler gittikten kısa bir süre sonra, Khirbet Zanuta’dan geriye bir klinik ve bir ilkokul kalıntısı dışında çok az şey kaldı. Kliniğin yan yatmış bir duvarında, Avrupa Birliği’nin (AB) “Batı Şeria’da zorla nakledilme riski altındaki Filistinlilere insani destek” sağlayan bir ajansı tarafından finanse edildiğini belirten bir tabela vardı. Okulun yakınına birileri başka türden bir duyuru olarak İsrail bayrağı dikmişti: “Burası artık Yahudi toprağı”.
Khirbet Zanuta gibi yerlerde on yıllar boyunca yaşanan bu tür şiddet olayları iyi belgelenmiş durumda. Ancak bu şiddeti uygulayan kişileri korumak İsrail adaletinin karanlık sırrı. Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik taciz, saldırı ve cinayetlerinin uzun tarihi, İsrailli yetkililerin sessizlik, kaçınma ve yataklıklarından oluşan gölge bir tarihle birleşiyor. Bu yetkililerin çoğu için İsrail’i en çok tehdit eden şey Filistin terörizmidir. Ancak yüzden fazla kişiyle -İsrail ordusu, İsrail Ulusal Polisi ve iç güvenlik servisi Shin Bet’in (Şabak) mevcut ve eski görevlileri; aralarında dört eski başbakanın da bulunduğu üst düzey İsrailli siyasiler; Filistinli liderler ve aktivistler; İsrailli insan hakları avukatları; İsrail-Filistin ortaklığını desteklemekle görevli Amerikalı yetkililer. Bu yetkililerin birçoğuna göre cezalandırılmadan işlenen uzun bir suç geçmişi sadece işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlileri değil, İsrail Devleti’nin kendisini de tehdit ediyor.
New York Times’tan (NYT) Ronen Bergman ve Mark Mazzetti’nin aktardığı bu yıkım, onların deyimiyle İsrail’in kalbine giden bir hikaye. Batı Şeria da Khirbet Zanuta gibi yerlerde başlıyor. Köyün boş harabelerinin içinden, vadinin karşısındaki Meitarim Çiftliği adlı küçük bir Yahudi karakoluna net bir görüş alanı var. 2021 yılında inşa edilen çiftlik, çiftliğin sahibi Yinon Levi tarafından yönetilen yerleşimci saldırıları için bir operasyon üssü haline geldi. Son yıllarda Batı Şeria’da kurulan pek çok İsrail karakolu gibi Meitarim Çiftliği de yasadışı. Çoğu uzmanın işgal altındaki topraklarda İsrail yerleşimlerini tanımadığını söylediği uluslararası hukuka göre yasadışı. 1990’lardan bu yana inşa edilen yerleşimlerin çoğu gibi İsrail yasalarına göre de yasadışıdır.
Bu ileri karakolların inşasını ya da bunlardan kaynaklanan şiddeti durdurmak için çok az çaba gösteriliyor. Gerçekten de Levi’nin günlük işlerinden biri bir hafriyat şirketi işletmekti ve Batı Şeria’da en az bir Filistin köyünü buldozerle yıkmak için İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) ile birlikte çalıştı. Bu şiddetin mağdurlarına gelince, yardım almaya çalışırken kafa karıştırıcı ve yenilgiye uğratan bir sistemle karşı karşıyalar. Polisten yardım isteyen köylülerin genellikle bir İsrail polis karakoluna şahsen başvurmaları gerekiyor ki bu karakollar Batı Şeria’da neredeyse sadece yerleşim yerlerinin içinde bulunuyor. Güvenlikten geçip karakola ulaştıktan sonra bazen Arapça tercüman için saatlerce beklerler ancak kendilerine doğru evraka veya ihbarda bulunmak için yeterli kanıta sahip olmadıkları söylenir. Üst düzey bir İsrailli askeri yetkilinin bize söylediği gibi, polis “Filistinlileri yoruyor, böylece şikayette bulunmuyorlar.”
Yine de Kasım ayında polis ya da ordudan hiçbir koruma görmeyen Khirbet Zanuta ve civardaki beş köyün eski sakinleri, doğrudan İsrail Yüksek Mahkemesi’ne başvurarak adaletin hala mümkün olup olmadığını test etmeyi seçtiler. İsrailli bir insan hakları örgütü olan Haqel’den köylülerin avukatları dilekçelerinde, 7 Ekim’deki Hamas saldırısından günler sonra, yerleşimciler ve İsrail askerlerinden oluşan bir baskın grubunun köy sakinlerine saldırdığını, cinayetle tehdit ettiğini ve köydeki mülkleri tahrip ettiğini savundu. Baskının “eski köylerin toplu olarak nakledilmesinin” bir parçası olduğunu belirttiler.
Filistinli topluluklar askerlerle el ele çalışan yerleşimcilerin Gazze’deki mevcut savaştan yararlanarak Batı Şeria’nın bazı bölgelerini “temizlemek” gibi uzun süredir devam eden bir hedefe ulaşmak, devletin “kapsamlı ve benzeri görülmemiş bir şekilde göz ardı edilmesi” ve “kitlesel sürgün eylemlerine fiilen rıza göstermesi” ile desteklendiği bir durum.
Yüksek Mahkeme davayı görmeyi kabul etti ve köylülerin istediği yardım mütevazı görünebilir. Ancak NTY’nin haberi, onlarca yıllık tarihin ne derece aleyhlerine işlediğini ortaya koyuyor: Cezasız suçla geçen 50 yılın ardından şiddet yanlısı yerleşimciler ve devlet birçok açıdan bir bütün haline geldi.
Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’de gerçekleştirdiği yıkıcı saldırılar, devam eden İsrailli rehineler krizi ve bunu takip eden İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgali ve bombardımanı, dünyanın dikkatini İsrail’in Filistinlilerin özerkliği meselesini ele almaktaki süregelen yetersizliğine yeniden odaklamış olabilir. Ancak işgalin İsrail hukuku ve demokrasisi üzerindeki uzun vadeli yıpratıcı etkilerinin en belirgin olduğu yer Batı Şeria’dır.
İsrail’de 7 Ekim’den bu yana görülen üç düzine davadan bir örnek, hukuk sisteminin ne kadar çürüdüğünü gösteriyor. Hayvan çalmaktan saldırı ve kundakçılığa kadar çeşitli suçları içeren tüm vakalarda tek bir şüpheli bile suçla itham edilmedi; bir vakada bir yerleşimci, bir İsrail Savunma Kuvvetleri askeri bakarken bir Filistinliyi karnından vurdu, ancak İsrail ordusunun dahili bir notuna göre polis tetikçiyi sadece 20 dakika sorguladı ve asla bir suç şüphelisi olarak sorgulamadı. Davaları incelerken, İsrailli insan hakları aktivistlerinin Filistinlilere karşı işlenen çeşitli suçları bildirmek üzere polisi aradıkları kayıtları dinledik. Bazı kayıtlarda polis, köylerin nerede olduğunu bilmediğini iddia ederek olay yerine gelmeyi reddediyor; bir vakada ise aktivistlerle “anarşist” diye alay ediyordu. İsrail Ulusal Polisi sözcüsü bulgularımızla ilgili tekrarlanan sorulara yanıt vermeyi reddetti.
Bu vakaların gösterdiği şiddet ve cezasızlık 7 Ekim’den çok önce de vardı. Ekim ayından önceki neredeyse her ay, şiddet olaylarının oranı bir önceki yılın aynı ayına göre daha yüksekti. İsrailli bir insan hakları grubu olan Yesh Din, 2005-2023 yılları arasında Batı Şeria’da 1600’den fazla yerleşimci şiddeti vakasını inceleyerek, bunların sadece yüzde üçünün mahkumiyetle sonuçlandığını tespit etti. 1996-2000 yılları arasında Shin Bet’in başkanlığını yapan Ami Ayalon – İsrail’in yasaları uygulamadaki sistematik başarısızlığından duyduğu endişe nedeniyle şimdi konuşuyor – bu tekil sonuç eksikliğinin İsrail liderliğinin yıllar öncesine dayanan kayıtsızlığını yansıttığını söylüyor. “Kabine ve Başbakan, Shin Bet’e bir Yahudi öldürülürse bunun korkunç olduğunu işaret ediyorlar. Bir Arap öldürülürse bu iyi bir şey değil ama dünyanın sonu da değil.”
Ayalon’un değerlendirmesi görüştüğümüz diğer pek çok yetkili tarafından da yinelendi. Amerikalı üç yıldızlı emekli bir general olan Mark Schwartz, 2019-2021 yılları arasında Kudüs’teki ABD Büyükelçiliği’nde çalışan en üst düzey askeri yetkiliydi ve İsrail ile Filistin Yönetimi arasındaki ortaklığa yönelik uluslararası destek çabalarını denetliyordu. Batı Şeria’da yerleşimcilerin işlediği suçların ve İsrail’in ağır operasyonlarının uzun geçmişi hakkında şimdi “Hesap verebilirlik yok” diyor. “Bunlar güveni ve nihayetinde İsrail ve Filistin topraklarının istikrar ve güvenliğini zedeliyor. Bu inkar edilemez.”
Batı Şeria’ya taşınan pek çok İsrailli bunu ideolojiden başka nedenlerle yaptı ve yerleşimciler arasında Filistinlilere karşı şiddet veya diğer yasadışı eylemlere karışmayan büyük bir çoğunluk var. İsrail hükümeti içindeki pek çok kişi de hukukun üstünlüğünü topraklara yaymak için mücadele etti ve bunda da başarılı oldu. Ancak bazen ciddi kişisel sonuçlar doğuran sert tepkilerle de karşılaştılar. Başbakan İzak Rabin’in 1990’larda, Birinci İntifada’nın hemen ardından, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Başkanı Yaser Arafat ile barış yapma çabaları yeni nesil Yahudi teröristlerin ortaya çıkmasına neden oldu ve nihayetinde hayatına mal oldu.
İşgal altındaki topraklara ve sakinlerine nasıl muamele edileceği konusundaki anlaşmazlık, karmaşık ve bazen de şeffaf olmayan bir kanun uygulama sistemi doğurdu. Bu sistemin temelinde iki ayrı ve eşit olmayan adalet sistemi yatıyor: biri Yahudiler için, diğeri Filistinliler için.
Batı Şeria IDF’in komutası altında, bu da Filistinlilerin IDF ve İsrail iç istihbarat örgütü Şin Bet’e önemli yetkiler veren bir askeri yasaya tabi olduğu anlamına geliyor. Şüphelileri yargılamadan ya da avukata veya delillere erişimleri olmadan uzun süreler boyunca tutabilirler. Telefon dinleyebilir, gözetleme yapabilir, veri tabanlarına girebilir ve işgal altındaki topraklarda yaşayan herhangi bir Arap hakkında çok rahat istihbarat toplayabilirler. Filistinliler ise terörizm suçlamaları söz konusu olduğunda çok daha cezalandırıcı olan ve dış denetime karşı daha az şeffaf olan sivil değil askeri mahkemelere tabidir.
Ayalon, bazı başarısızlıklarına rağmen Şin Bet’in genellikle İsrail’deki sağcı terörizmi caydırmak ve kovuşturmak için istihbarat ve kaynaklara sahip olduğu konusunda ısrar ederek eski servisini korudu. Ve genellikle de istekli olduklarını söyledi. “Asıl soru bu konuda neden bir şey yapmadıklarıdır” dedi. “Ve cevap çok basit. Mahkemelerimizle yüzleşemiyorlar. Hukuk camiası da sokak tarafından desteklenen siyasi camia ile karşı karşıya gelmeyi neredeyse imkansız buluyor. Yani her şey sokakla başlıyor.”
1980’lerin başında Yahudi yerleşimci hareketi İsrail parlamentosu Knesset’te biraz güç kazanmaya başlamıştı, ancak ana akımdan uzak kalmaya devam etti. Aşırı sağcı haham Meir Kahane 1984 yılında Knesset’e seçildiğinde mevcut Başbakan Binyamin Netanyanyahu’nun partisi Likud da dahil olmak üzere diğer partilerin üyeleri konuşma yapmak için ayağa kalktığında dönüp salonu terk ediyorlardı. Sorunlardan biri de yerleşimlerin sürekli genişlemesinin ABD-İsrail ilişkilerinde rahatsızlık yaratmaya başlamasıydı. Dönemin Başbakanı Menahem Begin’in 1982’de Washington’a yaptığı bir ziyaret sırasında Başbakan, Senato Dış İlişkiler Komitesi’yle kapalı kapılar ardında bir toplantı yaparak İsrail’in o yıl Lübnan’ı işgal etmesini ve sivil kayıplara neden olan FKÖ’yü püskürtme çabalarını tartıştı. NYT’nin oturumla ilgili haberine göre o dönemde ikinci dönemini yaşayan Delaware Senatörü Joseph Biden Jr. Begin’le Batı Şeria konusunda bir hayli gergin bir tartışma yaşadı ve Begin’e İsrail’in yerleşim politikaları nedeniyle ülkedeki desteğini kaybettiğini söyledi.
Ancak İsrailli yetkililer, Amerikalıların bu konudaki öfkelerini daha güçlü adımlar atmadan -şimdi olduğu gibi o zaman da İsrail’in güvenlik düzenlemelerinin merkezinde yer alan askeri yardımları kısıtlamak gibi- dışa vurmakla yetindiklerini anladılar. Batı Şeria belediye başkanlarını hedef alan bombalı saldırıların ve diğer saldırıların planlayıcıları 1984 yılında nihayet mahkemeye çıkarıldıktan sonra suçlu bulundular ve birkaç aydan ömür boyu hapse kadar değişen cezalara çarptırıldılar. Ancak komplocular pek pişmanlık göstermedi ve affedilmeleri için kamuoyunda bir kampanya başlatıldı. Dışişleri Bakanı İzak Şamir de onların “mükemmel, iyi insanlar olduklarını ama yollarında ve eylemlerinde hata yaptıklarını” söyleyerek affedilmelerini savundu. Şamir, affın Yahudi terörizminin tekrarlanmasını önleyeceğini öne sürdü.
Sonunda Cumhurbaşkanı Chaim Herzog, Shin Bet ve Adalet Bakanlığı’nın tavsiyelerine karşı çıkarak, komplocular için olağanüstü bir dizi af ve ceza indirimi imzaladı. Bu kişiler serbest bırakıldı ve yerleşimci toplumu tarafından kahraman olarak karşılandı ve bazıları hükümette ve İsrail medyasında önemli pozisyonlara yükseldi. Bunlardan biri, şu anda yerleşim hareketinin liderlerinden biri olan Uzi Şarbav, yerleşimcilerin Gazze’ye dönüşünü teşvik eden yakın tarihli bir konferansta konuşmacıydı.
Aslında geçtiğimiz on yıllarda Araplara yönelik terör saldırılarına karışan Yahudilerin neredeyse tamamı hapis cezalarında önemli indirimler aldı. Bu kişilerden bazıları tutuklandığında Yahudi Dairesi’nin başında olan Carmi Gillon, serbest bırakıldıklarında hissettiği “derin adaletsizlik duygusunu” hatırlıyor. Ancak daha da önemli olanın “affın halka ve Araplara karşı terör eylemleri gerçekleştirmeyi düşünen herkese nasıl bir mesaj verdiği sorusu” olduğunu söylüyor.
Aynı dönemde Başbakan Begin, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile ABD’de Camp David’de sessizce bir barış anlaşmasına aracılık ediyordu. Sonunda müzakere ettikleri anlaşma Sina Yarımadası’nı Mısır’a geri veriyor ve İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi karşılığında işgal altındaki topraklarda Filistinlilere daha fazla özerklik vadediyordu. Bu anlaşma sonunda iki lidere ortak bir Nobel Barış Ödülü kazandıracaktı. Ancak Gush Emunim ve diğer sağcı gruplar anlaşmaları şok edici bir geri adım olarak gördü. Bu öfke kuyusundan yeni bir yıldırma kampanyası doğdu. Emunim’in liderlerinden biri ve El Halil’in kalbindeki yerleşimin kurucusu olan haham Moşe Levinger, İsrail televizyonunda hareketin amaçlarını açıkladı. Arapların “başlarını kaldırmalarına izin verilmemeli” dedi.
Bu çabanın başını Gush Emunim’in Yahudi Yeraltı olarak adlandırılan askerileştirilmiş bir kolu çekecekti. Olacakların ilk işareti 2 Haziran 1980’de geldi. Batı Şeria’da önde gelen Filistinli siyasi figürlere yönelik karmaşık bir suikast planının parçası olarak bomba yüklü araçlar patlatıldı. Saldırıda Nablus Belediye Başkanı Bassam Shaka’nın bacakları havaya uçtu; Ramallah Belediye Başkanı Kerim Khalaf’ın ise ayağı kesilmek zorunda kaldı. Saldırıdan önceki günlerde bir basın toplantısında İsrail hükümetinin “Arapları öldürmek için bombalı saldırılar düzenleyecek” bir “Yahudi terörist grubu” kurması gerektiğini söyleyen Kahane, o dönemde Knesset’te görev yapan Gush Emunim lideri haham Haim Druckman ve hareketin içinden ve dışından pek çok kişi gibi saldırıları alkışladı. O dönemde Batı Şeria’daki en üst düzey IDF komutanı olan Tuğgeneral Binyamin Ben-Eliezer, gözetimi altındaki Filistinli belediye başkanlarının aldığı yaralara dikkat çekerek basitçe “Onları biraz daha yüksekten vurmamaları çok yazık” dedi. Bir soruşturma başlatıldı, ancak herhangi bir sonuca ulaşması yıllar alacaktı. Ben-Eliezer daha sonra İşçi Partisi lideri ve Savunma Bakanı oldu.
Mayıs 1982’de o dönem İsrail’in özel görevlerden sorumlu Başsavcı Yardımcısı Judith Karp ve komitesi 33 sayfalık bir rapor sunarak onlarca suçun yeterince araştırılmadığını tespit etti. Komite ayrıca yaptıkları araştırmalarda polisin kendilerine eksik, çelişkili ve kısmen yanlış bilgiler verdiğini belirtti. Yerleşimcilere karşı açılan soruşturmaların neredeyse yarısının, polisin ilkel bir soruşturma bile yapmadan kapatıldığı sonucuna vardılar. Komite soruşturma yürüttüğü az sayıdaki vakada ise “derin kusurlar” tespit etti. Bazı vakalarda polis suçlara tanık olmuş ve hiçbir şey yapmamıştı. Diğerlerinde ise askerler yerleşimcilere karşı tanıklık etmeye istekliydi ancak ifadeleri ve diğer kanıtlar gömüldü.
Çok geçmeden Karp hükümetin raporu örtbas edeceğini anladı. “Çok safmışız” diye hatırlıyor şimdi. Zamir’in, kabinenin vahim bulguları tartışacağı konusunda güvence verdiğini ve aslında tam bir gizlilik talep ettiğini söylüyor. Dönemin İçişleri Bakanı Yosef Burg, Karp’ı “kişisel bir sohbet” olarak tanımladığı bir görüşme için evine davet etti. Yerleşimci yanlısı Ulusal Dini Parti’nin lideri olan Burg o zamana kadar 30 yıldan fazla bir süredir şu ya da bu makamda hükümet bakanı olarak görev yapıyordu. Karp, Burg’un teoride dini sağ için önemli yansımaları olabilecek çalışmaları hakkında daha fazla bilgi edinmek istediğini düşündü. “Ama hayretler içinde kaldım” diyor Karp ve ekliyor: “Yaptığımız şey hakkında beni sert bir dille azarlamaya başladı. Anladım ki bu işi bırakmamızı istiyordu.”
Daha sonra Karp soruşturma komitesinden ayrıldığını açıkladı. “Keşfettiğimiz durum tam bir çaresizlikti” diyor kendisi. Raporun varlığı kamuoyuna sızdığında, Burg böyle bir soruşturmayı gördüğünü inkar etti. Belgenin tüm içeriği nihayet 1984 yılında kamuoyuna açıklandığında Adalet Bakanlığı sözcüsü sadece komitenin feshedildiğini ve bakanlığın artık sorunu izlemediğini söyledi.
1987 yılında Gazze’de yaşanan bir dizi çatışma işgal altındaki topraklarda ve İsrail’de sürekli bir Filistin ayaklanmasına yol açtı. Bilinen adıyla Birinci İntifada o zamanlar üçüncü on yılına girmekte olan işgale duyulan öfkeden kaynaklanıyordu. Filistinlilerin İsraillilere taş ve molotof kokteylleriyle saldırması ve bir dizi grev ve boykot başlatmasıyla önümüzdeki altı yıl boyunca devam edecekti. İsrail ayaklanmayı bastırmak için binlerce asker görevlendirdi.
İşgal altındaki topraklarda yerleşimciler ve Filistinliler arasındaki misilleme saldırıları giderek artan bir sorun haline geldi. Gush Emunim hareketi yayılmış ve farklı gruplara bölünmüştü, bu da Shin Bet’in yerleşimcilerin arasına yeterince muhbir yerleştirmesini zorlaştırıyordu. Ancak servisin önemli bir muhbiri vardı: Şaul kod adlı bir adam. Yerleşimciler arasında güvenilir bir figürdü ve El Halil’deki yerleşimi kuran Gush Emunim lideri Haham Moshe Levinger’in yakın yardımcılığına kadar yükseldi.
Levinger birçok şiddet eyleminde rolü olduğu şüphesiyle defalarca sorgulanmıştı ama Şaul, Shin Bet ajanlarına resmin sadece bir kısmını gördüklerini söyledi. Onlara geçmişte yapılan ve planlanan baskınlardan yerleşimcilerin Arap köylerini taradığından, evleri tahrip ettiğinden ve düzinelerce arabayı yaktığından bahsetti. Ajanlar gizliliğini güçlendirmek için ona bu baskınlara katılmasını emretti. El Halil’de 1985 yılında bir gazete fotoğrafçısı Şaul’u bir Arap pazar yerinin duvarını balyozla parçalarken yakalamıştı. Standart politika olarak Shin Bet ona insan hayatına zarar vermeyen her türlü faaliyete katılmasını emretmişti, ancak hangi faaliyetlerin bu çizgiyi aşmayacağını bulmak giderek zorlaşıyordu. Şaul “Aktivistlerin çoğu deliydi, ayak takımıydı ve insanlara zarar vermeyeceklerinden ve sadece mala zarar vereceklerinden emin olmak çok zordu” dedi.
Eylül 1988’de, Şaul’un hamisi haham Levinger El Halil’de araba kullanırken, daha sonra mahkemede söylediğine göre, Filistinliler arabasına taş atmaya ve etrafını sarmaya başlamışlar. Levinger bir tabanca göstererek yakındaki dükkanlara çılgınca ateş etmeye başlamış. Müfettişler Levinger’in ayakkabı dükkanının çelik kepengini kapatmakta olan 42 yaşındaki esnaf Khayed Salah’ı öldürdüğünü ve ikinci bir adamı da yaraladığını söyledi. Levinger nefsi müdafaa iddiasında bulundu ama pişmanlık duyduğunu söylemek zordu. Zira duruşmada “Masum olduğumu ve bir Arap’ı öldürme onuruna sahip olmadığımı biliyorum” demiş.
O sırada savcılar Levinger ile bir anlaşma yaptı. Haham ihmal sonucu adam öldürmekten suçlu bulundu, beş ay hapis cezasına çarptırıldı ve sadece üç ay sonra serbest bırakıldı.
Tüm bu olayları bölgede Araplara yönelik bir dizi saldırı izledi. Bunların ardından nihayet 1995’te FKÖ lideri Arafat ve İsrail Başbakanı Rabin wahington’da ABD Başkanı Bill Clinton arabuluculuğunda bir araya geldi ve iki önemli anlaşmanın imzalandığı Oslo süreci başladı. Şüreç Filistin halkına kendi kaderini tayin hakkı tanıyordu.
Başbakan bu anlaşmaların bedelini canıyla ödeyecekti. Rabin’i 4 Kasım 1995’te Oslo Anlaşmalarını destekleyen bir mitingin ardından Tel Aviv’de vurarak öldüren Yigal Amir, Yahudi Departmanı’na yabancı değildi. Tel Aviv yakınlarındaki Bar-Ilan Üniversitesi’nde hukuk, bilgisayar bilimleri ve Tevrat okuyan 25 yaşındaki Amir, Rabin’in Filistinli liderlerle barış yapma çabaları nedeniyle radikalleşmişti ve Kahanizm hareketine (İsrail’de Kah partisi ve Yahudi Savunma Birliği’nin kurucusu Meir Kahane’nin görüşlerine dayanan aşırı dindar bir Siyonist ideoloji) bağlı.
Lior Akerman, suikasttan sonra tutulduğu gözaltı merkezinde Amir’i sorgulayan ilk Shin Bet müfettişiydi. Elbette suçluluğu konusunda hiçbir şüphe yoktu. Ancak daha geniş bir komplo sorusu vardı. Amir’in suç ortakları var mıydı? Başka planları var mıydı? Akerman Amir’e Tanrı’ya olan inancıyla İsrail başbakanını öldürme kararını nasıl bağdaştırabileceğini sorduğunu hatırlıyor. Amir’in kendisine hahamların İsrail’i korumak için başbakana zarar vermeyi meşru gördüklerini söylediğini aktarıyor.
2001 yılında, İkinci İntifada İsrailli sivillere karşı Filistinlilerin intihar saldırıları dalgasını başlatırken, Ariel Şaron başbakan olarak göreve başladı. Zorlu barış süreci şiddetin ortasında tamamen durma noktasına gelmişti ve Şaron’un yükselişi ilk başta yerleşimciler için yeni bir zafere işaret ediyor gibi görünüyordu. Ancak 2003 yılında, İsrail siyasi tarihinin en şaşırtıcı geri dönüşlerinden birini gerçekleştiren Şaron, İsrail’in Gazze’den “ayrılacağını” ve önümüzdeki iki yıl içinde yerleşimcileri -gerekirse zorla- çıkarma planını açıkladı.
Motivasyonlar karmaşıktı ve önemli tartışmalara konu oldu. En azından Şaron için bu taktiksel bir hamle gibi görünüyordu. Kıdemli danışmanı Dov Weisglass o dönemde Haaretz’e verdiği demeçte “Ayrılma planının önemi barış sürecinin dondurulmasıdır” dedi. “Ve bu süreci dondurduğunuzda bir Filistin devletinin kurulmasını engellemiş olursunuz.” Ancak Şaron aynı zamanda Başkan George W. Bush’un, Batı Şeria’da giderek genişleyen ve bölgesel güvenlik anlaşmalarına giderek daha fazla engel teşkil eden yasadışı yerleşimler konusunda bir şeyler yapması için büyük baskısıyla karşı karşıyaydı. Temmuz 2004’te, kısa bir süre önce devlet savcılığındaki özel görevler bölümünün başkanı olarak emekli olan Talia Sasson’dan Batı Şeria’daki “izinsiz karakollar” konusunda yasal bir görüş hazırlamasını istedi. Talimatları açıktı: Hangi İsrail devlet kurumlarının ve yetkililerinin karakolların inşasına gizlice dahil olduğunu araştırın. Sasson yirmi yıl sonra verdiği bir röportajda “Şaron işime hiç karışmadı ve sonuçlara da şaşırmadı” dedi. “Ne de olsa sahadaki durumun ne olduğunu herkesten daha iyi biliyordu ve sadece ciddi sonuçlar bekliyordu.”
Bu yeterince basit bir soruydu: İzak Rabin’in yeni yerleşimlerin çoğunun durdurulmasını emretmesinden bu yana geçen on yıl içinde nasıl olmuştu da yüzlerce ileri karakol inşa edilmişti? Ancak Sasson’un bir cevap bulma çabası gecikmeler, kaçınma ve düpedüz yalanlarla karşılandı. Nihai raporunda dikkatli ama sivri bir dil kullandı: “Başvurduğum herkes benimle konuşmayı kabul etmedi. Biri görüşemeyecek kadar meşgul olduğunu söylerken, bir diğeri toplantıya geldi ancak sorularımın çoğuna anlamlı bir şekilde yanıt vermeyi reddetti.”
Sasson, Ocak 2000 ile Haziran 2003 arasında İsrail İnşaat ve İskan Bakanlığı’nın bir biriminin Batı Şeria’da tamamı yasadışı olan 33 alanın kurulması için 77 sözleşme düzenlediğini tespit etti. Bazı durumlarda bakanlık, Savunma Bakanlığı’nın yıkım emri verdiği yerleşim yerlerinde yolların asfaltlanması ve binaların inşası için bile ödeme yapmıştı.
Bazı bakanlıklar fonların Batı Şeria’ya aktarıldığı gerçeğini gizleyerek bunları bütçede “muhtelif genel kalkınma” gibi kalemler altında raporladı. Tıpkı yirmi yıl önceki Karp Raporu’nda olduğu gibi, Sasson ve Adalet Bakanlığı’ndaki meslektaşları Batı Şeria’nın tamamen ayrı yasalarla yönetildiğini keşfettiler ve Sasson’a göre bu yasalar kendisine ‘tamamen delice’ görünmüştü.
Aşırı sağcı bir başbakanın yükselişi, yerleşimci hareketi içindeki hükümet karşıtı ölümcül gerginliğin yayılmasını engellemek için çok az şey yaptı. Yeni nesil Kahanistler, sadece kendilerine karşı çıkan ya da yeterince destek vermeyen İsrailli politikacılara karşı değil, demokratik İsrail devleti kavramına karşı da daha radikal bir tutum takınmaya başladı. Kendilerine ‘Hilltop Youth’ adını veren bir grup Siyonist devletin tamamen yok edilmesini savunuyordu. Dedesi Meir Kahane’nin adını taşıyan Meir Ettinger, Hilltop Youth liderlerinden biriydi ve dedesinin görüşlerinin ılımlı görünmesini sağladı.
Amaçları İsrail’in kurumlarını yıkmak ve “Yahudi egemenliği” kurmaktı: bir kral atamak, dünya Müslümanları için kutsal olan Kudüs camilerinin yerine bir tapınak inşa etmek, tüm Yahudilere dini bir rejim dayatmak. 2006-2009 yılları arasında İsrail başbakanı olarak görev yapan Ehud Olmert bir röportajında Hilltop Youth’un “gerçekten, derinden, duygusal olarak bunun İsrail için yapılacak en doğru şey olduğuna inandığını” söyledi. Bu bir kurtuluş. Bu İsrail’in geleceğinin garantisidir.”
Açıkça konuşmanın kendisini tehlikeye atacağından korktuğu için ismini vermek istemeyen eski bir Hilltop Youth üyesi, arkadaşlarıyla birlikte Batı Şeria’daki bir tepede bulunan yasadışı bir karakolu Filistinlilerin arabalarına taş atmak için nasıl üs olarak kullandıklarını hatırlıyor. “Filistinliler polisi arardı ve biz de onlar gelmeden önce en az 30 dakikamız olduğunu bilirdik, tabii gelirlerse. Geldiklerinde de kimseyi tutuklamazlardı. Bunu onlarca kez yaptık.” Batı Şeria polisinin şiddeti soruşturmakla daha az ilgilenemeyeceğini söylüyor. “Gençken, zeki olduğum için polisi alt ettiğimi düşünürdüm. Sonradan anladım ki ya hiç uğraşmıyorlar ya da çok aptallar.”
Eski Hilltop Youth üyesi, taktikleri daha aşırı hale geldikçe ve Ettinger Filistinlileri öldürmek hakkında açıkça konuşmaya başladığında gruptan uzaklaşmaya başladığını söylüyor. Polise muhbirlik yapmayı teklif etmiş ve 2015 yılında polis istihbarat memurlarıyla yaptığı bir toplantıda grubun cinayet işleme ve önlerine çıkan Yahudilere zarar verme planlarını anlatmış. Anlattığına göre polise, bir hedefe karar vermeden önce Filistinlilerin evlerinde keşif yapma çabalarından bahsetmiş. Ettinger’e göre polis bir soruşturma başlatabilirdi ama ona saldırıyı planlayan kişilerin isimlerini soracak kadar bile meraklı değillerdi. 2013 yılında Ettinger ve Hilltop Youth’un diğer üyeleri, “gerçek ve tam kurtuluşa giden yolumuzu tıkayan tapınağı inşa etmemizi engelleyen” hükümete karşı bir ayaklanma başlatmak üzere kendilerine İsyan adını veren gizli bir hücre kurdular.
Grubun güvenli evlerinden birinde yapılan bir arama sırasında Shin Bet müfettişleri İsyan’ın kuruluş belgelerini ele geçirdi. Belgelerden birinde “İsrail Devleti’nin var olma hakkı yoktur ve bu nedenle oyunun kurallarına bağlı değiliz” deniyordu. Belgeler İsrail Devleti’ne son verilmesi çağrısında bulunuyor ve onun yerine kurulacak yeni devlette Yahudi olmayanlara ve özellikle de Araplara kesinlikle yer olmayacağını açıkça belirtiyordu: “Yahudi olmayanlar gitmezse, kadın, erkek ve çocuk ayrımı yapmadan onları öldürmek caiz olacaktır.”
Bu sadece boş bir konuşma değildi. Ettinger ve yoldaşları, zaman çizelgelerini ve her aşamada atılacak adımları içeren bir plan düzenlediler. Hatta bir üye, terör hücrelerinin nasıl oluşturulacağı ve evlerin nasıl yakılacağına dair talimatlar içeren bir eğitim kılavuzu bile hazırladı. Kılavuzda “Ev sakinlerinin kaçmasını önlemek için” deniyordu, “evin girişine yanan lastikler bırakabilirsiniz.”
İsyan, Şubat 2014’te Batı Şeria’daki Silwad adlı küçük bir Arap köyünde içinde kimsenin yaşamadığı bir evi bombalayarak ilk saldırısını gerçekleştirdi ve bunu daha fazla kundaklama, zeytinlikleri sökme ve Filistinlilere ait tahıl ambarlarını tahrip etme eylemleri izledi. Grup üyeleri camileri, manastırları ve aralarında Celile Denizi kıyısındaki Somun ve Balıkların Çoğaltılması Kilisesi’nin de bulunduğu kiliseleri ateşe verdi. Bir polis memuru Ettinger’i bir Arap çobana ait koyun sürüsüne saldırırken gördü. Memurun daha sonra verdiği ifadeye göre Ettinger bir koyunu taşlamış ve ardından çobanın önünde kesmişti. Polis olayı “Şok ediciydi. İçinde bir tür delilik vardı” sözleriyle anlatıyor.
Bu yeni nesil İsrail’de adeta siyasi iktidarı şekillendiriyor, aşırı sağcılar adım adım iktidardaki nüfuzlarını genişletiyordu. Binyamin Netanyahu’nun eşi benzeri görülmemiş bir şekilde altıncı kez başbakan olma kararlılığının bir bedeli vardı: Bir zamanlar dışladığı, ancak İsrail’in sürekli sağa kaymasıyla siyasi ana akıma dahil olan bir hareketle ittifak. Şu anda rüşvet ve diğer yolsuzluk suçlamalarıyla yargılanan Netanyahu, partilerin çoğunun artık kendisine katılmak istemediklerini açıklamasının ardından koalisyon kurma girişimlerinde defalarca başarısız oldu. Aşırı sağcı siyasetçi ve şu anki Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in Yahudi Gücü Partisi ve mevcut Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in Dindar Siyonizm Partisi’ni koalisyon hükümeti kurmaya çalışan herkes için ‘kral yapıcı’ haline getirmek adına müzakerelere bizzat kendisi dahil oldu. Kasım 2022’de bu kumar sonuç verdi: Aşırı sağın artık kritik hale gelen desteğiyle Netanyahu göreve geri döndü.
Bu anlaşmayla iktidara gelen iki adam, bir İsrail kabinesinde bu kadar üst düzey görevlerde bulunmuş en aşırı figürlerden bazılarıydı. Shin Bet, İzak Rabin’in öldürülmesinden sonraki yıllarda Ben-Gvir’i izlemeye almış ve ırkçılığı kışkırtmak ve bir terör örgütünü desteklemek gibi çok sayıda suçlamayla tutuklanmıştı. Bazı davalarda beraat ya da düşme kazandı, ancak birkaç kez de mahkum oldu ve hapis yattı. İkinci İntifada sırasında Araplara karşı aşırı önlemler alınması çağrısında bulunan protestolara öncülük etti ve yeterince şahin olmadığına inandığı İsrailli politikacıları taciz etti.
Sonra Ben-Gvir radikal bir değişiklik yaparak hukuk fakültesine gitti. Aynı zamanda Kahanizm hareketinin birçok takipçisini bünyesine katmış olan Ulusal Birlik partisinden Knesset üyesi Michael Ben-Ari’nin yardımcısı olarak işe başladı. 2011 yılında, sabıka kaydıyla ilgili önemli yasal çekişmelerin ardından baroya kabul edildi. Daha ana akım görünmek için saç stilini ve kıyafetlerini değiştirdi ve bir keresinde “İsrail’deki güvenlik durumu nedeniyle kendilerini yasal karmaşa içinde bulan asker ve sivilleri” temsil ettiğini söyleyerek içeriden çalışmaya başladı. Netanyahu onu polis üzerinde yetkiye sahip ulusal güvenlik bakanı yaptı.
Smotrich 2005 yılında İsrail’in Gazze’den çekilmesini durdurmak için yol kapatma eylemleri planlamaktan Şin Bet tarafından tutuklanmasının ardından kamu hayatına da girdi. Gerçek teröristler Filistinliler olduğu halde Yahudiler tarafından işlenen suçları soruşturmak için zaman ve para harcadığından şikayet ederek Şin Bet’in Yahudi Departmanı’nı sık sık eleştiri oklarının hedefi haline getirdi. Aşırı sağcı müttefikleri bazen Yahudi Departmanı’nı ‘Hitler’in Nihai Çözümü’nü uygulayan Gestapo biriminin İbranicesi olan ‘Hamakhlaka Hayehudit’ olarak adlandırdı.
Yüksek Mahkeme’nin Khirbet Zanuta halkı tarafından açılan davaya bakacağı gün bu ocak ayının başlarına denk geldiç. Yerinden edilen köylüler duruşmaya bir saat geç gelmişlerdi. Duruşmaya katılmak için Bölge Koordinasyon Ofisi’nden giriş izni almışlardı ancak İsrail’i Batı Şeria’dan ayıran kontrol noktasına ulaşmadan önce güvenlik güçleri tarafından geciktirildiler. Avukatları Kamar Mishirqi-Assad, kendi duruşmalarına katılma mücadelelerinin dilekçelerinin özüne işaret ettiğini belirterek duruşmanın onlar olmadan devam edemeyeceği konusunda ısrar etti. Yargıçlar beklemeyi kabul etti.
Köylüler nihayet mahkeme salonuna alındı ve Mishirqi-Assad davayı sunmaya başladı. Duruşma İbranice olduğu için köylülerin çoğu, yerleşimcilerin her gün uyguladığı terörü ve onları durdurmak için herhangi bir kolluk kuvvetinin bulunmadığını anlatan argümanları takip edemedi.
Asker ve polisi temsil eden avukatlar suistimal ve yasaların uygulanmadığı iddialarını reddetti. Bir hakim, köylülerin geri dönmek istemeleri halinde ne gibi operasyonel adımlar atılacağını sorduğunda, devletin avukatlarından biri zaten dönebileceklerini, bunu engelleyen bir emir olmadığını söyledi.
Bir sonraki konuşmacı Merkez Komutanlığı Operasyon Müdürlüğü yetkilisi Albay Roi Zweig-Lavi’ydi. Bu olayların çoğunun yanlış iddiaları içerdiğini söyledi. Aslında, dedi, bazı köylüler muhtemelen “iç meseleler” yüzünden kendi evlerini yıkmışlardı. Şimdi de kendi eylemlerinin sonuçlarından kaçmak için yerleşimcileri suçluyorlardı.
Albay Zweig-Lavi’nin yerleşimlerle ilgili kendi görüşleri ve onları korumadaki rolü iyi biliniyordu. 2022 yılında yaptığı bir konuşmada, Batı Şeria’daki bir grup Yeşiva öğrencisine “ordu ve yerleşimlerin bir ve aynı olduğunu” söyledi.
Mayıs ayı başında mahkeme, devletten polisin saldırıları neden durduramadığını açıklamasını istedi ve köylülerin evlerine dönme hakkı olduğunu ilan etti. Mahkeme ayrıca devletten köylülerin güvenli bir şekilde geri dönmelerini nasıl sağlayacaklarına dair ayrıntılar vermesini istedi. Şimdi bu karara nasıl uyacağına karar verme sırası devlette. Ya da uyup uymayacağına.
Yüksek Mahkeme kararlarını açıkladığında, ABD nihayet Netanyahu hükümetine şiddet yanlısı yerleşimciler konusunda doğrudan baskı yapmak üzere harekete geçmişti. Beyaz Saray 1 Şubat’ta Batı Şeria’da “terörist faaliyetlerde bulundukları” gerekçesiyle dört yerleşimciye yaptırım uygulanmasını öngören bir kararname yayımladı. Bu dört kişiden biri, El Halil yakınlarındaki Meitarim Çiftliği’nin sahibi ve Amerikalı ve İsrailli yetkililerin Khirbet Zanuta köylülerine yönelik şiddet ve yıldırma kampanyasını düzenlediğine inandıkları Yinon Levi’ydi. İngiliz hükümeti kısa bir süre sonra kendi yaptırımlarını açıkladı ve İsrail hükümetinin “Batı Şeria’daki yerleşimci aşırılık yanlıları için neredeyse tamamen cezasız bir ortam” yarattığını ifade etti.
Beyaz Saray’ın bir Amerikan yönetimi tarafından ilk kez bireysel yerleşimcilere karşı harekete geçmesi, Netanyahu hükümetindeki bakanlar tarafından öfke ve alayla karşılandı. Smotrich, Biden yönetiminin Levi ve diğerlerine yönelik iddialarını “tamamen aldatıcı” olarak nitelendirdi ve yaptırımlara uymamak için İsrail bankalarıyla birlikte çalışacağını söyledi. Açık bir Hilltop Youth WhatsApp kanalında dolaşan bir mesajda Levi ve ailesinin terk edilmeyeceği belirtiliyordu. Mesajda “İsrail halkı onlar için seferber oluyor” deniyordu.
Amerikalı yetkililer hükümetin attığı adımların, İsrail politikası nedeniyle ülkesinde destek kaybeden zor durumdaki bir Amerikan başkanının aldığı göstermelik önlemler olup olmadığı sorusuyla karşılaştıklarında sinirleniyorlar. Onlara göre bu adımlar şiddeti sona erdirmeyecek ama Netanyahu hükümetine ABD’nin pozisyonu hakkında bir sinyal niteliği taşıyor: Batı Şeria kaynayabilir ve 7 Ekim’den bu yana genişleyen bölgesel Ortadoğu savaşının son cephesi olabilir.
Ancak savaş sadece amaç olabilir. İsrail’in eski Başbakanı Ehud Olmert, İsrail’deki aşırı sağcıların birçoğunun “savaş istediğine” inandığını söyledi. “Kendi İntifadalarını istiyorlar” diyor Olmert: “Çünkü bu, Filistinlilerle barış yapmanın bir yolu olmadığının ve onları yok etmenin tek bir yolu olduğunun nihai kanıtı.”